İnsanlar başkalarına bakarken, onların hâl ve tavırlarını değerlendirirken kendilerini kriter olarak alırlar. Kendi mülâhazaları, hedefleri, duygu ve düşünceleri neyse, başkalarının da bunlara sahip olduğunu zannederler. Mesela bir kişi, bütün ceht ve gayretini dünyada belli makamlara gelmeye ve belli pâyeler elde etmeye bağlamışsa, kendisiyle aynı kulvarda yürüyen kimselerin de böyle bir hedefinin olduğunu düşünür. Şöhret, servet, güç, iktidar, dünyevî imkânlar veya refah peşinde koşan kimseleri de buna kıyas edebilirsiniz. Gözünü Allah rızasına dikmiş hâlisâne hizmet eden insanlar, hiçbir zaman bu gibi şeyleri asıl maksat hâline getirmezler, hatta bunları kalb ve ruhu öldüren birer virüs gibi telakki ederler ama yine de ehl-i dünyayı buna inandırmaları çok zordur. Çünkü ehl-i dünya, ne kalb ve ruh hayatını ne de istiğna, fedakârlık ve adanmışlık duygusu gibi değerlerin neye tekabül ettiğini bilirler. Onlar, dünyaya da içindekilere de kendi kültür birikimleri ve hayat tarzları açısından bakarlar. Kendileri bu tür dünyevî imkânlar hakkında ne düşünüyor, onlara ne kadar değer veriyor ve onları elde etme adına nasıl yanıp tutuşuyorlarsa başkalarını da kendilerine kıyas ederek onları da öyle değerlendirirler.
Evet, insanoğlu kendi zihninden söküp atamadığı mülâhazaları, herkesin lâzım-ı gayr-ı mufarıkı (bir şeyin ayrılmaz vasfı) olarak görür. Dolayısıyla maddenin esiri olmuş ehl-i dünya meseleye şöyle bakar: “İnsan olacak da makamı düşünmeyecek, insan olacak da takdir ve alkış müptelâsı olmayacak, insan olacak da servet arkasında koşmayacak, insan olacak da rahat ve konforlu bir hayat aramayacak… Bu mümkün değil.” Hayatı boyunca oturup kalkıp bu tür dünyevî nimetlerin arkasında koşmuş ve bu düşünceler derinlemesine ruhuna işlemiş bir kimsenin, başkaları söz konusu olduğunda bunları aşarak farklı bir mülâhazaya açılması çok zordur. Bütün bunların mahkûmu olanlar, kendilerinden farklı düşünceye sahip bir insanın varlığını tasavvur edemezler. Dolayısıyla hayatlarını iman ve Kur’ân hizmetine vakfeden adanmışlar, arkasında koştukları şeyin sadece ve sadece rıza-ı ilâhî olduğunu ne kadar anlatsalar da onlara seslerini duyuramazlar.
Hâl böyle olunca, derdi dünya olanlar, gözlerini ukbaya dikmiş fedakâr ruhların söz ve fiillerini kendilerine göre tevil ederler. Diyelim ki siz, iman ve Kur’ân hizmetine zarar verebileceğini düşündüğünüz için ayağınıza kadar gelen bir kısım makam ve pâyeler karşısında müstağni ve müstenkif davranmayı tercih ettiniz. Derler ki, “Daha büyüğünü elde etmek için böyle davranıyor.” Bileğinizin hakkıyla bir kısım konumlara gelirsiniz, bu sefer de sizin hakkınızda, güç ve imkân devşirme, hortumlama yapma, devleti ele geçirme gibi türlü türlü itham ve suçlamalarda bulunurlar. Siz, samimi duygularla dünya saltanatında gözünüz olmadığını ifade edersiniz ama onlar bu sefer de sizi gerçeği gizlemekle, takiyye yapmakla suçlarlar. Ne deseniz, ne yapsanız onları kendinize inandıramazsınız.
Bununla birlikte, herkesin kendi tavır ve davranışından sorumlu olduğu unutulmamalıdır. Kim ne yaparsa yapsın, ne düşünürse düşünsün; gözünü ve gönlünü Allah’ın rıza ve rıdvanına dikmiş hizmet erlerine düşen vazife, Allah yolunda yaptıkları hizmetlerde ihlas ve samimiyetlerini sonuna kadar korumak, güveni zedeleyici en küçük inhiraflardan dahi uzak durmak ve her fırsatta bu samimi düşüncelerini de başkalarıyla paylaşmaya devam etmektir. Onlar, sözlerinde, hâl ve tavırlarında dosdoğru olmalı, birer istikamet âbidesi olarak yaşamalı ve böylece art niyetli kimselerin eline en küçük bir fırsat bile vermemelidirler.
Allah yolunda hizmet eden kimselerin en büyük kredileri, güvenilir kimseler olmalarıdır. Dolayısıyla onlar, bu güven kredisini sarsabilecek her türlü şeyden fersah fersah uzak durmak zorundadırlar. Mesela kanaat ve istiğnayı en büyük zenginlik görüp kimseye el açmama, minnet altına girmeme bu güveni koruyabilmenin önemli şartlarından biridir. Minnet altında kalır, başkalarına medyun olursanız, kendinizi ipotek etmiş olursunuz ve bu yüzden diyet ödemek zorunda kalabilirsiniz. Dolayısıyla da kendi elinizi kolunuzu bağlamış, hareket alanınızı daraltmış olursunuz. İnsan, elveriyorsa babasına, annesine, en yakınlarına bile borçlanmamaya bakmalı. Maddi-manevi her borçlanma sizin manevra alanınızı daraltır. Borçlu olduğunuz insanlar hatırlarını, ağırlıklarını ortaya koyarak beklentilerini dile getirdiklerinde onları reddedemezsiniz. Böylece hürriyetinizi kaybedersiniz. Bazen olur ki birilerinin sizin değerlerinize aykırı bir kısım isteklerine boyun eğmek zorunda kalırsınız. Bütün bunlar da kazanılması yıllar alan kredinizi tüketir.
Öte yandan, şayet toplum nazarındaki itibar ve kredinizi korumak ve asılsız suçlamalardan uzak kalmak istiyorsanız sık sık hayatınızın hesabını vermelisiniz. Tıpkı Hz. Pir-i Mugan’ın yaptığı gibi. O, kendisine yöneltilebilecek suizan ve ithamların önüne geçme adına ne yediğinin ne giydiğinin nasıl geçindiğinin hesabını topluma tek tek vermiştir. Bunu bir yönüyle günümüzde belli makamları ihraz eden insanların mal beyannamesi vermesine benzetebiliriz. Onlar bunu zorunlu olarak yapıyorlar. Üstad Hazretleri ise gönüllü olarak mal beyanında bulunmuştur. Şayet hayat tarzınız, hayat standardınız başkalarında şüphe uyandıracak olursa, onların size olan güvenini ve itibarınızı kaybedersiniz. İtibarı kalmayan insanların sözünü de kimse dikkate almaz.
Kendilerini i’lâ-yı kelimetullah davasına adamış kişilerin hayatlarının değişik dönemlerinde bunu yapmaları beklenir. Onların hesabını veremeyecekleri hiçbir şeyleri olmamalı. Art niyetli bir kısım kimseler onları karalamak için hayatlarını didik didik etseler de en küçük bir leke bulamamalılar. Sadece kendileri de değil, ailelerinin ve etraflarındaki insanların da hesap veremeyecekleri bir şey olmamalı. Aynı şekilde onların da ismet ve iffetleriyle yaşamalarına dikkat etmeliler. Çünkü onlardan sâdır olacak bir kısım hataları da size mâl eder, bunlarla sizi vururlar. Bu yüzden hassaten belli konumlardaki insanların işin başından itibaren hayatlarını buna göre planlamaları, arkalarında şüpheye mahal hiçbir şey bırakmamaları, tıpkı namus ve şereflerini koruyor gibi itibar ve kredilerini korumaları çok önemlidir. Onlarla alakalı ne kurcalanırsa kurcalansın hesabı verilemeyecek bir şey olmadığı görülmeli. Aksi takdirde bir kişinin hatası, içinde bulunduğu veya temsil ettiği heyete mâl edilir, dolayısıyla umumun hukukuna tecavüz edilmiş olur ve bunun hesabını Allah’a vermek de çok zor olur.
Üstad Hazretleri hayatını kanaat ve iktisat düsturlarına uygun olarak yaşadığı gibi, onun en yakınındakiler de böyle yaşamıştır. Daha önce bu bahtiyarların durumlarını defaatle arz etmiştim. Onlar hiçbir zaman kendilerini düşünmediler. Bütün varlıklarını hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına adadılar. Fakirane bir hayat yaşadılar. Makam mansıp, mal ve servet peşinde koşmadılar. Bazılarını gördüm, dizleri yamalı pantolonla geziyorlardı. Bazılarının giydikleri ceketlerin kollarından iplikler sarkıyordu. Kimsenin kendileri aleyhinde ileri geri konuşmasına fırsat vermediler. Dolayısıyla onların söz ve tavırları da bunda etkili oldu.
Toparlayacak olursak bizim en büyük kredimiz güven ve itibarımızdır. Hizmet-i imaniye davasının devamı adına ihtiyaç duyulan bir kısım maddi imkânlar olmasa da bu dava yolda kalmaz. Bunlar daha sonra bir şekilde telafi edilebilir. Fakat itibar, güven, beklentisizlik, adanmışlık, iffet ve ismet böyle değildir. Onlar bu davanın namusudur. Bu yüzden her birerlerimizin kendi namusunu koruma konusunda gösterdiği hassasiyeti bunları koruma konusunda da göstermesi gerekir. Başkaları sizin hayatınızı ne kadar incelerse incelesin, her defasında aynı saffet ve samimiyetle karşılaşmalılar. En başta da ifade ettiğimiz gibi bütün bunlara rağmen hâlâ size inanmayanlar, kuşkuyla yaklaşanlar olacaktır. Fakat siz bu hassasiyeti ortaya koyabildiğiniz takdirde büyük çoğunluğun gönüllerine girer, güvenlerini kazanır ve desteklerini arkanıza alırsınız. Allah’ın izni ve inayetiyle…