Ilımlı İslam Söylemi

Ilımlı İslam Söylemi

Soru: Bazı kesimler tarafından zaman zaman kullanılan “ılımlı İslâm”, “radikal İslâm” gibi tanımlamalara yaklaşımımız nasıl olmalıdır?

Cevap: En başta tek cümleyle kanaatimi izhar edecek olursam, “ılımlı İslâm” ve “radikal İslâm” ifadeleri de tıpkı dinci, aşırı dinci, İslâmcı tabirleri gibi terminolojimize sokulan köksüz ve nesepsiz kelimelerdendir. On dört asırlık İslâmî terminolojiye göz atılacak olursa bu tür tabirlere rastlanmaz. Kur’ân, Sünnet, usulüddin ve fıkıh metodolojisi açısından meseleye baktığımızda da bu gibi tabirleri oturtacak bir yer bulamazsınız. Bizim terminolojimizde din, İslâm, diyanet, mü’min, Müslim gibi kavramlar vardır. İranlılar Müslim kelimesine Farsçada çoğul eki olarak kullanılan “an” ekini eklemiş ve onu Müslüman yapmışlardır. Türkler de bu kelimeyi İranlılardan almış ve kullanmakta bir beis görmemişlerdir. Hatta zaten çoğul olan kelimenin sonuna bir de “ler, lar” ekleyerek Müslümanlar demişlerdir. Bunun doğru kullanımı ya müslimler ya da Arapça çoğul ekiyle müslimûn/müslimîn şeklindedir. Ne var ki dil kurallarına aykırı olsa da dile yerleşmiş bir galat-ı meşhur olduğu, sahih bir köke dayandığı ve anlamı doğru olduğu için Müslüman kelimesini kullanmakta bir mahzur görmüyoruz.

Din, insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla mutlak hayra sevk etmek için Allah tarafından gönderilmiş ilahî kanunlar mecmuasıdır. Bu kanunların uygulanmasına, yaşanmasına yani dinin hayata hayat olmasına da diyanet diyoruz. Antrparantez, günümüz Türkçesinde diyanet denildiğinde daha çok “Diyanet Teşkilatı” akla geliyor. Dinî işlerle meşgul olduğundan dolayı ona bu isim verilmiş. Evet, Allah’ın göndermiş olduğu ilâhî kanunlar mecmuasını benimseyip yaşayan, her türlü şirk ve şirk şâi­besinden uzak durarak kalbini samimiyetle Allah’a bağlayan kimselere de -arada nüans olsa da- mü’min veya müslim/müslüman diyoruz. Dinci, aşırı dinci, İslâmcı, ılımlı İslâmcı gibi kullanımlar ise nesepsiz kelimeler olup bunlar İslâmî terminolojide yer almaz. Şuurlu bir Müslümanın da dine ve dindarlara saygı duyan kimselerin de bu gibi tabirleri kullanması doğru olmaz.

Birileri belli maksatlara matuf ve belki bir garaza mebni olarak dinle ilgili yeni kavramlar üretip piyasaya sürüyor, bununla kendine göre başka mana ve mazmunlar kastediyor, işin aslını bilmeyen bazı saf mü’minler de bunları alıp kullanıyor olabilir. Ancak “İslâm” veya “Din” denildiğinde anlaşılan mana bellidir. Kur’ân ve Sünnet neye “İslâm” veya “Din” diyorsa Müslümanlar olarak biz de o şekilde kabul ederiz. Onun aslına bir şey ilave etmek, mahiyetini değiştirmek, kavramlarına yeni manalar yüklemek kimsenin haddine düşmediği gibi, böyle bir hakkı da yoktur. Dolayısıyla İslâm’ın radikalinden veya ılımlısından bahsedilemez.

Bu kullanımların altında farklı maksatlar yatabilir. Mesela Müslüman toplumlarda “ılımlı” denilen kesime karşı maşeri vicdanda bir kuşku ve tereddüt uyarılırken; ılımlı olmayanlara da “Radikal” ya da “Muhafazakar” gibi isimler takılarak onların da insafsızca yok edilmeyi hak ettikleri ima edilir. Neticede bütün mü’minlere karşı güven yıkılır, Müslümana güvenilemeyeceği şeklinde şeytanca bir düşünce oluşturulur. Bütün Müslümanlara karşı ilan-ı harp etmeyi akıl ve mantığın kârı görmedikleri için, Müslümanları kendi içinde farklı isimlendirmelere tâbi tutarak onlara buna göre muamele ederler. Yani ılımlı derken de radikal derken de birileri gelecek adına bir kısım kurgularını gerçekleştirme adına planlar yaparlar. Tabii bu kavramları kullanan herkesin böyle bir düşünceye sahip olduğu söylenemez. Ama yine de dikkatli olmakta fayda var.

Bazıları da var ki İslâm’ı, “İslamcılar” veya “radikal Müslümanlar” dedikleri insanlardan ayrı tutmak için “ılımlı İslâm” tabirini kullanıyorlar. Fakat maksat her ne olursa olsun neticede yanlış bir kullanım söz konusudur. Zira İslâm ne ise odur. Bir Müslüman, sırf insanlara şirin görüneceğim, onları hoşnut edeceğim diye İslâmî disiplinlerden ödün veremez. Farz-ı muhal, eğer İslâm zatında yumuşak değilse, insanların tabiatına uygun değilse, hak ve hakikati temsil etmiyorsa siz onu kendi kafanıza göre yumuşatmaya kalktığınızda sun’i ve tekellüflü bir işe girişmiş olursunuz. Bu yapmacık tavırlarınızı uzun süre devam ettiremeyeceğiniz için de maksadınızda muvaffak olamazsınız. Hatta maksadınızın aksiyle tokat yersiniz. Çünkü insanlar bir süre sonra sizdeki sun’iliği fark eder ve size olan güvenlerini kaybederler. Dolayısıyla da İslâm’ı başkalarına şirin göstermeye çalışırken onların dinden daha da soğumasına yol açarsınız.

Art niyetli bir kısım insanların yanında, belli Müslüman gruplar arasında radikalizm ve şiddetin kendine yer bulması da “ılımlı İslâm” tabirinin ortaya çıkmasında etkili oldu. Daha doğrusu sertliği, saldırmayı, yakmayı, yıkmayı “cihad” olarak gören bir kısım kimseler bunlara onay vermeyenleri “ılımlı” gördü ve öyle nitelediler. Hakikatte, kim ve ne adına yapılırsa yapılsın, şiddet ve terör eylemlerini İslâm’a mâl etmenin imkânı yoktur. Bir insan ne ölçüde başkalarına hakkı hayat tanımayan, müsamahasız ve radikal tavırlara girerse o ölçüde dinin özünden uzaklaşmış olur. Ortada meşru bir savaş olmaksızın şiddet eylemlerine başvurmak, bir kısım saldırılarla başkalarının mal ve can güvenliğini tehdit etmek Müslümanca bir davranış tarzı olamaz. İslâm hiçbir şekilde toplum düzenini bozmayı ve yeryüzünde fesat çıkarmayı emretmez. Din; vurmayı, kırmayı, yakmayı, yıkmayı değil; hayrı, barışı, sulh u salahı emreder. Din adına atılan bütün adımların Kur’ân ve Sünnet’in temel disiplinlerine ve dinin ruhuna uygun olması gerekir. Bu açıdan birilerinin yaptıkları bir kısım şenaat ve denaatleri dinle telif etmeye çalışmasına, onları dinin birer emriymiş gibi göstermesine ve kendilerine benzemeyen kimselere farklı ad ve ünvanlar takmasına aldanmamak gerekir. Müslüman, Müslümandır. Onun zulüm ve fenalıklar karşısında gereken tavrı alması da, başkalarına karşı saygı, sevgi ve müsamaha göstermesi de dininin bir gereğidir.

Toplumun farklı kesimleriyle diyalog imkânları araştıran, onlarla asgari müştereklerde buluşmaya çalışan, insana insan olduğu için saygı duyan kimselere farklı ad ve ünvanlar takmanın gereği yoktur. Çünkü bütün bunlar zaten İslâm’ın temel değerleridir. Özellikle günümüzde diyalog, herkesi kendi konumunda kabul, insana saygı, hayat felsefesine saygı, dinî düşünceye saygı olmadan ne toplumda huzur sağlanabilir ne de inanılan değerler başkalarına anlatılabilir. İnsanların vicdanlarında size karşı saygı hissini harekete geçirmek istiyorsanız onlara saygılı olmak zorundasınız. Zira saygı duymazsanız, saygı göremezsiniz.

Farklı bir ifadeyle, şayet bir güzelliğiniz varsa, onun görülmesi için uygun bir zemin hazırlamak ve diyecek bir sözünüz varsa kendinizi ifade edebileceğiniz uygun ortamlar oluşturmak zorundasınız. Bunlar öyle zeminler, öyle ortamlar olacak ki siz karşı tarafı kendi ağzından, kendi tavır ve davranışlarından tanıma imkânı bulacaksınız, onlar da sizi. Aksi takdirde herkes başkalarını kendi önyargılarına göre tanımlayacak, bu yüzden de karşılıklı ithamların, suçlamaların önüne geçilemeyecektir. Eğer bu tür olumsuzluklara sebep olmak, başkalarına günah işletmek istemiyorsanız herkese yakın durmalı, herkesle diyalog yolları araştırmalı, bunun için her fırsatı değerlendirmelisiniz. Bunca iç içe kazanımın söz konusu olduğu bir yol aynı zamanda Kur’ân ve Sünnet’in yoludur. Şayet birilerini “ılımlı” gören kişiler bütün bu konularda kendileri “ılımsız” davranıyorlarsa İslâm’ın ruhuna, onun temel ilkelerine aykırı hareket ediyor, İslâm’ın pek çok prensibini görmezden geliyorlar demektir.

Öte yandan, kendini bilmez bir kısım insanlar, Müslümanlara karşı sırf onların dininden, inancından ötürü saygısızca, kaba ve hoyratça davranabilir. Hatta gücü ele geçirdikleri zaman onlar üzerinde baskı kurabilir, zulüm ve haksızlıklara yönelebilirler. Bu tür durumlarda Müslümanların verdiği tepkiler de Müslümanca olmak zorundadır. Öfkelendiğinde ağzından tükürükler saçarak ona buna naseza nabeca sözler sarf etmek, sağa sola yumruk sallamak, oraya buraya saldırmak akıllıca bir hareket tarzı olmadığı gibi Müslümana da yakışmaz. Bilakis Kur’ân, fazilet âbidelerini sıralarken onların bir özelliği olarak da öfkelerini, şiddet ve hiddetlerini sineye çeken insanlar olduğunu vurgular. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de hayatı boyunca bu Kur’ânî disipline bağlı kalmıştır. Ona karşı öyle saygısızlıklar irtikap edilmiş, öyle taşkınlıklar yapılmıştır ama O bütün bunlar karşısında sabır, hilm ve af yolunu tutmuştur. İlâhî ahlâk da böyle değil midir? Rabbimiz hata ve kusur işleyen kullarını hemen cezalandırıyor mu, yoksa akıllarını başlarına almaları, işledikleri kusurlardan vazgeçmeleri, derlenip toparlanmaları ve ıslah-ı hâl etmeleri için onlara süre üstüne süre mi veriyor? Dolayısıyla aynı tavırları ortaya koyan kişiler “ılımlı İslâm’ın” temsilcileri olduğu için değil, Kur’ân ahlâkıyla, peygamber ahlâkıyla ve Allah ahlâkıyla ahlaklandıkları için öyle yapıyorlardır.

Son olarak şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir: Zaman ve şartlara göre dinin bazı meseleleri diğerlerine nazaran daha önemli hâle gelebilir, onlara daha çok tahşidatta bulunulması gerekebilir. Bu da mü’minlerin, özellikle de irşat ehlinin basiretine vabeste bir konudur. Mesela birçok âyet-i kerimede mü’minler emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yapmakla (iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla) emrolunurlar. Genel olarak ulema tarafından bu vazife farz-ı kifâye görülmüştür. Fakat Bediüzzaman Hazretleri buna bugün farzlar üstü farz demiştir. Çünkü onun döneminde irşat ve tebliğ vazifesi külliyen ihmale uğramıştır. Esasen bir âyet-i kerimede “içinizde hayra çağıran, emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yapan bir zümre bulunsun” buyrulurken (Al-i İmran sûresi, 3/104), başka âyetlerde bu, mü’minlerin temel bir özelliği olarak ortaya konulur. (Âl-i İmrân sûresi 3/114, Tevbe sûresi, 9/71, Hac sûresi, 22/41) Hatta bir âyette mü’minlerin hayırlı bir ümmet olmaları bu vazifeyi yapmalarına bağlanır. (Al-i İmran sûresi, 3/110) Yani âyetlerden konuyla ilgili farklı hükümler çıkarmak mümkündür. Aynı şekilde Bediüzzaman Hazretleri, İslâm’a hizmet adına yapılabilecek birçok iş varken bütün himmetini imanî meselelerin ispatına adamıştır. Çünkü küfür ve dalalet cereyanları herkesi etkilemiştir. Dolayısıyla içinde bulunduğunuz şartlara ve insanlığın ihtiyacına göre siz de hicreti öne çıkarabilir, yurtdışına açılmayı teşvik edebilir, eğitime önem verebilir veya sürekli diyalog üzerinde durabilirsiniz. Namazda tekâsül gösterildiğinde namazı öne çıkarır, aile dağılmaya başladığında ve yuva yıkıldığında da himmet ve gayretlerinizi onun ıslahına sarf edersiniz. Kısacası hangi cephede bir gerileme ve zayıflama varsa oraya takviyede bulunarak genel dengeyi yeniden tesis etmeye çalışırsınız.

Hülâsa edecek olursak, Müslümanlık neyse odur. Her Müslüman onu olduğu gibi yaşamakla mükelleftir. Onu yaşarken bazıları bir kısım yanlışlar, hatalar yapabilir. Bunlardan yola çıkarak İslâm’la ilgili farklı tanımlamalara gitmek doğru değildir. Maalesef günümüzde dine ait meselelerde müthiş bir mefhum kargaşası var. Her şey karıştırılmış, alt üst edilmiş. Kimileri art niyetle kimileri de iyi niyetle bir kısım kavramlar türetiyor, dillerine bazı şeyleri doluyorlar. Bununla da farkında olarak veya olmayarak İslâm’a zarar veriyorlar. Dolayısıyla şuurlu Müslümanlar bu tür konularda kullandıkları dile, kelimelere, kavramlara dikkat etmek zorundadırlar.