Yaptıklarımız ve Yaşadıklarımız

Yaptıklarımız ve Yaşadıklarımız

Soru: Kevnî hâdiseler ile amellerimiz arasında bir irtibat var mıdır, başımıza gelen hâdiseler bizim amellerimizle irtibatlı mıdır?

Cevap: Kâinatta tesadüfe yer yoktur. Her hâdise, ezelî bir ilim, irade ve takdire göre cereyan eder. Kur’ân’ın pek çok âyetinden anlaşılacağı üzere, insanların yaptıklarının, bazen küçük bir dairede bazen de kâinat çapında büyük neticeleri olabilir. Bu, yaptığımız şeylerin -esbap dairesinde- bazı olayları tetiklemesi kabilinden olabileceği gibi, işlediğimiz amellerin Rabbülâlemîn’in rızasına muvafık olup olmamasına göre O’nun karşımıza çıkaracağı ekstradan durumlar şeklinde de olabilir.

Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ “Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) fesat ortaya çıktı, nizam bozuldu. Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır.” (Rum sûresi, 30/41)

Bir başka âyet ise şöyledir: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Mazhar olduğun her güzellik Allah’tan, maruz kaldığın her kötülük de nefsindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79)

Evet, durum böyledir; karşılaştığımız her durumu, şöyle veya böyle amellerimizle irtibatlandırmamız mümkündür. Fakat bazen gafletimizden, bazen cehaletimizden, bazen hâdiselerin bizim arzularımıza göre cereyan etmemesinden, bazen hatalarımıza terettüp eden cezaların af veya tehir edilmesinden, bazen de cezaların amel cinsinden olmayıp farklı şekillerde gelmesinden ötürü aradaki irtibatı göremiyor, kuramıyor, kavrayamıyoruz. Tabiat olaylarından edindiğimiz bilgi ve alışkanlığımıza göre düşünüyor, fiillerimizle tabiî hâdiseler arasında böyle bir illiyet bağı arıyor, bunu kuramayınca da meydana gelen olayların tesadüf olduğunu zannediyoruz.

Oysaki başta da dediğimiz gibi kâinatta tesadüfe yer yoktur. Bizden sâdır olan fiillerle dış dünyada meydana gelen hâdiseler arasında tam bir tenasüb-i illiyet (sebep-sonuç ilişkisi) arama düşüncesi bizi yanıltabilir. Hâdiselerin gelişmesinde, sathi bakışların ilk anda kavramakta zorluk çekeceği çok ince hikmetler, derin sırlar olabilir. Bunların görülmesi, sezilmesi ve kavranması muhasebe ve murakabeye, hâdiseler üzerinde tefekkür ve tedebbürde bulunmaya ve mahruti bakışa bağlıdır.

İnsanın mazhar olduğu güzellikleri Allah’tan, maruz kaldığı zorluk, sıkıntı ve musibetleri ise kendinden, kendi hata ve kusurlarından bilmesi bir esastır ve Rabb’e saygının, O’nun hakkını teslim etmenin ifadesidir. Dolayısıyla, karşılaştığımız nimetleri, amellerimizin güzel neticelere bağlanmasını O’nun lütfu biliriz. Zira aza ve cevarihimizi, düşünce ve hissiyatımızı veren O olduğu gibi, bizim minicik cehdlerimizin neticesinde, tenasüb-i illiyet prensibiyle izah edilemeyecek büyük neticeleri halk u icad eden de O’dur.

Öte yandan, başımıza gelen can sıkıcı hâdiselerde önce kendimize, nefsimize bakarız. Sıkıntılar sırf bir imtihan olarak başa gelmiş olabilir. Ama belki de, Rabbimiz bizi maddi-manevi onca cihazatla donatmasına rağmen biz o donanımı ya yerinde kullanmadığımızdan yahut da yaptığımız eksik ve kusurlardan dolayı netice olumsuz çıkmıştır. Bunu bilip fark edebilme aslında kemale giden yolda insanın en büyük azığıdır. Muhasebe ve murakabe ile amellerini devamlı kontrole tâbi tutan, yaşadığı sıkıntıları tahlil ederken aslan payını nefsinde arayan kişi, bir insan-ı kâmil namzedidir. Aksine, yaşadığı sıkıntıların sebebi olarak hep başkalarını ya da kaderi suçlayan biri, nefsinin tuzağına düşüyor demektir. Böyle bir kimse, yaptığı hataları göremez ki düzeltme yoluna girsin.

Mesela şeref ve haysiyetiyle alâkalı bir kısım isnat ve iftiralara maruz kalan veya yaptığı işler fiyaskoyla neticelenen ya da yürüdüğü yolda bir kısım sıkıntılarla karşılaşan bir insan şayet kaderi suçlar gibi, “Ben ne yaptım ki bütün bunlar başıma geldi?” derse kaybeder. Bilâkis ona düşen, bütün bunların “istihkakı” olabileceğini düşünmesi, uğradığı bir sıkıntı karşısında, “Acaba ne tür bir yanlış yaptım ki Cenab-ı Hak beni bu olumsuzluklara maruz bıraktı?” demesi ve amelinin muhasebesini yapmasıdır. Kişi kendini ilgilendiren konularda bu şekilde düşünebilir ama başkasının uğradığı musibet hakkında böyle düşünmesi su-i zan olur.

Günümüzde İslâm dünyasının üst üste yaşadığı mazlumiyetleri, mağduriyetleri, mahkumiyetleri düşünelim. Suçu birilerine atarak işin içinden sıyrılabilir miyiz? En basit işlerin, hatta bir oyunun bile kendine ait kuralları vardır; oyunu kazanmak için o kurallara riayet etmek gerekir. Aksi takdirde yenilgi kaçınılmazdır.

Eğer Müslümanlar olarak çağınızı doğru okuyamamış, hayatın değişik birimlerini ihmal etmiş, alanı başkalarına bırakmış, ilim ve fikir hayatında geri kalmışsanız içten ve dıştan kuşatılırsınız. Kendinizi hür zannetseniz de vesayet altına alınır ve katmerli bir esaret hayatı yaşamaya mecbur bırakılırsınız. Ne kendiniz serbest hareket edebilirsiniz ne ailenizle arzu ettiğiniz hayatı yaşayabilirsiniz ne de çoluk çocuğunuzu istediğiniz gibi yetiştirebilirsiniz. Üst üste gelecek sıkıntı ve felaketlerin önünü de alamazsınız. Maruz kaldığınız bunca olumsuzluktan ötürü başkalarını suçlayacağınıza dönüp kendinize bakmalı; ne tür ihmal ve hatalarınızın bunları netice verdiğini düşünmelisiniz.

Günümüz İslâm dünyasının genel tablosuna baktığımızda içimizi kanatıyor. Karışıklıklar, çatışmalar, savaşlar bitmiyor. Her yerde fakirlik, her yerde geri kalmışlık. Çoğu ülkenin başına bir diktatör veya oligarşik bir yapı musallat olmuş, halkını ezebildiği kadar eziyor. Müslümanlar içten ve dıştan gelen baskılar altında inim inim inliyor. Birilerini suçlamadan önce burada sorulması gerekli olan soru şudur: Acaba maruz kaldığımız bunca fezayi ve fecayi bizim hangi eksik ve ihmallerimizin, hata ve günahlarımızın cezasıdır? Ne yazık ki biz, oyunu kurallarına göre oynayamadık. Üzerimize düşen vazifeleri yapamadık. Tembellik ettik. Dolayısıyla da tekvinî emirler açısından bir kısım mahrumiyet ve sıkıntılara maruz kaldık.

Bir insan hâdiselere bu gözle bakar, sürekli kendisini gözden geçirir ve problemlerin kendinden kaynaklandığını düşünürse, hâlinden şikâyet etmez, kaderi tenkit etmez, başkalarını suçlamaz. Bunun yerine tevbe ve istiğfara yönelir ki bu onun için keffaretü’z-zünûb yani günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Diğer yandan da girdiği yanlış yoldan geri döner, hatalarını telafi etmeye bakar. İşte böyle biri için belâ ve musibetler vazifesini yapmış olur, onun uyanmasına ve kendine gelmesine vesile olur. Dolayısıyla da musibetlerdeki vech-i rahmet (rahmet yönü) ortaya çıkar. Zahirî yüzleri itibarıyla şer görülen hâdiselerin hayra bakan yüzü görünür. Âyetin ifadesiyle (Kaf sûresi, 50/37), hüşyar bir kalbi olan, gözü açık, kulak kabartan kişiye her şeyin bir uyarıcı olduğu gerçeği ayan olur. İşte bunlardır ki, cüzi-külli her hâdisenin çehresinde Cenab-ı Hakk’ın rahmaniyet ve rahimiyetinin tecellisini müşahede ederler.

Burada, yanlış anlaşılabilecek bir hususu tavzih etmekte fayda mülahaza ediyorum: Hatayı kendimizde görelim demek, başa gelen hâdiseyi etraflıca tahlil etmemek, bu meyanda başkalarının dahli olan hususları gözden kaçırmak demek değildir. Tabii ki başa gelen bir musibette bizim payımız olabileceği gibi başkalarının düzeni, tuzağı da olabilir. Hâdise tahlile tâbi tutulurken bunların da görülmesi, bunlara karşı da tedbir alınması gereklidir. Bizim burada üzerinde durduğumuz, yalnızca işin bize bakan tarafıyla ilgilidir. Yani bizim kusurumuza taalluk eden durumlarla ilgili olarak almamız gereken tavırla alakalıdır.

Mürşidlerin Rehberliği

Mü’minler, teşriî emirlerin yanında tekvinî emirleri okumakla da mükelleftirler. Fakat herkesin bu enginlik ve derinlikte bir kavrayışa, hâdiseleri sebep-sonuç münasebeti içinde değerlendirebilecek bir ihata gücüne sahip olması kolay değildir. Bu açıdan, geniş bakış açısına ve derin kavrayışa sahip mürşitlerin mevcudiyeti çok önemlidir. Onlar yaşanan sıkıntıların, maruz kalınan felaketlerin manevî sebeplerini çok iyi tahlil etmeli, ne tür ihmal ve kusurların bunları netice vermiş olabileceğini ortaya koymalı ve ne yapılması gerektiği konusunda mü’minlere rehberlik etmelidirler.

Şimdiye kadar bazı ilim adamı ve entelektüeller İslâm dünyasının üst üste yaşadığı bunalım ve krizlerle ilgili bir kısım tahlil ve analizler ortaya koydular. Yaşanan durgunluktan, tembellikten, geri kalmışlıktan dem vuranlar, yeni bir ihya ve dirilişe ihtiyacımız olduğunu dile getirenler oldu. Onların bu fikirleri bazı kimselerde kısmi bir gayret ve hareket de meydana getirdi. Fakat bunların içerisinde, meseleleri temelden anlama ve maruz kalınan problemlere tam uygun çözümler teklif etme noktasında Hz. Bediüzzaman’ın ayrı bir yeri vardır. Bununla birlikte Bediüzzaman’ın emaneti kendilerine teslim ettiği insanlar onun fikirlerini, teşhislerini, ortaya koyduğu çözüm önerilerini onun ufkuna göre kavradılar mı kavramadılar mı bilemiyorum. O zatın, iki ayağının bir pabuca sokulduğu oldukça ağır şartlar altında gösterdiği muazzam performansa rağmen, biz ne yazık ki onun bıraktığı mirası hakkıyla anlayıp hayata geçiremedik.

Genel tabloya bakılacak olursa hâdiselerin dilini doğru okuduğumuz, alınması gereken dersi aldığımız söylenemez. Maalesef ne Kur’ân kurslarımız ne imam hatiplerimiz ve ne de ilahiyatlarımız bu yolda başarı gösterebildiler. Onlar da bu konuda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda edemediler ve toplumun istikameti adına rehberlik de yapamadılar. Şimdiye kadar plansız ve sistemsiz hareket edildiği için gönüllerde İslâmî bir heyecan uyarılamadı, yüce bir mefkûre uğruna ortaya konulması gereken aksiyon ortaya konulamadı ve topyekûn bir milletin ayağa kalkışına vesile olunamadı. Sebep ve neticelere mahruti bakılamadığı için alınması gereken tedbirler alınamadı.

Cenâb-ı Hak, bari bundan sonra acısıyla tatlısıyla yaşadığımız bütün hâdiseleri doğru okuyup değerlendirebilmeyi ve bunlardan alınması gereken ibretleri alabilmeyi nasip eylesin.

***

Not: Bu yazı, 8 Mayıs 2010 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.