Milletin İhyası

Milletin İhyası

Soru: Müslümanların tarihte yaşadıkları eski ihtişamlı günlerine tekrar dönebilmesinin hayaliyle yaşayan birçok Müslüman, buna ulaşmanın yolu olarak siyaseti görüyor. Yeni bir ihya hareketinin dinamikleri neler olmalıdır?

Cevap: En başta şu hususun altını çizmekte fayda var: Şimdiye kadar nail olunan nimetlerin de bundan sonra elde edilecek başarıların da asıl kaynağı Cenab-ı Hak’tır. Mazhar olduğumuz lütuflar Ondan gelip bizde makes buluyor. Bizler bu lütufların kadr u kıymetini bildiğimiz ve onların asıl kaynağına teveccüh ettiğimiz sürece de devam eder. Zira her lütuf ve muvaffakiyet O’nun inayet ve ihsanıyla devamlılık arz eder. Allah bizi sevmese biz içimizde O’na karşı bir sevgi hissedemeyiz. O bize yardım etmese muvaffak olamayız. Ancak bu ifadelerimizle bir determinizm kast etmiyoruz. Biz mutlak bir determinizm anlayışına sahip olmadığımız gibi cebrî de değiliz. Allah’ın insana verdiği iradeyi kabul ettiğimiz gibi O’ndan gelen ikram ve ihsanların bir tarafında insan cehd ü gayretinin  şart-ı âdi planında bir rolü olduğunu da kabul ediyoruz. İnsanî iradenin mahiyeti ve çapı her ne olursa olsun, şayet Allah lütuf ve ihsanlarını o iradeye bağlı gönderiyorsa bizim de ona saygılı olmamız ve irademizin hakkını vermeye çalışmamız gerekir. Fakat kaldıramayacağı yükleri ona yüklemek de hakikati yaralar.

Kendimiz Olma ve Kendimiz Kalabilme

Bütün güzelliklerin kaynağının Cenab-ı Hak olduğuna inanıyorsak öncelikle yüzlerimizi O’na döner ve O’nun razı olacağı ameller yapmaya çalışırız. Yani yeniden kendi değerlerimize yönelir ve bir kere daha kendimizi bulmaya çalışırız. Şayet ayaklarımızı yere sağlam basmak, gelecek adına istikbal vaat etmek, dünyaya bir şeyler vermek, sahip olduğumuz değerleri herkesle paylaşmak istiyorsak en başta bizim biz olmamız; ruhta, manada, imanda, düşünce tarzında, üslupta, anlayışta kendi ses ve soluğumuzu bulmamız, bize ait bütün değerleri yeniden ihya etmemiz gerekir. İşte o zaman Cenab-ı Hakk’ın teveccüh ve ihsanları birbirini takip edecek ve Cenab-ı Hak bizim birlerimizi bin yapacak, damlaları deryaya dönüştürecek, yeni oluşumları peşi peşine lütfedecektir.

İslam dünyası olarak, zelil ve perişan duruma düştükten sonra yeniden ayağa kalkabilmek için bir ümit deyip birkaç asırdır farklı kapılarda dolaşıp duruyoruz. Bir o kapıya gittik, bir bu kapıya. Uğramadığımız, çalmadığımız kapı kalmadı; fakat bunca gayret ve çabaya rağmen hatırı sayılır bir şey de elde edemedik. O hâlde niye bir kere de asıl dönmemiz gereken kapıya dönmüyor, yaptığımız hataların farkına varmıyor ve mâfâtı (kaçırılan şeyleri) telafi etmeye çalışmıyoruz. Yani umumî olarak tevbe etmiyoruz. Şunu unutmamak gerekir ki Cenab-ı Hak kendisine yönelen kullarını hiçbir zaman yüzüstü bırakmaz; ihsan ve lütuflarıyla onları hep görüp gözetir. Onlar üzerlerindeki ölü toprağını silkeleyerek azıcık canlılık emaresi gösterirlerse Allah da onları tutar ve ayağa kaldırır. O, şimdiye kadar nice yok olmaya yüz tutmuş milletleri yeniden ihya etmiştir.

Öte yandan, umumî bir dirilişin ancak toplumun bütün birimleri ve müesseseleriyle dirilişine bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Bir milleti, bir devleti ayakta tutan dinamik güçler nelerse bu güçlerin yeniden kendi değerlerine yönelmesi gerekir. Numarası, kalıbı bize uymayan fikirler bize can olamaz, hayat veremez. Bizim kimliğimize yabancı felsefe ve ideolojiler bizi ayağa kaldıramaz. Başkalarının ölçü ve kıstaslarını esas almak bizi yanıltır. Bizler hangi iklimde neş’et ettiysek, hangi kültürün insanlarıysak, şuuraltı müktesebatımız neyse, tarihî mefahirimiz hangi blokaj üzerine oturuyorsa ancak bunlara dayanarak yeniden var olabileceğimizi bilmeliyiz. Başkalarından alacağımız şeyleri de kendi değer hükümlerimizle filtre ederek almalıyız.

Maalesef asırlardır kendi değerlerimizden çok uzaklaşmışız, âdeta kendimizden kaçmışız; hem de nereye kaçtığımız ve yolun sonunda neyi elde edeceğimiz belli olmadan. Daha da kötüsü, bize ait değerlerden utanmaya başlamış, onları tahkir etmişiz. Kendi doğrularımızı bir kenara bırakıp başkalarına ait eğri büğrü şeyleri almış ve onları doğru zannetmişiz. Biz kendi değerlerimize saygı duymazsak başkaları niye saygı duysun ki! Şunun çok iyi bilinmesi gerekir ki bir kısım kimselere benzemekle onlara şirin görünmek katiyen mümkün değildir. Aksine siz, kendi kültür mirasına bile sahip çıkmayan dönek insanlar olarak görülürsünüz. Hakkınızda, “Bunlar bugün bize şirin görünüyor, acaba yarın ne yapacaklar!?” dedirtirsiniz. Güven vermezsiniz.

Bu yüzden mevcut kaynakları bir kere daha inceleyerek, satır aralarındaki derin manaları keşfederek bize ait güzelliklerin ortaya çıkarılması, gösterilmesi, onlara karşı hayranlık uyarılması ve hayata mâl edilmesi gerekiyor. Dinimizin yücelttiği ne kadar değer, Kur’ân ve Sünnet’in filtresinden geçmiş kültür dünyamıza ait ne kadar güzellik varsa bunları bir taç gibi başımıza koymalı ve onlarla iftihar etmeliyiz. Şartların müsaade ettiği ölçüde en küçük detayına kadar dinimizi yaşamalı ve bu konuda hiç taviz vermemeliyiz. Kendi değerlerimize dönme zamanı çoktan gelmiştir.

Zamana Karşı Sabır ve Teenni

Şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir: Bugüne kadar bütün yükselişler, bütün açılımlar, bütün oluşumlar tedrici olarak adım adım gerçekleşmiş, âdet-i sübhaniye böyle tecelli etmiştir. Mesela Hz. İsa’nın havarileri, tarihte eşine ender rastlanacak ölçüde imanlı, ihlâslı, davalarına bağlı kişilerdi. Kendi din ve diyanetlerini neşretme konusunda oldukça istekli ve gayretliydiler. Bu konuda bütün tehlikeleri göze alacak kadar da cesurdular. Buna rağmen ancak Hz. İsa’nın vefatının ardından otuz küsur sene geçtikten sonra Roma’ya girebilmişlerdir. Payitahta ulaşma ve orada etkili olma ise onların çıraklarına nasip olmuştur.

Keza İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) ve etrafında halelenen sahabe-i kiram efendilerimiz, ilâhî mesajı gönüllere duyurmayı hayatlarının biricik gayesi yapmış ve bu uğurda her türlü fedakârlığa katlanmışlardır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) irtihal-i dâr-ı beka buyurduğunda etrafında yüz bin kadar sahabe olduğu rivayet ediliyor. İslâm’ın Arap yarım adasının dışında yayılması ise Raşit Halifeler döneminde gerçekleşmiştir. Yani ilâhî mesajı tam anlamıyla temsil edebilen kıvam kahramanlarının gönüllere girmesi bile uzun yılları almıştır.

Aynı şekilde Devlet-i Âliye, kuruluşundan ancak bir buçuk asır kadar sonra büyük bir devlet olarak arz-ı endam etmiş, nam u nişanı bütün dünyada duyulmuştur. Osmanlı, Sultan Fatih ile istikrarlı bir yapıya kavuşmuş, Yavuz Selim ve Kanunî Sultan Süleyman (aleyhimu’r-rahmetü ve’l-gufran) devirlerinde tam anlamıyla kendisini ifade etmiş, devletler muvazenesinde bir denge unsuru olmuştur. Günümüzde bazı Müslümanlar Kanunî dönemine özeniyor, yeniden o ihtişamlı günlere dönmenin türküsünü söylüyor ama onun kendine göre gerekliliklerinin olduğunu unutuyorlar. Bu işler sadece kaba kuvvetle, silah gücüyle, birilerine dayatmalarda bulunarak olmuyor. Olanını da biz istemeyiz. Önemli olan, gönüllerin fethedilebilmesi ve başkalarına güven telkin edilebilmesidir. Çok farklı din ve milletlerden insanlar başları sıkıştığında sığınacak merci olarak Osmanlıyı görmüşlerdi. Kendi ülkelerindeki despot yöneticilerin zulüm ve baskısından kaçan bir kısım azınlıklar Osmanlının himayesine girmişlerdi. Osmanlı, hakka riayetiyle, adaletiyle, hoşgörüsüyle, yardımseverliğiyle onlara bu güveni vermişti.

Sadece güç ve kaba kuvvete dayanarak ilerleyeceğini, amacına ulaşacağını, problemleri çözeceğini zannedenler büyük bir yanılgı içindedirler. Yapılması gereken şey, Hz. İsa’nın havarilerini, Allah Resûlü’nün sahabelerini, Osmanlıyı zirvelere çıkaran değerler nelerse bunları yeniden kazanmaya çalışmak, bu değerlerle dopdolu nesiller yetiştirebilmektir. Ancak bu değerleri ihya edebilmek ve bu yolla yeni bir nesil yetiştirebilmek, tarihinden getirdiği değerlerini modern dünyanın geldiği noktayla mezcedebilecek yeni bir insan inşa edebilmek kolay değildir. Ağaçları yok olmuş bir araziyi bile yeniden yeşertmek yıllar ister. İnsana yatırım bundan çok daha zordur. Yüksek insanî değerleri kendine mal edebilmiş donanımlı bir nesil yetiştirebilmek için en az yarım asra ihtiyaç vardır. Bunlar ümitleri kırmamalı, kimseyi ye’se atmamalı, azim ve gayretleri öldürmemelidir. Nihai semereler olmasa da her neslin kendi döneminde mazhar olacağı nimetler vardır. Biz, bize düşen vazifeleri yapmakla mesul olduğumuz gibi, bizden sonraki nesiller de kendilerine düşeni yapmakla mesuldürler.

Evet, günümüzde çözüm bekleyen yığınla problem var. İslâm dünyası hiç olmadığı kadar dağınık ve perişan. İslâm’a ve Müslümanlara karşı değiştirilmesi çok zor ön yargılar oluşmuş. Böyle bir dünyada ruhumuzun âbidesini ikame edebilmemiz belli bir zamana vabestedir. Dolayısıyla bize düşen, imkânların müsaade ettiği ölçüde üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmek ve hassasiyetle sebeplere riayet etmektir. Yapılan hizmetleri bereketlendirecek ve neticeleri yaratacak olan Allah’tır. Dünyanın mevcut şartları gözümüzü korkutabilir. Yapılması gereken işlerin büyüklüğü nispetinde bir performans ortaya koyamamamız bizi ümitsizliğe düşürebilir. Ne var ki “Bununla ne olur, nereye varılır ki!” demeden işlerin bir ucundan tutmalı ve üzerimize düşeni yapmalıyız. Neticeyi yaratacak Allah’tır. Yapılan hizmetleri alıp gideceği yere götürecek olan Allah’tır. Birçok âyet-i kerimede hidayetin yalnız Allah’a ait olduğu vurgulandığına göre bize de buna göre düşünmek ve hareket etmek düşer. Şayet Allah katında hora geçecek bir kıvam sergilersek Allah da ekstra lütuflarda bulunur.

Kalb ve Ruhta Diriliş

Bugüne kadar niceleri yeni bir diriliş hedefiyle yollara döküldüler. Güçle, iktidarla, siyasetle bu hedeflerine ulaşacaklarını zannettiler. Oysaki asıl dirilişin ruhta, gönülde, histe, duyguda, düşüncede, latifelerde yaşanması gerekiyordu. Kalb ve ruh hayatları ölmüş, ihsas ve ihtisasları körelmiş, his ve heyecanları pörsümüş olanların bedenen diri olmalarının hiçbir faydası yoktur. Bu yüzden ruh ve manada dirileceğimiz âna kadar umumî bir dirilişten de söz edilemez. Zira ancak kalben ve ruhen diri olanlar başkalarına hayat üfleyebilir. İç dünyaları itibarıyla bir itminana, doygunluk ve dolgunluğa ulaşan insanlara çok büyük görülen problemlerin çözümü bile çok basit gelir. Onlar, önlerine çıkan uçurumları ve derin vadileri küçük bir hendeği atlama rahatlığıyla aşabilirler. Ancak hayvaniyet ve cismaniyetten çıkamamış, kalb ve ruhun hayat derecelerine yelken açamamış, kendilerini bir çağlayana salamamış kimselere gelince, onların insanlığa ifade edecekleri çok fazla bir şey yoktur.

Günümüzde yeryüzünde muvazene unsuru olacak, İslâmî değerleri kendi kamet-i kıymetiyle temsil edecek bir devlet yok. İslâmî düşünce tarzını hakkıyla ihya edecek, kendi dünyamızı bütünüyle imar edecek bir hareket de yok. Bizler de bu yokların meydana getirdiği korkunç bir boşlukta yaşıyoruz. Ekonomik sistemden sosyal yapıya, ahlâkî normlardan hukukî disiplinlere kadar çözüm bekleyen yığınla problem var. Bunların hiçbirinin ihmal edilmemesi gerekiyor. Islah adına her alanda bir şeylerin yapılmasına ihtiyaç var. Fakat işe nereden başlanacağı, himmetlerin nereye teksif edileceği meselesi büyük önem arz ediyor. Siz imanı takviye etmeden, ahlâkı oturtmadan, düşünce dünyanızı ikame etmeden ekonomiye, sosyal yapıya, siyasete, hukuka dair problemleri çözemezsiniz. Bazı kırıkları tamir etseniz bile bir süre sonra yeniden çatlaklar, yırtıklar oluşmaya başlar. İnsanların vicdanlarına bir polis, bir bekçi, yanlışlara dur diyen bir yasakçı koyamadığınız sürece yaşanan boşlukları dolduramazsınız. Bu itibarla öncelikle vicdanlarda, kalblerde ve zihinlerde bir diriliş yaşanmalıdır ki bu dış dünyaya da aksetsin.

İslâm dünyasının asıl problemi iman problemidir. Burada çok büyük bir gedik açılmıştır. Siz bu gediği kapatmadığınız sürece başka tarafları sıvamaya çalışsanız da bu sıvalar tutmayacak, dökülecektir. Statiği bozuk, temelleri zayıf bir binanın duvarlarını boyamak abesle iştigalden başka bir şey değildir. Dolayısıyla asıl üzerinde durulacak ve en çok tahşidat yapılacak konu, imanî ve ahlâkî meselelerdir. Yazarken, konuşurken, bir yayın politikası takip ederken önceliğimiz hep bu olmak zorundadır. Onun için demiyor mu Hz. Pir, “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir.” Ümmühata ait meselelerin (ana konular) zaafa uğradığı bir yerde enerjiler füruat sayılabilecek hususlarda tüketilmemelidir.