Yükselenler Tevazu ile Yükseldiler

Yükselenler Tevazu ile Yükseldiler

Mü’minin en birinci vazifesi, Cenab-ı Hak’la irtibatını sürekli güçlendirmeye çalışmaktır. Zira kulluğun değeri, insanın Cenab-ı Hak’la irtibatının kuvvetiyle doğru orantılıdır. Ne kadar O’nunla alakadar iseniz kulluğunuz da o kadar güçlüdür. Bu itibarla gönlünüz, batıp gitmeyen o bâki güzelliğin hayranı olmalı, diliniz sürekli O’nu vird-i zeban etmeli, uzuvlarınız hep O’nun razı olduğu amelleri işlemelidir. Şayet kalbiniz, diliniz ve sair uzuvlarınız hep O’nunla olursa, sağanak sağanak varidata mazhar olursunuz. Sofilerin dediği gibi virdi olmayanın varidatı da olmaz; evrad u ezkarı olmayan, bunların getireceği yümün ve bereketten de mahrum kalır.

Kalbleri katılaşmış, duyguları dumura uğramış, göz pınarları kurumuş ölgün gönüllerin devrilmeden ayakta kalabilmeleri çok zordur. Bu yüzden insan, Cenab-ı Hak’la irtibatını güçlendirme konusunda “hel min mezid” kahramanı olmalıdır. Doyma bilmeyen bir gönülle sürekli “Daha yok mu?” demeli, iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah yolunda derinleşmeye çalışmalıdır. İman ve marifete dair o güne kadar duyduğu, okuduğu, bildiği ne varsa bunları arka planıyla birlikte bir kere daha ele almalı ve onlarda daha daha derinleşmelidir. Zira olduğu yerde kalan ve kendini durağanlığa salanlar -Allah muhafaza- bir süre sonra istikameti koruyamayacak duruma gelebilirler. Sürekli Allah’la münasebetlerini güçlendirme gayretinde olmayan ve devamlı O’na doğru hareket etmeyenler, fâni şeylerin cazibesine kapılır gidebilirler.

Günümüzde dökülen birtakım insanların dökülüp yolda kalmalarının en büyük sebebi, Rab’leriyle münasebet konusundaki zaaflarıdır. Nasıl ki âtıl ve hareketsiz kalan cisimler ya çürüyor ya da sağa sola savruluyorsa, Allah’a yakınlaşma gayreti içinde bulunmayan kimseler de ya çürürler ya da savrulur giderler. İstikameti koruyamadıkları için bir gün doğru yerde olsalar diğer gün yanlış kapılarda görünürler. Bugün ağızlarından bazı sözler dökülür, öbür gün bununla çelişen başka şeyler söylerler. İman ve marifetlerini güçlendirme konusunda kendilerini durağanlığa salanlar kendi çizgilerini koruyamazlar; başkalarının çizgisine girer, onların akıntısına kapılırlar. Şayet bu tür gelgitler yaşamak istemiyor, sırat-ı müstakim üzere yolunuza devam etmek istiyorsanız, Allah’la irtibatınızı güçlendirme konusunda aktif olmak zorundasınız.

Allah’a Yakınlık ve Tevazu İlişkisi

Öte yandan, Allah’a kulluk yolunda mesafe kat eden kimse, bu durumunu yeterli görmemeli, hele kendini, amelini beğenme manasına “ucb”e düşmekten Allah’a sığınmalıdır. Mü’min, Allah’a yaklaştığı, O’nunla irtibatını güçlendirdiği ölçüde mütevazi olur, mütevazi olduğu ölçüde de Allah katındaki kıymeti artar. Kişinin sahip olduğu imanı, marifeti ve muhabbeti arttıkça aşk u şevki de artar ve böyle biri kıyamla, rükûyla, secdeyle, duayla Allah’a kulluğunu ortaya koyar. Fakat ibadet ü taat adına ne yaparsa yapsın kulluğun hakkını veremeyeceğini bilir ve “Sana hakkıyla ibadet edemedik, Seni hakkıyla bilemedik, Sana hakkıyla şükredemedik…” mülâhazalarıyla oturur kalkar. Günde beş defa huzur-u ilâhîde kemerbeste-i ubudiyet içinde kulluğunu ortaya koysa, O’na karşı tekrimatını, tebcilatını, tazimatını ifade etse de Allah’ın ulûhiyeti yanında kendi ubûdiyetini çok yetersiz görür.

Allah karşısında küçüklüğünü müdrik, tevazu kanatlarını yerlere kadar indiren bir insanı Allah yükselttikçe yükseltir. Kendini büyük zanneden ve kibir deryasına dalan birini ise batırdıkça batırır. Tevazu ölçüsünde insanı Allah’a yaklaştıran başka bir vasıf olmadığı gibi, kibir ölçüsünde onu Allah’tan uzaklaştıran başka bir şey de yoktur. Bir kudsî hadis-i şerifte ifade edildiği gibi azamet ve kibriya Allah’a mahsus sıfatlardır. (Ebû Davud, libas 27) Bu sıfatlara sahip çıkan kişi, farkına varsın varmasın uluhiyete ait hususiyetlere sahip çıkıyor, bu manada Allah’a şirk koşuyor demektir.

Büyüklüklüğü Tevazuda Görenler

Tevazu, mahviyet ve hacalet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) mümtaz vasıfları olduğu gibi, O’nu örnek alan Raşid Halifeler de tevazu ve mahviyette zirveleri tutmuşlardı. Hz. Ebu Bekir’in (radıyallahu anh) el-Kulûbu’d-dâria’da yer alan şu münacatı, onun tevazudaki derinliğini göstermeye yeter:

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl (az),

İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!

Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,

Hâli de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.

Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata,

Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl.

Kum taneleri sayısınca günahlarından Sana sığınıyor,

N’olur müsamahanı göster de sil onları ey Cemîl!

Nice olur hâlim, yok defterde işe yarar bir fiil,

Günahlarım çok, kulluğa gelince pek kalîl.

Ruhumun yaralarını sar da hâcâtıma kıl bir çare,

Sen Şâfî-i Hakikî, ben de kalbi sakîm bir alîl.

Kim diyor bütün bunları? Vahyin bidayetinde İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalatu vesselam) hâlesi içine giren, Sevr sultanlığında O’nunla beraber bulunan, ömrü boyunca bir kalkan gibi O’nu muhafaza edip yanından hiç ayrılmayan, Sıddık ünvanıyla serfiraz Hz. Ebu Bekir diyor. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İslâm’a yapılan hizmetler, Emevi ve Abbasi döneminde yapılanlara da, Osmanlının altı asırda yaptıklarına da denktir. Onlar, Allah’ın izni ve inayetiyle 12 senede 12 asra sığmayacak işler yapmışlardır. Ama buna rağmen Hz. Sıddık, kendini sermayesiz kalmış müflisin ta kendisi olarak görüyor, ciddi olarak kendini sorguluyor, isyan ve günahlarından şikâyet ediyor. Utansın kendini bir şey zannedenler!

Esasında sermayesi olan insan böyle yapar. Dolu insanlardır ki olgunlaşmış başaklar gibi tevazu ile başlarını yere eğerler. Boş insanlardır ki kuş taklidi yapıp uçmaya çalışırlar fakat sonra yere çakılıverirler. Tarih bunun misalleriyle doludur. Siz de çevrenizde bu tür örneklere rastlamışsınızdır. Yukarılarda pervaz ediyor gibi görünen mütekebbirlerin nasıl yere çakıldıklarını görmüşsünüzdür. Bugünün mütekebbirlerinin âkıbeti de bundan farklı olmayacaktır.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), yaşanan kuraklığı kendi günahlarından biliyor, “Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i mahvetme Allah’ım” diye yalvarıyordu. Yağmur duasına çıkıldığında Resûlullah’ın amcası Hz. Abbas’ın ellerinden tutuyor ve onu vesile ederek Allah’a yalvarıyordu. Halk neyle geçiniyor, neyle besleniyorsa o da onunla iktifa ediyordu. Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını almaya giderken mevaliden biriyle yolculuk yapıyor ve yanlarına aldıkları tek deveye de sırayla biniyorlardı. İcabında, yolda duruyor, yırtılan elbiselerini yamıyordu. İmkânsızlıktan mı bunları yapıyordu? Hayır. Hz. Ömer’in halife olduğu dönemde sadece Şam’da ihtiyaç anında kullanmak üzere kırk bin yedek at besleniyordu. Devlet imkânları olabildiğine genişlemişti. Buna rağmen o, kamu malında fazlasına hakkı olmadığını düşündüğü için oldukça mütevazi ve kılı kırk yararcasına bir hayat yaşıyor, Allah’a vereceği hesabı düşünüyordu.

Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi kâmet-i bâlâlar tevazu kanatlarını yerlere serdikçe Allah da onları yükseltti ve onların eliyle İslâm bayrağını her yerde dalgalandırdı. Nam-ı celil-i ilahî, nam-ı celil-i Muhammedî onlar sayesinde uzak diyarlarda bir bayrak gibi dalgalandı. Farklı kültür ve milletlerden insanlar akın akın İslâm’a koştu. Allah onların eliyle Bizans ve Sasani gibi dönemin en güçlü iki devletini dize getirdi. Hz. Ömer’in gelişine, duruşuna ve genel ahvaline bakan Kudüs hahamları, “İşte Mescid-i Aksa’nın anahtarlarını teslim edeceğimiz zat budur!” dediler. Burada şunu dememe müsaade edin: Nerede onlar, nerede biz! Onları sevdiğini ve onların yolundan gittiğini iddia edenler kendilerini bir kere daha gözden geçirmeli değiller mi?

Hz. Osman ve Hz. Ali’nin durumları da onlardan farklı değildi. Hz. Osman çok varlıklı biriydi. Düşünün ki Mute hareketi öncesinde orduya destek maksadıyla 500 deveyi yüküyle birlikte bağışlamıştı. Hem Mekke’nin hem de Medine’nin en zenginleri arasında yer alıyordu. Buna rağmen o, oldukça sade bir hayat yaşıyor, Mescid-i Nebevi’de kumdan bir yastık üzerinde istirahat ediyordu. Saraylarda değil, sıradan basit bir evde yaşıyordu. Öyle ki gözü dönmüş caniler onun bulunduğu eve rahatlıkla girmiş ve Kur’ân okuduğu esnada onu şehit etmişlerdi.

Hz. Ali daha çocuk iken İnsanlığın İftihar Tablosu’na iman etmiş ve ilkler arasında yerini almıştı. Daha sonraki hayatında da mesafe kat ede ede zirveleri tutmuştu. Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) onun hakkında o kadar çok takdirkâr sözleri vardır ki bir araya toplansa bir kitap yapar. Fakat Haydar-ı Kerrar, Damad-ı Nebi, Fatih-i Hayber, Reisü’l-Evliya gibi unvanlarla yâd ettiğimiz Hz. Ali (radıyallahu anh), manzum bir kasidesinde şöyle diyordu:

Allahım! Sadece muhsinleri affedersen eğer Sen,

Hevasına yenik düşmüş mücrimleri bulunur mu affeden!?

Allahım! Lütfunu hatırlayınca bütün korkularım eriyor,

Günahlarım zihnime hücum edince gözlerimden yaşlar geliyor.

Evet, büyük onlardı. Büyüklüklerini tevazu ile taçlandırıyorlardı. Onlar tevazuda zirveleştikçe Allah da onları yükseltiyordu. Onlar ise yükseldikçe kendi isimlerinin üzerine bir çarpı daha çekiyorlardı. Kazanımları, yaşadıkları hayat, kendilerine bakışları ortada. el-Kulûbu’d-dâria’daki dualara bakacak olursanız, Şah-ı Geylani, İmam Gazzâli, Hasan Şazeli, Muhammed Bahauddin Nakşibend ve daha nice hak dostlarının da sürekli kendilerini sıfırladıklarına şahit olursunuz. Onlara bakarak kendimizi kontrol ettiğimizde, “Nerede onlar, nerede Müslümanlık iddiasında bulunan bizler!” demekten kendimizi alamıyoruz. 

Sözü, çağın söz sultanına getirelim. Diyor ki, “Sen ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini bir recul-ü facir (günahkâr adam) ile de teyit buyurur.’ sırrınca, müzekka olmadığın için belki sen kendini o recül-ü facir bilmelisin.” (Bediüzzaman, Sözler, 26. Söz) Kim diyor bunu? Bir dönemin ihya hareketini omuzlarında bayraklaştıran ve yazdığı eserlerle milyonlarca insana ilham kaynağı olan bir zat diyor. Demek ki bir insanın Allah’a yakınlığı, O’nunla münasebeti ne kadar güçlüyse, tevazu ve mahviyeti de o kadar derin oluyor. Allah’a yakınlaşan kimseye düşen şey, kendini sıfırlamaktır. Halkın takdir ve alkışlarına veya temsil ettiği makam ve pâyelere aldanarak kendini bir şey zannetmek, Zat-ı İlahi’ye gölge etmek anlamına gelir. Cenab-ı Hak, Kendini bize bildirdiği ölçüde bizleri tevazu, mahviyet ve hacaletle serfiraz kılsın ve haddimizi bilmeye muvaffak eylesin! Amin.