Dik Duruş

Dik Duruş

İnsanda garaz, kin, nefret, düşmanlık ve haset gibi öyle duygular vardır ki bunlar kontrol altına alınmadığı takdirde onu manen kör, sağır ve kalbsiz hâle getirebilir hatta insanlıktan çıkarıp saldırgan bir canavara dönüştürebilir. Çevremize bakacak olursak nicelerinin bu tür olumsuz duyguların akıntısına kapılıp gittiklerini ve bu etkiyle ne büyük cürümler işlediklerini görebiliriz. Bu noktada mü’mine düşen vazife, iradesinin hakkını vererek, bu duygularını dizginleyerek istikamet üzere hayatını devam ettirmektir. O, başkalarının kaydığı, devrildiği ve düştüğü bu kaygan zeminleri Allah’ın havl ve kuvvetine istinat ederek kaymadan aşabilmeye bakmalı, maruz kaldığı kötü muameleler karşısında asla kendi karakterinden taviz vermemeli, tavrını hiç değiştirmemelidir.

Kur’ân’ın ifadesiyle insanoğlu ahsen-i takvime mazhar olarak, maddî ve manevî donanımı itibarıyla en güzel bir surette yaratılmıştır. (Tîn sûresi, 95/4) O, şan ve şeref sahibi mükerrem bir varlıktır. (İsrâ sûresi, 17/70) Bunca büyük lütuflara mazhar olan bu özel varlığın omuzlarına yüklenen vazife, yaratılışındaki bu mükemmelliğe uygun davranışlar ortaya koymak, Allah’ın kendisine verdiği ömür müddetince doğruluk ve istikametten hiç ayrılmamak, fıtratında mündemiç olan olumsuz duyguların kendisini yoldan çıkarmasına katiyen müsaade etmemektir.

Özellikle deme damara dokunan durumların çok yaşandığı günümüzde duygu ve düşüncede dengeyi korumak daha bir önem arz etmektedir. Kinlerine, hasetlerine ve kibirlerine yenik düşen zavallılar, bin bir emek ve gayretle ortaya konmuş bir harmanı yakıp yıkmaya çalışıyor. Yaşanan zulümler, tahakkümler, tasallutlar en müstakim insanların bile dengesini bozabiliyor. İşte belâ ve musibetlerin birbirini takip ettiği bu tür fitne zamanlarında Cenab-ı Hak’la münasebeti daha bir güçlendirmek ve iradenin hakkını vermek suretiyle hep dimdik durabilmek; her çeşidiyle inhiraf ve sapmalardan azade kalabilmek fevkalade bir gayret ve azme vabestedir.

 Allah biliyor ki nam-ı celil-i Muhammedî’yi (sallallahu aleyhi ve sellem) her yerde bir bayrak gibi dalgalandırmaktan, genç nesillerin elinden tutarak onlara eğitim imkânları hazırlamaktan, dünya çapında umumi bir sulh u selametin yaşanması için gayret etmekten başka bir hedefimiz olmadı. Hep sevgi dedik, barış dedik, kardeşlik dedik, hoşgörü dedik, insanlık dedik ve bu insanî değerleri yaşatmak için projeler geliştirdik, müesseseler kurduk. Hizmete gönül veren adanmışlar, tıpkı sahabe efendilerimiz gibi, Allah’ın gönüllerine ifaza buyurduğu (akıttığı) hakikatleri muhtaç sinelere boşaltabilmek için dünyanın dört bir yanına açıldılar,  iradi hicretler yaptılar. Arkalarına bakmadılar, kendilerini düşünmediler, beklentiye girmediler, dünyaya takılmadılar. Gittikleri yerlerde kendi sa’y ve gayretleriyle gaye-i hayallerine hizmet edecek müesseseler inşa ettiler, bunların inşasında birer ırgat gibi çalıştılar. İnsanlığın sulh u selameti için yapmaları gerekli olan şeyleri yaptılar, denmesi gerekli olan şeyleri dediler. Allah’ın izni ve inayetiyle kısa zamanda göz doldurucu başarılara imzalar attılar.

Ama neylersiniz ki yeryüzünde tiranlar da, onların irtikap etmiş olduğu zulüm ve haksızlıklara karşı sükût eden dilsiz şeytanlar da hiçbir dönemde eksik olmamıştır. Firavunlar, nemrutlar, yezitler, haccaclar her dönemde var olmuşlar ve bundan sonra da varlıklarını sürdüreceklerdir. Egolarına esir düşen bu narsist ruhlar, yapmış oldukları zulüm ve eziyetlerle Allah davasına sahip çıkan insanlara âdeta kan kusturmuşlardır. Kimilerini öldürmüş, kimilerini vatanını terk etmeye zorlamış, kimilerini hapse tıkmış, kimilerinin de alın teriyle kazandığı malına mülküne çökmüşlerdir. İşledikleri vahşet ve zulümler kadınlara, çocuklara, yaşlılara kadar uzanmıştır. Zalimlerin ad ve unvanları değişse de işledikleri mezalim hep aynı olmuştur. Çünkü hepsi de Kur’ân’da resmedilen firavun ahlâkına sahiptir. Saltanatlarına aldanmış, ikballerini düşünmüş, dünyayı ebedi zannetmiş, ahireti unutmuşlardır. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde, çile çekmek, nebilerin ve onların sadık takipçilerinin değişmez kaderi olmuştur.

Ne var ki hiçbir zulüm onu yapanın yanına kâr kalmamıştır. Zalimler, diz boyu değil gırtlaklarına kadar yaptıkları melanetlerle kendi su-i akıbetlerini ve helaklerini hazırlamış, masum insanlara reva gördükleri eza ve cefanın cezasını çekmişlerdir. Mazlum ve mağdur duruma düşürdükleri insanların külliyet kesp eden dua ve niyazları, inilti ve gözyaşları arşa ulaşıp gayretullahı harekete geçirmiştir. Cenab-ı Hak, tevbe edip dönsünler diye o zalimlere işin başında mehil üstüne mehil vermiş fakat gayretullaha dokunduğunda, masumlara ilişen bu gaddar zalimlere öyle bir ilişmiştir ki iflahlarını kesmiştir. Bunun yanında, gün gelmiş onlar, vahşice, zalimce ve haince düşüncelerle senarize ettikleri ve işbirlikçileri vasıtasıyla sahneye sürdükleri kötülüklerinden ötürü maşeri vicdanda da mahkûm edilmiş ve arkalarından lanetler yağdırılmıştır.

Ben görür müyüm görmez miyim bilemiyorum fakat siz günümüz tiranlarının su-i akıbetlerine şahit olacaksınız. Allah’ın adalet terazisini bozanların er geç nasıl belalarını bulduklarını göreceksiniz. Bunu, Allah’ın Hak ismine ve adaletine güvenin bir ifadesi olarak söylüyorum. Yoksa dileriz ki belalarını bulmadan Cenab-ı Hak onları da hakikî İslâmiyet’e ve insanlığa uyarsın. Onların da gözlerini açsın, hak ve hakikati onlara göstersin ve sırat-ı müstakime hidayet buyursun. Görüş ve fetvalarıyla, söz ve yazılarıyla onlara destek verenlere akıl, fikir ve izan nasip eylesin! Bunca mezalim karşısında dilsiz şeytan olmayı tercih eden yığınların gözlerini açsın ve kalblerini hak ve adalet duygusuna uyarsın! Keşke zalimler zulümlerinden vazgeçseler, keşke gerçek imana gözlerini açsalar!

Sözün özü, zalim, karakterinin gereğini yerine getirmeye devam edecek fakat eninde sonunda yaptıklarının cezasını bulacaktır. Bunun yanında tehditler, tazyikler, tehcirler, tenkiller, dün olduğu gibi bugün de yarın da hak ve hakikat diyenlerin peşini bırakmayacaktır. Allah’a yürekten inanmış insanlar, yürüdükleri yolda bütün bunları hesaba katarak devam etmelidirler. Zalimler kendi karakterlerinin gereğini yerine getirirken onlar da yapmaları gerekli olan şeyleri çok iyi bilmeli ve ifa etmelidirler. Katlanmaları gereken şeylere katlanmalı, göğüs germeleri gerekenlere göğüs germelidirler. Önemli olan, gelip gelip toslayan zulüm dalgaları karşısında dimdik durabilmek, olumsuzluklara takılmadan yürüyebilmek ve çekilen çilelere değecek işler yapabilmektir.

Sahabe efendilerimiz sıcak çöllerde taşların altında inim inim inlemiş, Şi’b-i Ebî Talip’te boykotlara maruz kalmış, yurtlarını yuvalarını terk etmeye zorlanmış ama sonrasında izn-i ilâhî ile gönülleri fethetmişlerdi. Kendileri hazan yaşamış ama bağırlarında gülistanların, bostanların, baharistanların yeşermesini sağlamışlardı. Döktükleri terler ve akıttıkları gözyaşları âdeta gökten inen rahmet bulutlarına dönüşmüş ve uğradıkları yerleri bağa, bahçeye çevirmişlerdi. Eğer bugünün adanmışları da kurumuş çölleri yeşertmek istiyorlarsa aynı yoldan yürümek zorunda olduklarını unutmamalıdırlar.

Şayet yürüdüğünüz yolu Kur’ân-ı Kerim’in, Sünnet-i Sahiha’nın ve selef-i salihinin temel kriterleriyle test etmiş ve doğru olduğuna inanmışsanız, artık bundan sonra yapılacak iş, sağa sola sapmadan, şaşırmadan, inhiraf yaşamadan dosdoğru yürüyebilmektir. Zira bu yoldan ayrılma aynı zamanda Kur’ân’ın, Sünnet’in ve seleflerimizin yolundan ayrılma demektir. Onların yolundan ayrılan ise iflah olmaz. Dökülenlere bakıp demek ki böyle de oluyormuş demek ve inhiraflarımıza bahane aramak sadece bir züğürt tesellisidir. Senelerce boykota, baskıya ve işkenceye maruz kalan sahabenin “of” dediğini, yolundan şaştığını duydunuz mu? Onlar demedilerse bize de “of” dememek düşer. Bugün “of” demeyenlere Cenab-ı Hak yarın “oh” dedirtir.

İnsan tabiatını görmezden gelemeyiz. Maruz kalınan eza ve cefa karşısında bir beşer olarak üzülürüz, içimiz burkulur. Tiran bozmalarının yapmış oldukları her bir zulüm bir mızrak gibi sinemize saplanır. Bir insanın onca fecaî ve fezai karşısında üzülmemesi, teessür duymaması gamsızlıktır, hissizliktir. Ne var ki en başta da ifade edildiği gibi bütün bu olumsuzluklar karşısında istikametten ayrılmayız, hislerimizin tesiri altına girmeyiz, üzüntümüzü şikâyete çevirmeyiz. Söz ve tavırlarımızla çevremizdeki insanların kuvve-i maneviyelerini kırmaz ve onları ümitsizliğe atmayız. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yaşanan tazyiklerin inkişaflara vesile olacağına inanır, maruz kalınan sıkıntıların kazanımlarını düşünür, sabır ve rıza ile Allah’ın yardım ve inayetini talep ederiz. Allah, yolunda yürüyenleri -istikametlerini korudukları sürece- hiçbir zaman tepe taklak etmemiş, onları asla yarı yolda bırakmamıştır. Yolun bir noktasında onların bir kısım eziyetlere maruz kalmasına izin verse bile, daha sonra ellerinden tutmuş ve sahil-i selamete çıkarmıştır.

***

Not: Bu yazı, 6 Mart 2016 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.