Bir hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi Allah Refik’tir ve her işte rıfk ile davranmayı sever. (Buhârî, edeb 35; Müslim, selâm 10) Yerdekilere merhamet edene Allah da rahmetiyle muamelede bulunur. (Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58)
Cenab-ı Hak, Kendisini bizlere Rahman ve Rahim isimleriyle tanıtıyor. Esma-i hüsna, Allah’ı bize tanıtan sıfat formunda gelen güzel isimleridir. Mü’minlerin bu isimlerin geniş dairedeki tecellilerinden hisselerine düşen payı almak için gayret etmeleri, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaları gerekir. Aynı şekilde Kur’ân bizlere Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) âlemlere rahmet olarak gönderildiğini haber veriyor. (Enbiya sûresi, 21/107) İnsanlığın İftihar Tablosu’nu, aynı zamanda Zât-ı Ulûhiyet’in sıfatlarından olan “rauf” ve “rahim” sıfatlarıyla tavsif ederek O’nun tam bir şefkat ve merhamet âbidesi olduğunu bildiriyor. (Tevbe sûresi, 9/128) İnsanlığın İftihar Tablosu, insanlığa karşı öyle bir re’fet ve şefkat duygusuyla doluydu ki başkalarının uhrevî hüsrana yürümeleri karşısında âdeta her gün ölüp ölüp diriliyordu. Peki, O’nu kendileri için en güzel örnek olarak gören ümmet-i Muhammed’in de aynı sıfatlara sahip olması gerekmez mi?
Cevap belli ama ne yazık ki mevcut tablo bu konuda hiç de ümit verici değil. Şefkat ve merhamet gibi duygular İslâm dünyasının yitikleri hâline geldi. Başınızı kaldırıp koskoca İslâm coğrafyasına baktığınızda korkunç bir şefkatsizliğin hüküm sürdüğünü görürsünüz. Maalesef İslâm beldeleri merhametsizlik akıntısına kapılmış gidiyor. Bu coğrafyalarda zalimler, gaddarlar, cebbarlar cirit atıyor. Bunlar çok rahatlıkla insanların şeref ve haysiyetleriyle, can ve mallarıyla oynuyorlar. Kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyenlerin üzerine yürüyor; asıyor, kesiyor, yakıyor, yıkıyorlar.
Esasında bu sadece İslâm coğrafyasının değil, topyekûn dünyanın problemi. İnsana, insanlığa layık olduğu saygı ve sevgi gösterilmiyor. Sevgi, şefkat ve merhametle telif edilmesi imkânsız kaba saba ve hoyratça davranışlar sergileniyor. Bu konuda dünyanın genel manzarası hiç iç açıcı değil. Kur’ân’ın evrensel mesajından, Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın ortaya koyduğu temel disiplinlerden habersiz yaşayanların durumu neyse de Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler nasıl İslâm’a tamamen aykırı bir yol tutarlar, akıl alır gibi değil.
Kendi ülkenize dönüp bir bakın. Ben Müslümanım diyen bir kısım kimseler zulmün, günahın, isyanın türlü türlüsünü işliyorlar. Serkârlar her gün ayrı bir yalanla milletin karşısına çıkıyorlar. Muhalif veya düşman gördükleri insanlarla ilgili türlü türlü iftiralar atıyorlar. Hem de hiç sıkılmadan, utanmadan. Bir insan bir yalan söylediğinde veya birine iftira attığında günah işlemiş olur. Böyle biri samimi tevbe eder ve iftira attığı kişiden helallik alırsa Allah’ın onu affedeceği umulur. Hatta bazen ikinci, üçüncü kez de yalan söyler de pişman olduğu, Allah’a döndüğü, istiğfar ettiği sürece Allah’ın onu merhametinden mahrum etmeyeceğini umabilir. Fakat insan bile bile sürekli yalan söylüyor, yalanlarıyla başkalarının hukukuna tecavüz ediyor ve bir de işlediği günaha aldırmıyorsa, bunun işi çok zordur. Söylediği yalanları, attığı iftiraları mahzursuz görenin ise artık imanı sorgulanır hâle gelir. Zira dinin açıkça yasakladığı bir haramı helâl saymak kişiyi dinden eder.
Milleti sevk ve idare edenler, herkesin kendileri gibi düşünmesini, kendileri gibi hareket etmesini isterler ve bu gaye ile halk üzerinde korkunç bir baskı ve istibdat düzeni kurarlar. Bu etkide kalan ve taraftarlık hissiyle hareket eden halk da onların yalan, tezvir ve iftiralarını kabul etmekte mahzur görmez, hatta onları sevgiyle alkışlar. Muhataplarını çok rahat inandırabilecek profesyonellikte yalanlar söylemeleri, siyasetin bir gereği olarak görülür ve hatta övgü vesilesi sayılır. Aynı şekilde bir şahsı veya grubu itibarsızlaştırma, suçlama ve sonrasında da yok etme adına uydurulan iftiralar, yapılan karalamalar normal hatta başarı olarak görülür ve kimse bunlara kayda değer bir tepki göstermez, itiraz etmez. Oysaki haksızlık karşısında sükût, dilsiz şeytanlıktır. Maalesef bu melunca hâl ve tavırlar İslâm dünyasının her yanını sarmış; hakiki Müslümanlığın yaşanması bir yana, insanî duygu ve düşünceler bile yok olmuş. Bu yüzden de insanî vicdanın, şefkat ve merhametin isyan edeceği nice zulüm ve vahşetler işlenmeye devam ediliyor.
Vahşi hayvanların bile günümüzün bazı zalimlerinden daha merhametli olduğu söylenebilir. Belgesellerde bunun örneklerini görmüşsünüzdür. Benim seyrettiğim bir tanesinde bir panter, bir maymunu yakalıyor. Tam onu yiyeceği sırada maymun bir yavru doğuruyor. Panter hemen anneyi bırakıyor ve yavruyla ilgilenmeye başlıyor; üzerine eğiliyor, yalıyor, kokluyor, ağzına nefes veriyor ve daha başka ne yapabilirim diye çaresizlik içinde sağa sola bakınıyor. Vahşi bir hayvan bile yemek için avladığı bir hayvanın yavrusuna karşı derince bir şefkat ortaya koyuyor. Bir aslan, kendisini büyüten bakıcısına karşı gösterdiği davranışlarla, gördüğü civanmertliğe karşı kayıtsız kalmadığını gösteriyor. Bir ayı, kanadını incittiği için suda çırpınan kuş için suya giriyor, kuşun yanına kadar yüzüyor, onu sudan alıp çıkarıyor ve kenara kadar başında taşıyor.
Ne acıdır ki bir kısım zalimler, hayvanlarda gördüğümüz bu şefkatin binde birine dahi sahip değiller. Siz, insanlığınızın gereği çok defa iyilikte bulunduğunuz bu insanlardan maalesef karşılık olarak yüzünüze atılan tükürükten, kişiliğinize yapılan saldırıdan, hayat hakkınızın elinizden alınmasından başka bir şey görmüyorsunuz. Böyleleri kendilerine yapılan iyiliklere karşı vahşi bir hayvan kadar olsun vefa göstermiyorlar. Kendilerinden görmedikleri kimseleri çoluk çocuk, yaşlı kadın demeden acımasızca eziyorlar. Kiminin dinine, kiminin namusuna, kiminin canına, kiminin hürriyetine, kiminin malına, kiminin makamına dokunuyorlar. Muhataplarının acizliği, zayıflığı ve çaresizliği onların şefkat hislerini harekete geçirmiyor; bilakis iştahlarını kabartıyor. Hemcinslerine karşı bir hayvan kadar olsun şefkat ve merhamet göstermeyen bu mahlukata ne demeli? Kur’ân’ın ifadesiyle (A’râf sûresi, 7/179) onlar, hayvanlardan bile aşağı bir derekededirler.
Evet, gelinen noktada pek çok değerimizin yanında şefkat hissimizi de yitirdiğimiz aşikâr. Ne acıdır ki günümüz nesilleri bir yönüyle sevgiden, şefkatten, merhametten mahrum büyüyor. Bu yüzden Müslüman olduklarını iddia eden pek çokları en temel insanî hasletleri bile koruyamıyor, birbirlerine karşı insanca davranamıyorlar. Yer yer vahşi hayvanları bile çok geride bırakacak ölçüde kendilerini vahşet gayyalarına salıyorlar. İnsan olduklarını unutarak ona buna diş gösteriyor, salya atıyorlar. Kendileriyle aynı çizgide yürümeyen ve onlar gibi düşünmeyen insanları en temel insanî hak ve hürriyetlerden mahrum bırakıyorlar. Çünkü boyunlarındaki yuları heva-i nefsin eline vermişler ve onun güdümünde bir hayat yaşıyorlar. Var güçleriyle dünyanın peşinden koşuyor, onun fani güzelliklerine meftun oluyorlar. Böylece hem dünyalarını hem de ahiretlerini karartıyorlar.
Böyle bir dünyada İslâmî duygu ve düşüncenin neşv ü nema bulması ve insanların Allah’a yürümesi mümkün değildir. Bu tür Müslümanlardan ne Allah razı olur ne de İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) memnun olur.
Hülâsa şefkat, Müslümanlığın en temel değerlerinden biri olduğu gibi, bizim mesleğimizin de esasını oluşturur. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına gönül verenlerin yörüngesi ve güzergâhları tefekkür olduğu gibi, ufukları da şefkattir. Şefkat ve tefekkür sayesinde acz, fakr, şevk ve şükür gibi diğer esaslar anlaşılır. Şefkat ve tefekkür olmadan dünyevî problemlerin çözülmesi çok zor olduğu gibi, uhrevî kurtuluşa ermek de kolay değildir. Bu esaslardan mahrum yaşayanlar dünyayı problemler sarmalı içinde bıraktılar ve ahiretlerini de berbat ettiler. Bunların karşısında, şefkati mesleklerinin önemli bir esası gören adanmışların bu esasa uygun davranmaları çok önem arz etmektedir. Kim hangi vahşiliği yaparsa yapsın, onlar kendilerine kötülük yapanlar da dahil herkese karşı insanca davranmayı ve civanmertçe bir tavır takınma düsturuyla yaşamaya devam etmelidirler.