Subhâneke Duası

Subhâneke Duası

Farzıyla vacibiyle, sünneti hatta adabıyla namazda yerine getirilen her fiilin, okunan her zikrin, namazın mahiyetine müteveccih engin manaları vardır. Sahib-i Şeriat bunları vaz ederken, onları, namazdan murad olunan mananın kamilen gerçekleşmesini sağlayan, namazın mütemmim (tamamlayıcı) cüzleri, parçaları olarak seçmiştir. Zikir derken bunun, namazda okunan Kur’ân âyetleri, dualar ve tesbihlerin hepsini içine aldığını hatırlatıp geçelim.

Örnek olarak, namaza daha başlarken okuduğumuz, halkımızın “Sübhâneke” diye bildiği mübarek duayı ele alalım. Bu duada yer alan tesbih, tahmid ve tehlil ifadeleri bir yönüyle namazın çekirdekleri veya manevi erkânı gibidir.

Bilindiği üzere namazın erkânı yani rükünleri denildiğinde, namazı oluşturan temel fiiller, yani iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde ve ka’de-i âhire (son oturuş) akla gelir. Bunlar bir bütün hâlinde Kur’ân-ı Kerim’de yer almasa da farklı âyetlerde parça parça zikredilir. Bütün olarak da hem kavlî hem fiilî hadis olarak Sünnet’te açıkça bildirilir. Fakihler, nasslarda namaza dair geçen ifadelerden hareketle namazın şartlarını ve rükünlerini bir bütün olarak ortaya koymuş ve kütüb-ü fıkhiyede bunları detayıyla izah etmişlerdir. Onların üzerinde durdukları rükünler, namazın şekil ve kalıplarını ortaya koyar, yani nasıl kılınacağını gösterir.

Bunun yanında namazın bir de manevi boyutu ve derinliği vardır. Bu da gerek namazda ifa edilen fiillerin gerekse de okunan zikirlerin manalarında gizlidir. Namazda tilavet edilen Kur’ân âyetlerinin manasının enginliği apayrı bir mevzudur. Kelâmullah olması itibariyle Kur’ân, her asrın idrakine hitap eden, eskimeyen bir mucizedir. Namazda okunan dua, tesbih, tahmid, tekbir, tehlil gibi diğer zikirlere gelince, bunlar da çok engin manalar taşımaktadır. Namaz baştan sona zikirdir. Tekbirle başlaması, bir rükünden diğerine geçerken yine tekbir getirilmesi, rüku ve secdelerde tesbih ifadelerinin tekrarlanması, rükudan kalkarken ve kavmede Allah’a hamdedilmesi… hep bunu gösterir. İşte İftitah tekbiri ve arkasından okunan Sübhâneke duası daha namaza başlarken bize namazın manevî rükünlerini, çekirdeklerini ve manasını hatırlatır. Fakat burada önemli olan, bu zikir ve duaları ezberden tekrar etmenin yanında, belki bundan daha önemli olarak onları, manalarını düşünerek, hissederek, duyarak, ürpererek okuyabilmektir.

Üstad’ın bazı talebelerinin nasıl namaz kıldıklarından zaman zaman bahsetmişimdir. Onlar ciddi bir konsantrasyon içinde ellerini kulaklarına götürür, tekbirin ve namazın manasını tam vicdanlarında duyuncaya, içlerinin sesini buluncaya ve masivadan sıyrılıncaya kadar bazen tekbiri birkaç kez tekrar eder ve âdeta kıvrım kıvrım kıvranırlardı. Bunu yakaladıkları anda da tabiri caizse bu “yakalama aralığından” sızıp namaza girer, “Allahu ekber” deyip ellerini bağlarlardı. Sırf onları taklit olsun diye suni olarak böyle yapmaya kalksanız doğru olmaz. Önemli olan, insanın içinden gelerek, duyup hissederek bunları yapmasıdır. Namaza başlarken kendini silebilmesi ve aradan çıkarabilmesidir. Zira “ben” aradan çıkmadığı takdirde küsûf ve hüsûf (Ay ve Güneş tutulması) olur. Dolayısıyla da Allah duyulamaz. Oysaki namaz, insanın kendini aradan çıkararak Allah’ı duyması ve sonrasında da amudî bir yükselişe geçmesi için teşri kılınmış bir ibadettir.

Bütün Noksanlardan Münezzeh ve Mukaddes

“Allahu ekber” zikriyle namaza başladıktan sonra Sübhâneke duasını okuyoruz. Bu duanın başında, سُبْحَانَكَ اَللّٰهُمَّ sözleriyle Allah’ı tesbih ü takdis ediyoruz. Yani O’nun her türlü şirkten, şerikten, aczden, cemal ve kemaline muhalif her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh ve mukaddes olduğunu, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığını, her şeyin O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesi olduğunu, hiçbir şeyin O’na ait evsâf-ı âliyeyi temsil edemeyeceğini ilân ediyoruz. Varlığa Muhyiddin İbn-i Arabî ve Mevlânâ gözüyle bakacak olursanız her şeyin evham ve hayalattan ibaret olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat bu, İmam Rabbanî, Üstad Bediüzzaman ve Gazzâlî gibi zatların varlık tasavvuruna, daha genelde Ehl-i Sünnet inancına aykırıdır. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet âlimlerine göre eşyanın hakikati, esma-i ilâhiyenin tecellilerinden ibarettir. Evet, varlık, esma-i ilâhiyenin akisleridir, tecellileridir. Varlıkta tecelli eden ilâhî isimleri görebilmek ve eşyanın hakikatini anlayabilmek ise varlığa basiretle bakmaya bağlıdır. Aksi takdirde bir çeşit körlük yaşar veya göz yanılmasına maruz kalırsınız da her şeyi olduğu gibi duyamaz, göremezsiniz. Mecazi şeylere hakiki vücut isnat edersiniz. İşte Cenab-ı Hakk’ı tesbih u takdis ifadesi olan “Sübhâneke Allahumme” sözlerinde bütün bu manaları mülâhazaya alabilirsiniz.

Her Tür Hamd ve Şükre Layık

Sübhâneke duasında tesbihten sonra hamd geliyor. وَبِحَمْدِكَ sözüyle Allah’a hamd ve şükrümüzü ifade ediyoruz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla ifade edecek olursak, Sübhânallah’da celâlî bir tecelli vardır. Bununla Allah’ın vâhid olduğunu, O’nun vahdaniyetini dillendirmiş oluruz. Hamd’de ise cemalî bir tecelli olup onunla da Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini dillendirmiş oluruz. Bediüzzaman’a göre vahidiyet, Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki umum tecellisini, O’nun ululuk ve azametini ortaya koyar. Bütün varlık bundan istifade eder. Ehadî ve cemalî tecelliler ise her varlığın kendine mahsus donanım ve hususiyetlerine göre gelir. Dolayısıyla “Sübhânekellahümme ve bihamdike” diyen bir kimse, Cenab-ı Hakk’ın hem celâlî hem cemalî tecellilerini, hem rahmaniyetini hem de rahimiyetini ifade etmiş olur. Vahidî ve Ehadî tecellilere dair farklı yorumlar da söz konusudur. Fakat konunun yeri burası olmadığı için detaya girmiyoruz. İşte “Sübhânekellahumme ve bihamdike” diyen insan, bu iki ufku bir araya getirmeye, onların birleşik noktalarını kavramaya çalışmalıdır.

Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ı tesbihle başlayan yedi, hamdle başlayan beş sûre olması da bu mübarek kelimelerin çok önemli olduğunu gösterir. Keza Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) şu hadisleri de Allah’ı tesbih ve tahmid etmenin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar: كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمَنِ سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ “İki söz vardır ki bunlar lisanda çok hafif, mizanda çok ağır ve Rahman olan Allah’a da çok sevimlidir: ‘Sübhânallahi ve bihamdihî’ ve ‘Sübhânallahi’l–azîm’.” (Buhârî, deavât 65) Demek söylenmesi insana hiç zorluk vermeyen bu iki sözün ahirette kaldıramayacağı hiçbir vebal, hiçbir hata, hiçbir günah yoktur. Terazinin bir kefesine ne konulursa konulsun, öbür kefesine bu iki kelime konulduğunda onlara ağır gelecektir. Fakat bir kere daha tekrar edelim ki önemli olan, bu zikirlerin gafletle değil; duyarak, düşünerek, hissederek söylenmesidir.

Hayır ve Bereket Kaynağı

Tesbih ve hamdden sonra ise وَتَبَارَكَ اسْمُكَ diyoruz. “Senin adın ne mübarek, ne mübecceldir.” anlamına gelen bu ifadeyle Cenab-ı Hakk’ın adının, namının yüceliğini, bizim için yümün ve bereket kaynağı olduğunu ilân ediyoruz. Mübarek kelimesiyle de açıklanabilir ama bu kelimenin kullanım sahası daha farklıdır. Mukaddes, mübeccel, münezzeh gibi kelimelerle açıklanması daha doğru olur. Buna göre Cenab-ı Hak, mahlukatın şe’ni olan her türlü avârızdan, Zat’ına ve şanına yakışmayacak her şeyden berîdir, müberrâdır, yücedir. Aynı zamanda O, bereketin kaynağıdır. Mesela Furkân sûresinin başında şöyle buyrulur: تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا “Ne uludur, hayır ve bereketi ne muazzamdır o Zatın ki bütün ins ve cinni uyarsın diye o has kuluna doğruyu eğriden ayıran Furkân’ı indirdi.” (Furkân sûresi, 25/1) Furkân sûresi Kur’ân’la alakalı bir sûre olduğu, Kur’ân’la birlikte Cenab-ı Hakk’ın bereketi de yeryüzüne indiği ve insanlar Kur’ân’ın engin bereketine ulaştıkları için sûre Zât-ı Ulûhiyet’in bereketin kaynağı olduğunu, mübecceliyet ve münezzehiyetini vurgulayarak başlamıştır. Sûrenin farklı ayetlerinde “tebâreke” lafzı yer yer tekrar edilir.

وَتَبَارَكَ اسْمُكَ ifadesinde doğrudan Allah’ın değil, O’nun ism-i şerifinin mübarekiyetinden bahsediliyor. Burada, Kelam’da medar-ı bahs olan, Allah’ın isimleri Zatının aynı mıdır, gayrı mıdır, tartışmasına girmek istemiyorum. Esmayla dillendirilen, Zat-ı Ulûhiyettir. Niyazi Mısrî şöyle der: “Ârife eşyada esma görünür / Cümle esmada müsemma görünür.”

Büyüklük ve Azamet Sahibi

وَتَعَالٰى جَدُّكَ ise “Senin şanın, izzetin müteâldir, çok yücedir.” anlamına gelir. Bilindiği üzere Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden biri de Müteâlî’dir. Bunun anlamı ise O’nun Zâtî ulviyet sahibi olması, aşkınlığı demektir. Yani bu da Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünün, ululuğunun farklı bir ifadesidir. Bazı Hak dostları evratlarında Cenab-ı Hakk’ın Müteâlî ismine sığınarak O’na şöyle yalvarmışlardır: يَا مُتَجَلِّي اِرْحَمْ ذُلِّي يَا مُتَعَالِي اَصْلِحْ حَاِلي  “Yâ Mütecellî hakirliğime merhamet eyle, Ey Müteâlî hâlimi ıslah eyle!”

Sübhaneke duasını وَلاَ اِلٰهَ غَيْرُكَ ifadesiyle bitiriyor ve bununla da şöyle diyoruz: “Ey Allah’ım, Senden başka ilâh, Senden başka mâbud-u bi’l-hak, Senden başka maksud-u bi’l-istihkak yoktur. Dolayısıyla Sen’den başka bir kapıya nasıl yönelebilirim ki! Masivadan yüz çevirerek bütün kalbimle Sana yöneliyor, Senin inayet ve riayetine sığınıyor, Senin rahmet ve mağfiretine dehalet ediyorum.”

Kurbet İçinde Ayrı Bir Kurbet

Namaza hazırlanan kişi, ezanın sesini duyduğunda konsantrasyon adına ilk adımı atmış, yola çıkmış olur. Hele müezzinin ses ve sedası duyguları harekete geçirecek, içe haşyet salacak şekilde dokunaklı ve güzel ise ezanın tesirini daha derinden duyar. Abdest alırken bir adım daha atar. Mescide girip oranın havasını teneffüs ettiğinde bir adım daha atar. Farzdan önce kılınan nafile ve sünnet namazlar da kişiyi farza hazırlar. Bütün bunlar Allah’ın huzuruna çıkmaya hazır hâle gelme, namazı tam duyarak kılma, ihsas ve ihtisaslarımızla işin içine girme adına çok önemlidir.

Farza başlarken aldığımız tekbir, sonrasında okuduğumuz Sübhâneke duası ve namazın diğer ef’âli ise insanı namazın en önemli rüknü olan secdeye hazırlar. Namazın insanı Allah’a yaklaştıran ayrı bir hususiyeti olsa da kurbet (yakınlık) içinde de ayrı bir kurbet vardır ki o da secdedir. Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) insanın Allah’a en yakın olduğu ânın secde ânı olduğunu ifade buyurmuş ve orada çokça dua etmemizi tavsiye buyurmuştur. Dolayısıyla secde, Allah’ın kapısının tokmağına dokunulacağı, “Sübhâne rabbiye’l-âlâ” denilerek Zat-ı Ulûhiyet’in nâm-ı celilinin anılacağı özel bir andır. Böylece namaza Sübhânekellahümme diyerek tesbihle başlayan kişi, Allah’a en yakın olduğu secdesinde de tesbihe devam eder. Başta da ifade edildiği üzere, şekil ve suretlerin bir önemi olsa da asıl mühim olan şekil, suret ve zahiri aşarak bütün bunları vicdanda derinlemesine duyarak söyleyebilmektir.

Rabbü’l-Âlemin ruhlarımıza namazın ruhunu ve hakikatini duyursun! Amin!