Allah’adır Tevekkülümüz

Allah’adır Tevekkülümüz

İnsanlık tarihinin her döneminde nebilerin, sıddıkların, salihlerin yanında firavunlar, yezitler, şeddatlar, şimirler de hiç eksik olmamıştır. Ne var ki âyet-i kerimenin de beyan ettiği üzere akıbet hep muttakilerin olmuştur. (Hûd sûresi, 11/49) Yüzleri Allah’a müteveccih olanlar; utanmayacakları, mahcup olmayacakları, “keşke” demeyecekleri bir hayat yaşamış ve neticede de içlere inşirah veren aydınlık bir akıbete yürümüşlerdir.

Bu öyle bir akıbettir ki yaşanan sıkıntıların elemi gider lezzeti kalır; bu dünyada çekilen sıkıntılar orada tatlı birer menkıbeye dönüşür. Salihler de karşılıklı olarak kendileri için hazırlanan koltuklara yaslanır, birbirlerine tebessümler yağdırır ve bu dünyada yaşadıkları olayları anlatırlar. Yezitlerin kinle, gayzla nasıl üzerlerine geldiklerini, Haccacların nasıl amansız ve insafsızca saldırdıklarını, şimirlerin kendileri için nasıl darağaçları kurduklarını tatlı birer menkıbe ve hatıra şeklinde birbirlerine naklederler. Zalimlerin kendilerine çektirdiği sıkıntılar gözlerinde o kadar küçülür ki, “Dünyada iken bunları gözümüzde ne kadar da büyütmüşüz!” derler.

Sadece bugünü yaşayan, perspektiflerinde yarın, öbür gün olmayan, yüzleri ukba yerine dünyaya dönük bir hayat yaşayan zalimler ise bin hasret ve nedamet yaşayacakları, “keşke”lerle iki büklüm olacakları karanlık bir akıbete sürüklenirler. Öncekiler gidip Allah’a ve O’nun ebedî nimetlerine kavuşurken, o bedbahtlar dökülür yollarda kalırlar. Sızlanırlar, Allah’a yalvarıp yakarırlar, pişmanlık içinde kıvrım kıvrım kıvranırlar fakat kaçırdıkları fırsatları telafi etme imkânı bulamazlar.

Mademki bizi bekleyen akıbet budur, o hâlde burada başa gelen sıkıntılar karşısında paniklememek, sarsılmamak, sabırla mukavemet etmek gerekir. Önemli olan, gidilen yolun doğruluğudur. Şayet Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin her yerde bir bayrak gibi dalgalanmasını, rûh-u revân-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasını gaye-i hayal hâline getirmişseniz, bela ve musibetler karşısında dimdik durmasını bilmelisiniz. Her şeyi saçıp savuran, çınarları bile deviren muhalif rüzgârlar karşısında eğilmemeli, yerinizde sabit durabilmelisiniz. “Bu gaye-i hayalim gerçekleşecek olduktan sonra gelse celalinden cefa yahut cemalinden vefa, ikisi de cana safa, lütfun da hoş kahrın da hoş” demeli ve yürümeye devam etmelisiniz.

Hatta peygamberlerin ve onların sadık takipçilerinin yaptığı gibi yerine göre üzerinize gelen ifritlere karşı meydan okumalısınız. Nitekim türlü türlü ızdırap ve sıkıntılara maruz kalan Hz. Nuh’un (aleyhisselam), inkârcı ve azgın kavmine karşı sarf ettiği şu sözler böyle bir meydan okumanın ifadesidir: فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُواْ أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُواْ إِلَيَّ وَلاَ تُنظِرُونِ Biraz açarak meal verecek olursak: “Şunu bilin ki ben yalnız Allah’a dayanıp güvendim. Siz de isterseniz bütün hile ve tuzaklarınızı toplayıp üzerime gelin. Ortaklarınızı da yardıma çağırın, yanınıza alın. Bütün hazırlıklarınızı yapın, bütün imkânlarınızı seferber edin ki içinizde ‘Keşke şunu da yapsaydık’ diyeceğiniz bir ukde kalmasın. Sonra hiç beklemeden, meseleyi ağırdan almadan kararınızı uygulayın, yapacağınızı yapın.” (Yunus sûresi, 10/71)

Hz. Nuh, burada ülülazm bir peygambere yakışan edayla konuşuyor. Önce Allah’a duyduğu sarsılmaz güven ve itimadı ortaya koyuyor, sonra da kendisine düşmanlık besleyen kavmi karşısında dimdik duruyor, onlara meydan okuyor. O, bu tavrıyla arkadan gelen mü’minlere de örnek oluyor, Allah’a inanan insanların, hasımları karşısında nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğini gösteriyor.

Hangi peygamberin sözlerine kulak verseniz benzer şeyleri işitirsiniz. Hangi peygamberin hayatına baksanız aynı duruşu görürsünüz. Ülülazm peygamberlerin ikincisi Hz. İbrahim (aleyhisselam), kendisine karşı kurulan komplo ve tuzakların birbirini takip ettiği bir dönemde bütün nemrutlara meydan okuyarak dimdik durmuştur. Kendisiyle tartışmaya giren kavmine karşı gür bir sesle şöyle demiştir: “Allah, bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O’nun hakkında tartışıyor musunuz? Sizin O’na ortak saydığınız şeylerden ben hiç bir zaman korkmam. Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin ilmi her şeyi kapsar. Hâlâ kendinize gelip ders almayacak mısınız?” (En’âm sûresi, 6/80) Aynı şekilde o, bela ve musibetler karşısında içini Allah’a şöyle dökmüştür: رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda varış da zaten Sanadır.” (Mümtehine sûresi, 60/4)

Hz. Musa’nın (aleyhisselam) ümmetinden bir kısım kimselerin şu tertemiz solukları da aynı noktaya vurguda bulunur: عَلَى اللّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا لاَ تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ “Tevekkülümüz Allah’adır, işimizi O’na havale ettik. Ey Rabbimiz, zalim bir kavim karşısında bizi imtihanı kaybeden kimselerden eyleme, bizi onların zulüm ve baskılarına maruz bırakma!” (Yunus sûresi, 10/85) Bu yakarışlar da dimdik durmanın farklı bir ifadesi olarak okunabilir. Zira Allah’a dayanan bir kimsenin başka hiçbir güç karşısında eğilmesi söz konusu olamaz.

Firavun’un ordularıyla önüne çıkan deniz arasında sıkışan Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) hiç tereddüt etmeden, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ “Rabbim benimle beraberdir ve mutlaka bana bir yol gösterecektir.” (Şuara sûresi, 26/62) sözleriyle yanındakileri teskin etmesiyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), müşriklerin kendisini öldürmek için Sevr sultanlığının kapısına kadar geldikleri bir anda, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا  “Tasalanma, şüphesiz ki Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) sözleriyle Hz. Ebû Bekir’in ruhuna itminan akıtması da aynı şekilde dik duruşun farklı yansımalarıdır.

Hz. Musa’nın bu sözlerinden sonra deniz ikiye ayrılmış, o ve kavmi selametle oradan geçerken, Firavun ve adamları boğulup gitmişlerdir. Ve yine Cenab-ı Hak, Mekkeli müşriklerin tuzak ve hilelerini bir güvercinle, zâhiren zayıf ve basit bir örümcekle defetmiş, bir yönüyle onları hezimete uğratmış, Allah Resûlü’ne ise ileride bir medeniyet merkezi hâline gelecek olan Yesrib’in yolunu açmıştır. İnananlar bir kısım imtihanlarla yoğrulmuş olsalar da neticede özlerine ulaşmış, Allah’a vâsıl olmuşlardır.

O dönemlerden günümüze gelecek olursak, çağımıza ışık tutan Hz. Pir-i Mugan’ın da kendi döneminin zalimleri tarafından maruz bırakılmadığı eza, görmediği cefa kalmamıştır. Fakat o hiçbir zaman zalimlere boyun eğmemiştir. Hatta yer yer onlara meydan okumaktan dahi geri durmamıştır: Mesela bir seferinde şöyle haykırır: “Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah!” (Lem’alar)

Başka bir yerde sesini biraz daha yükseltir ve gürül gürül şu sözleri söyler: “Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız! Kahhar bir el ile cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atılacaksınız! Arkamdan, pek çabuk sizin Nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur‑u İlahîde yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye, onları esfel-i safilîne atmakla intikamımı alacağım! Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz! İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlahiyeden ümit ederim ki mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapacağınız varsa göreceğiniz de var!” (Mektubat)

Hiçbir zulüm ebediyen devam etmez. Bela ve musibetler ne kadar uzun sürerse sürsün bir gün mutlaka geldiği gibi gider. Fakat şunu unutmamak gerekir ki kim ne yaparsa kendine yapar. Zalimler kendi elleriyle kendi berzah ve ahiret hayatlarını karartırlar. Fakat başa gelen sıkıntılar, onları çekenler için keffaretü’z-zünûb (günah ve kusurlara keffaret) ve vesile-i necat (kurtuluş vesilesi) olabilir. O yüzden başa gelen her şeyi sabırla, rızayla karşılamak çok önemlidir. Enderûnî Vâsıf ne güzel söyler:

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-ü kader,

Hakk’a tefviz-i umûr et; ne elem çek, ne keder.”

İşte bu sebepledir ki başa gelen felaketlerden ötürü ne sarsılmalı ne paniğe kapılmalı ne de yürüme ahengimizi bozmalıyız. Belki gidilen yolların durumuna göre vites değiştirebilir, hızımızı ayarlayabiliriz. Yollar tekrar şehrah hâline geldiğinde biz de vitesi yükseltiriz. Fakat önümüze rampalar, virajlar çıktığında yolun keyfiyetini göz önünde bulundurarak biz de hızımızı düşürür, yolun durumuna göre seyahatimizi sürdürürüz. Fakat durmayız. Hatta yürümeye imkân bulamadığımızda yerimizde hareket etmeye devam ederiz. Şayet bizi bu yola sevk edenin, yürüdüğümüz yolda önümüzü açanın ve yapmamız gereken şeyleri bize ilham edenin Allah (celle celaluhu) olduğuna inanıyorsak, yaşadığımız sıkıntılardan ötürü ümitsizliğe düşmeyiz. Yürüdüğümüz yolun Allah yolu olduğuna ve yürüyüşümüzün de O’na doğru gerçekleştiğine inanıyorsak şuna da inanırız ki O, yolunda yürüyenleri hiçbir zaman yalnız ve yüzüstü bırakmamıştır.

Yol O’nun, güzergâh O’nunsa bu yolda yürüyenler kaybetmez. Allah’a güvenen, maiyyet-i ilahiyeye eren bir insanın tasalanmasına gerek yoktur. O, zâhiren kaybettiği yerde bile büyük şeyler kazanır. Tıpkı bir mızrak darbesiyle yere yığılan sahabînin, “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki fevz u necata erdim (kurtuldum)!” (Buhari, cihad 9) demesi gibi. Ancak saraylara, makamlara, dünyanın fâni güzelliklerine bağlanan ve varlıklarını bunlarla sürdüren insanlardır ki kaybetmekten korkar, arkada bıraktıkları şeylerin üzüntüsünü yaşarlar. Çünkü bilirler ki bir zelzeleyle, dayandıkları şeyler sarsıldığı veya yıkıldığı zaman kendileri de bu enkazın altında kalıp ezileceklerdir. Gönlünü sadece Allah’a bağlayan insanın endişe edeceği hiçbir şey yoktur. Çünkü Allah bâkidir ve kendisine bağlanan kimseye yalnızlığın hasretini yaşatmaz.

***

Not: Bu yazı, 17 Ocak 2016 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.