Tevbe ve İstiğfar

Tevbe ve İstiğfar

Soru: Günahlara karşı net bir tavır ortaya koyabilmek ve samimi bir gönülle tevbe ve istiğfara yönelebilmek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Hata ve günahlar için Cenab-ı Hak’tan bağışlanma istemeye istiğfar, inhiraf yaşadıktan sonra tekrar O’na dönüş yapmaya da tevbe diyoruz. Tevbe ve istiğfarda önemli olan, işlenen günahların, manevî hayatımızda, kalb ve ruh dünyamızda açtığı yaraların bilinmesi, günahın pişmanlık ve ızdırabının uykuları kaçıracak ölçüde derinlemesine hissedilmesidir. Dolayısıyla ister elle ister dille ister gözle olsun, rahatça günah işleyen, işlediği günahlar karşısında müteessir olmayan, tevbe ve istiğfarla hemen onları temizlemeye çalışmayan birinin kalbi zamanla katılaşır ve netice olarak da imanı zayıflar. Şayet bir kimse çok rahatlıkla harama bakabiliyor, yalan söyleyebiliyor, başkalarının gıybetini yapabiliyorsa onun manevi immün (bağışıklık) sistemi çökmüş demektir.

Mikrop ve virüsler vücudumuza girdiğinde immün sistemimiz devreye girer ve onlara karşı koyar. Mesela hastalık zamanlarında burnumuzun akması, öksürmemiz, ateşimizin çıkması gibi durumlar immün sisteminin çalıştığını gösterir. Aynen zararlı mikrop ve virüsler gibi günahlar da kalb ve ruh hayatımızda yaralar açar. Manevî immün sistemi güçlü kimseler günahlara hemen tepki verir; sürçmesinden pişmanlık duyar, ondan kurtulmak için gözyaşı döker, tevbe ve istiğfara yönelir. Günah karşısında ortaya konacak böyle bir reaksiyon, vicdanın diriliğine, kalbin hayatiyetine ve imanın gücüne delalet eder. Ölü bir kalb, duyarlılığını kaybetmiş bir vicdan günahlar karşısında tepki göstermez. Günahı günah olarak görmeyen, onun tahribatını hissetmeyen, ona adım atmaktan ürpermeyen kişinin, imanını bir kere daha gözden geçirmesi gerekir.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, mü’minin, günahı, üzerine yıkılıverecek bir dağ gibi gördüğünü, görmesi gerektiğini beyan eder. Bu yüzden büyük zatlar günaha karşı çok hassas yaşamışlardır. Günaha doğru bir adım atmayı bile, gırtlağına kadar bataklığa saplanma gibi görmüşlerdir. Bilerek veya farkında olmadan günah işlediklerinde veya günah işlediklerini zannettiklerinde hemen tevbe ve istiğfar kurnasına koşmuş ve günaha bir dakika dahi hayat hakkı tanımamışlardır. Küçüğüne büyüğüne bakmadan günahlar karşısında fevkalade bir ürperti duymuşlardır. İşte bu, günahı günah olarak görme ve onu kendi büyüklüğüyle içte duyma demektir.

Tevbe ve istiğfar, şeklî olarak bazı lafızların dilden dökülmesinden ibaret değildir. Tevbe, işlenen günaha karşı fevkalade bir pişmanlık duyma ve günahtan dönüp fevt edilen şeyleri telafi etmek suretiyle, yaşanan uzaklığı aşıp tekrar Rabbin kapısına varma gayretidir. İstiğfar ise, Hazreti Gafûr u Rahîm’den bağışlanma talebinde bulunmaktır. Tevbe ve istiğfarın hakkının verilmesi, yani günahın içte günah olarak duyulması, günah karşısında kalbin buruklaşması, bunun neticesinde dönüp Allah’a sığınılması ise imanın ve Allah ile irtibatın kuvvetine bağlıdır. İmana dair eserlerin okunması, enfüsî ve âfâkî âlem üzerinde tefekkür edilmesi, ibadet ü taate devam edilmesi imanı takviye edici hususlardır. Eğer bahsini ettiğimiz şey iman ve onun takviyesi ise özellikle Risale-i Nurları zikretmeden geçemeyiz. Zira Risale-i Nur yolu, en temelde imanı ispat ve takviye yoludur.

Eşya zıddıyla bilinir. Bu sebeple imanın boyasıyla boyanan, iman kalbinde oturaklaşan kişi, bunun zıddı olan küfür, şirk ve nifak gibi inhiraf sebeplerini veya insanı küfre götürebilecek zulüm, isyan ve günahları çok rahat sezip tanıyabilir ve bunlardan uzak durabilir. Sıcak sudan çıkan bir insanı hemen soğuk suya atarsanız onun soğukluğunu iliklerine kadar hisseder. Fakat sıcak suyun tesirinden çıkan ve yavaş yavaş soğuğa alışan bir kişi suyun soğukluğunu aynı ölçüde hissedemez. Günahları da bunun gibi düşünebiliriz. İmanın enginliğini sürekli kalbinde duyan biri, küfür ve dalaleti veya onlara götürücü sebep ve vesileleri de çok iyi hisseder; buna göre de tepki verir, onlara karşı koyar. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla günaha giren kişi küfre doğru bir adım daha yaklaşmış ve imandan da bir adım uzaklaşmış olur. Günahın büyüklüğüne göre bu bazen birkaç adım bazen de daha fazla olabilir. Eğer bilerek veya bilmeyerek günah kirine maruz kalan birinin kalbi ağzına kadar imanla dolu ise o bundan fevkalade rahatsızlık duyacak, günahın hacaletini iliklerine kadar hissedecek ve hiç vakit kaybetmeksizin hemen arınma kurnalarına koşacaktır. Fakat bir insanın gönlünde imanın gücü ve eseri zayıflamışsa onun günahlar karşısında göstereceği reaksiyon da o ölçüde zayıf olacaktır. Bu itibarladır ki günümüzde her şeyden daha çok iman üzerinde durmaya ve her fırsatı onu takviye etme istikametinde değerlendirmeye ihtiyaç vardır.

İkinci olarak, insanın hakkıyla tevbe ve istiğfar edebilmesi biraz da günahın mahiyetini bilmeye bağlıdır. Hemen şunu ifade etmek gerekir ki günah hem Rabbimizin hukukuna riayetsizliktir hem de nefsimize yaptığımız bir zulümdür. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ ظَلَمُٓوا اَنْفُسَهُمْ “Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Hûd sûresi, 11/101) Burada nefisten kastedilen mana, nefs-i emmare, nefs-i levvame, nefs-i mutmainne kategorileri içinde mütalaa edilen nefis değildir. Nefis denildiğinde daha çok, insana kötülükleri emreden mekanizma veya şeytanın insanla münasebet kurduğu santral anlaşılır. Fakat âyet-i kerimede geçen nefis, insanın bizzat kendisi, kendi zatı demektir. Âyet-i kerime, Allah’a isyan eden kimselerin kendilerine zulmettiklerini, haksızlık yaptıklarını, kendilerine yazık ettiklerini haber verir. Evet, günah işleyen kimse, Allah karşısındaki konumunu koruyamamış, kendi kendine zarar vermiş, kendi akıbetini tehlikeye atmış demektir ki bütün bu neticelerin insanın kendisine karşı işlediği birer zulüm olduğunda şüphe yoktur.

Günahlar aynı zamanda Allah hakkını gözetmemektir. Çünkü günah işlemek suretiyle Allah’ın koymuş olduğu sınırlar geçilmiş, O’nun emir ve yasakları görmezden gelinmiş olur. Bu aynı zamanda Allah’a karşı büyük bir saygısızlıktır. Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere insanın günah ve masiyet işlemesine karşı Allah’ın “gayret”i, tabiri caizse kıskanması vardır. Teşbihte hata olmasın, nasıl ki insanın kendi haysiyet ve namusunu müdafaa ve muhafaza etme konusunda bir sakınması vardır, onları gözünden bile kıskanır, Allah da mükerrem olarak yarattığı kullarının günah işlemeleri karşısında çok gayurdur; onların günahlarla kirlenmelerine, Kendisinden uzaklaşmalarına razı olmaz.

İşte bütün bunları mülahazaya alan bir kişinin günah karşısında ürpermemesi, ürperip tevbeye koşmaması mümkün değildir. Günahın ne olduğunu bilmeyen ve onu hafife alan bir insan ise günahın ağırlığını vicdanında hissetmeyecek ve dolayısıyla tevbe ve istiğfara yönelmeyecektir. Yönelse de onun tevbesi lafta kalacaktır. Dilinden dökülenlere kalbi inanmayacaktır. Dolayısıyla da tevbeden sonra günah işlemeye kaldığı yerden devam edecektir. Allah’a döndüm dedikten biraz sonra O’ndan dönecektir. Oysaki günahın pişmanlığını vicdanında duyma, mahzun ve kederli bir kalble Allah’a yönelme, tevbesinde kararlı olma, günah ile arasına mesafe koyma ve onda ısrar etmeme, tevbe ve istiğfarın başlıca şartlarıdır.

Maalesef günümüzde günah kapıları ardına kadar açıldı. Kapalı bir ibahiyecilik (hiçbir ahlâkî değeri kabul etmeme, her şeyi mübah görme) anlayışı gelişti. İnsanlar bataklığın birinden kurtulmaya çalışırken başka bir bataklığın içine düşüyorlar. Günaha açık yaşayan insanların bir kısmında bir süre sonra üzerlerindeki kiri pası temizleme düşüncesi de kalmıyor. Düştüklerinde, sürçtüklerinde yaptıklarından pişman olmuyor ve durumlarını gözden geçirmiyorlar. Dolayısıyla da günahlarda ısrar ediliyor ve üst üste kirlenmeler yaşanıyor. Böyle kirli bir atmosferde yaşayan insanların ayaklarını sağlam bir zemine basmaları, salih bir dairede hayat sürmeleri ve sürekli imanda derinleşmeye çalışmaları daha da önem arz ediyor. Şayet sizin kendi ikliminizi soluklayabileceğiniz mekânlarınız ve ortamlarınız varsa, muvakkaten günaha açık yerlerde dolaşsanız da hemen buralara sığınır ve arınırsınız. Bu tür ortamların kendi kendine oluşmayacağı ise açıktır. Öyleyse her yerde sinesi dertli birkaç insan bir araya gelmeli, birlikte sohbet ve müzakere yapabilecekleri, dua ve ibadet edebilecekleri manevi ortamlar oluşturmalıdırlar ki buralarda nefeslenebilsinler, manevi olarak arınabilsinler ve yenilenebilsinler.