İman Zaafına Bağlı Problemler

İman Zaafına Bağlı Problemler

Allah, Kur’ân-ı Kerim’de kendini, “Göklerin ve yerin nuru” olarak anlatır. (Nûr sûresi, 24/35) Nurun, ziyanın, ışığın hakiki kaynağı O’dur. Yürüdüğümüz yolları aydınlatacak olan O’dur. Dolayısıyla insan O’nunla irtibatı ölçüsünde tenevvür eder (nurlanır, aydınlanır); O’ndan uzaklaştığı ölçüde de karanlıkta kalır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: اَللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ “Allah, iman edenlerin velisidir, yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise tağutlar olup onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sürüklerler.” (Bakara sûresi, 2/257) İnsanın doğruyu yanlışı, güzeli çirkini birbirinden ayırması Allah’la irtibatına bağlıdır. O’ndan kopanlar çok defa eğrilere doğru der, doğrulara da eğri. Böylelerinin ne doğrusu bellidir ne de eğrisi. Bu yüzden sözlerine güven olmaz.

Müfsit Adımlar ve Büyük Tahribat

Ancak pek çok insan, farklı sebeplerle, böylelerinin peşinde gitmekte bir mahzur görmez, onların kendilerini aydınlıktan karanlığa sürükleyeceğini düşünemez. Ezelî ışık kaynağından kopan böyle kimselerin, topluma yön verme konumunda olmaları, toplum için başlı başına bir musibettir. Onlar kendileri dalalet yoluna saptıkları gibi, arkalarında saf tutup gözlerinin içine bakan yığınları da idlâl ederler. Bunların imana, İslâm’a ve Kur’ân’a vereceği zarar, küfür ve ilhada kilitlenmiş kimselerin verebileceği zarardan çok daha büyük olabilir. Zira din ve iman düşmanlarını bilir, onlar karşısında kendinize göre bir tavır alır ve meşru müdafaaya geçersiniz. Fakat sizinle birlikte camiye gelen, Kâbe’ye yönelen, aynı safta yan yana duran, başını secdeye koyan, Allah diyen, hatta zâhirleri itibarıyla dinî değerleri ihya etmek suretiyle ruhunuzun abidesini ikame edebilecek bir mimar gibi davranan insanların gerçek niyetlerini bilemezsiniz. Dolayısıyla onların dine vereceği zararın önüne geçmeniz her zaman mümkün olmaz. Maalesef İslâm dünyası, son birkaç asırdan beri, kendisine liderlik ve rehberlik yapma konumunda bulunan rehnümalardan çok çekmiş ve maalesef Müslümanlık, onu kendi hususiyetleriyle ve arka planıyla bilmeyen bu cahil insanların elinde yetim ve öksüz hâle gelmiştir.

Onlar işlerine geldiği gibi hareket eder ve tam bir münafık tavrı sergilerler; ikiyüzlü davranır, yalan söyler, dün doğru dediklerine bugün yanlış der, bugün söylediklerine yarın başka türlü izahlar getirirler.  Öte yandan, dinin açıkça yasakladığı haramları işlemekte ve hatta bunlara dinî bir kılıf bulmakta beis görmezler. Mesela, yolsuzluk ve hırsızlık yapar, kamu kaynaklarını hortumlar, ihaleye fesat karıştırır, rüşvet alır verir ama demagoji yaparak bütün bunları kitlelere meşru ve makul göstermeye çalışırlar. Yine onlar, kendi makam ve menfaatleri adına, birer zalim ve müstebit kesilerek, kendilerine muhalif gördükleri insanlara diş gösterir, salya atar, saldırırlar. Sözlerini dinleyen kimselere de, “Bunları iflah etmeyin, ışıklarını söndürün, köklerini kazıyın.” diye hedef gösterirler. Muhalifleri hakkında yalan uydurmakta, iftira atmakta bir beis görmezler.

Onlar, işledikleri cürüm ve günahları, arkalarına taktıkları kitleler nazarında meşru gösterebilmek için dinî hükümlerle oynar, onları hevesat-ı nefsaniyelerine göre tevil ederler. Arzu ettikleri fetva ve hükümleri çıkarabilme adına dinî hükümleri keser, biçer ve yeniden şekillendirirler. Ehl-i Sünnet ulemasının bugüne kadar şiddetle karşı çıktığı en marjinal yorumları, bir yolunu bulup dinî düşüncenin içine sokmaya çalışırlar. İşin tuhaf yanı, bir taraftan Müslümanlıkla taban tabana zıt bütün bu şenaat ve denaetleri işlerken diğer yandan da kendilerini dini ihya etmeye soyunan kurtarıcılar olarak lanse etmekten de geri durmazlar. Oysaki yaptıkları iş, dini heva ve heveslerine uydurma ameliyesidir.

Bütün bunların neticesinde, olan Müslümanlığa olur, dine karşı güven sarsılır. İslâm’ın surlarında çatlamalar, yıkılmalar meydana gelir ve o zihinlerde bir harabe hâline getirilir. Zâhiren Müslümanlıkta önde gibi görünen bu gibi kimselerin söz ve fiillerine bakanlar, “Eğer din bu ise onun dinlenecek, tâbi olunacak bir yanı yok!” derler. Böylece, Hak Dini temsil ediyor gibi görünen kimseler, aslında başkalarını ondan kaçırmış olurlar. Onların yüzünden nicelerinde dini samimi olarak yaşayanlara karşı dahi bir tiksinti hâsıl olur. Bu ise açık açık İslâm’ın itibarıyla oynama demektir. Onların Müslümanlık adına dile getirdikleri kocaman kocaman iddialarına bakmayın. Gerçek şu ki, şimdiye kadar İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmayı karakter hâline getirmiş, her fırsatı İslâm aleyhine kullanmış kimseler dahi bu dine bu ölçüde zarar verememiştir.

Kimsenin hayat tarzına müdahale etmeye hakkımız yoktur. Bu dünya imtihan yeridir. İsteyen inanır, isteyen inanmaz. İsteyen seküler bir hayat tarzını savunur ve yaşar; isteyen Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) yoluna tâbi olur. Dinde zorlama olmadığına göre herkes kendi düşünce ve inanç dünyasına göre bir hayat yaşamada özgürdür. Fakat birileri din dedikleri hâlde dini tahrip ediyor, Asr-ı Saadet’i ağızlarından düşürmedikleri hâlde her tür melaneti işliyor, dini ihya iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde ona en büyük zararı kendileri veriyor, ahlakî değerlerden bahsettikleri aynı anda gırtlaklarına kadar levsiyat içinde yaşıyorlarsa -beddua etmek genel tabiatımıza uymasa bile- bizim de onlara, “Allah sizin kolunuzu kanadınızı kırsın ve toplumu sizin şerrinizden muhafaza buyursun!” demeye hakkımız vardır.

İman kalbinde kök salmış hakiki bir mü’min, arpa ağırlığında bir haramı bile, bilerek isteyerek ağzına koymaz. Şayet değişik makamları tutan insanlar, millete hizmet adı altında bir kısım menfaat çarkları kuruyor ve temsil ettikleri makamları kendi çıkarlarına alet ediyorlarsa onlar Müslümanlığın çok uzağında duruyorlar demektir. Böylelerinin ülkeleri ve milletleri için güzel, faydalı ve kalıcı hizmetler ortaya koyabilmeleri de mümkün değildir. Bugün bir şeyler yapıyor gibi görünseler de yarın kendi elleriyle yaptıklarını yine kendileri yerle bir ederler.

“Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde;

Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet.” (Namık Kemal)

Belki böylelerini bir dönemde arşa çıkmış gibi görürsünüz; fakat arkasından bir de bakarsınız ki her şeyleri zir ü zeber olmuştur. Tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bunun o kadar çok örneği vardır ki! Nerede böyle geniş çaplı bir inhiraf ve zulüm yaşanmışsa onu hemen devlet çapında yaşanan kırılmalar takip etmiştir.

İman Zaafı ve Gurbet Kahramanları

Genel anlamda İslâm dünyasında ve hassaten ülkemizde yaşanan bu tür tahribatların arkasında ciddi bir iman zaafı vardır; İslâm’ı, Kur’ân’ı, Resûl-i Ekrem’i (aleyhissalatu vesselâm) doğru anlayamama vardır. Maalesef günümüz Müslümanlarının yaşadığı coğrafyada çok ciddi bir iman zaafı yaşanıyor. Çoğumuz itibarıyla yetiştiğimiz kültür ortamında iman adına çevremizden ne görmüş ne duymuşsak onları sadece taklit ediyoruz. Yoksa iman hakikatlerini kalb ve ruh enginliğiyle, akıl ve mantık derinliğiyle ele alıp içimize sindirmiş değiliz. Yani işin bidayetinde elde ettiğimiz taklidî imanı daha sonraki gayret ve çabalarımızla tahkikî hâle getirememişiz. Bugünün mü’minleri olarak Allah’tan kopuk ve Efendimiz’den uzak (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hayat yaşamamızın temelinde işte bu taklidî iman problemi vardır.

Böyle olunca da maalesef, Kur’ân ve Sünnet kendi derinlikleriyle bilinmiyor, anlaşılmıyor ve yaşanmıyor Evet, bugün din de diyanet de gariptir. Çünkü gerçek temsilcilerinden mahrumdur ve emin ellerde değildir. Sadece din ve diyanet değil, dinine yürekten sahip çıkan ıslahçılar da gariptir. Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), dinin yaşayacağı gurbetten bahsettikten sonra, “İnsanların ifsat ettiği şeyleri düzelten gariplere müjdeler olsun.” (Tirmizî, iman 13) sözleriyle bir yandan dinin ve onun temsilcilerinin yaşayacakları gurbete dikkat çekmiş, diğer yandan da onların eda edecekleri misyonun büyüklüğüne işaret etmiştir.

Madem günümüzde ciddi bir iman zaafı yaşanıyor; o hâlde yapılması gereken, Hz. Pir’in Âyetü’l-kübra risalesinde kullandığı tabirle ifade edecek olursak “Daha yok mu, artırılamaz mı?” diyen “hel min mezid” erbabı yetiştirebilmektir. Kimdir peki bunlar? İman adına mevcut durumlarını yeterli bulmayarak her gün tecdid-i imanda bulunan, imanlarını takviye etmekten, imanda derinleşmekten bir an olsun elini gevşetmeyen, bunu her zaman için en önemli işleri gören iman kahramanlarıdır. Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ahir zamanda ortaya çıkacağını haber verdiği fitnelerin çağlayanlar hâline geldiği ve bu sebeple dinin gurbet yaşadığı şu dönemde, bu gurbete son verecek kimseler, dini kendi ruhuna uygun olarak ihya etmeye kendilerini adayan iman kahramanları garibler olacaktır.

Himmetleri âli bu yüce ruhlar, nifak ve fesat ehli insanların bozduğu, tahrip ettiği değerleri yeniden hüviyet-i asliyelerine irca etmek için çırpınır dururlar. Başkalarının din adına ortaya attıkları sakim anlayışlara ve altı boş iddialara takılmadan, dini başta Allah Resûlü’nün, sonra da Hulefâ-i Raşidin’in anladığı ve yaşadığı şekliyle ihya etmeye çalışırlar. Maneviyatın yerle bir edildiği bir dönemde bütün himmetlerini onu takviye etmeye harcar, yaşanan fırtınalar karşısında devrilmemeleri için insanların manevî immün sistemlerini güçlendirmeye çalışırlar. Kısacası, onlar hakiki Müslümanlığı gerçek yüzüyle ve imrendirici mahiyetiyle temsil etmek suretiyle, ondan kaçanların gönlünü yeniden bir kere daha ona cezbederler.

***

Not: Bu yazı, 3 Ocak 2016 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.