Cennet ve Cehennemin Yolu

Cennet ve Cehennemin Yolu

Soru: Cennet’in “mekârih”, Cehennem’in ise “şehevât” ile çevrildiği ifade edilen hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Soruda bahsedilen hadis, Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri sahih bir hadistir ve aynı zamanda Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) cevamiü’l-kelim beyanlarına (veciz sözlerine) güzel bir örnektir. Yani Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde olduğu gibi burada da az kelimeyle çok şey anlatır, derin manalar ifade eder. Açıklanması iste  nen hadisin metni şu şekildedir: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ  “Cennet, mekârihle yani nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle, Cehennem de bedenî arzu ve iştahları kabartan şehevatla çepeçevre kuşatılmıştır.” (Buhârî, rikâk 28; Müslim, cennet 1)

Hadiste anlatılmak istenen şudur: Cennet’in etrafı, nefsin hoşuna gitmeyen, ona ağır gelen şeylerle çevrilidir. İnsan, nefsini dinlemeyip o zorluklara göğüs gerdiğinde yani kulluğun mükellefiyetlerini takip ettiğinde Cennet’e ulaşır. Cehennem ise insanın hoşuna giden şeylerle çepeçevre kuşatılmıştır. İnsan, nefis ve hevasını takip ede ede Cehennem’in gayyalarına ulaşır.

Hadisin daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) konuyu anlatmak için tercih ettiği “mekârih” ve “şehevat” kelimelerinin üzerinde durup kısaca bunları tahlil etmekte fayda var. Hepimizin bildiği mekruh kelimesiyle aynı kökten gelen ve mana itibariyle de ona benzeyen “mekreh” kelimesinin çoğulu olan mekârih, insanın hoşuna gitmeyen, yapması nefse ağır gelen, yerine getirilmesinde sıkıntı ve zorluk bulunan şeyleri ifade eder. Şu âyet-i kerimede, aynı kökten türemiş fiil ve sıfatın yukarıdakine benzer manada kullanıldığını görürüz:  كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara sûresi, 2/216)

Sabredilmesi gereken hususların her biri bu anlamda mekârih sınıfına dahildir. Yani insanın ibadet ü taatin külfet ve meşakkatine katlanması, bedenî ve nefsanî arzularına rağmen günahlara karşı dişini sıkıp sabretmesi, başına gelen bela ve musibetleri sabır ve rıza ile karşılaması, onu Cennet’e ulaştıracak en önemli hususlardır. Nefis, bu gibi sıkıntı ve meşakkatleri sevmez. Zorluklara katlanmak, engelleri aşmak ona ağır gelir. İşte bu hadis-i şerif, Cennet’in bunlar gibi nefsin hoşuna gitmeyen, ona nahoş gelen şeylerle kuşatıldığını haber verir ve Cennet’e ulaşmak isteyen mü’minlerin bütün bu zorlukları aşmaları gerektiğine işaret eder.

Her bir amelin külfet ve zorluğu farklı farklıdır. Mesela soğuk günlerde, zor şartlarda abdest alıp namaz kılmak normal zamanlara göre nefse daha ağır gelir. Bu yüzden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) güçlük ve zorluk zamanlarında güzelce abdest almayı, günahları yok edip dereceleri yükselten hayırlı ameller arasında saymıştır. (Müslim, tahâret 41)

Hac bundan da ağırdır. Özellikle önceki dönemlerde yaya olarak veya at ve deve sırtında uzun hac yolculuğuna çıkacak insanlar büyük tehlike ve meşakkatleri göze almak zorundaydı. Kur’ân-ı Kerim’in haccın farziyetini, malî ve bedenî gerekli imkanlara sahip olma şartına bağlaması, (Âl-i İmrân sûresi, 3/97) işin içinde meşakkat bulunduğunu gösterir. Fakat meşakkatin büyüklüğü ölçüsünde haccın sevabı da çok büyüktür. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim Allah için hacceder de kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinden doğduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner.” (Buhârî, hac 4; Müslim, hac 438)

Şartlar gerektirdiğinde cihada çıkmanın zorluğu ise bunlardan da büyüktür. Bu sebepledir ki birçok âyet ve hadiste cihadın sevap ve fazileti üzerinde durulmuştur. Mesela bir âyet-i kerimede Cenab-ı Hakk’ın, Cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldığı ifade buyrulur. (Tevbe sûresi, 9/111) Burada dinin emrettiği daha başka yapılmasında meşakkat olan mükellefiyetler üzerinde de durulabilir. İşte Cennet nefse ağır gelen bu gibi salih amellerle kuşatılmıştır. Bunları aşmadan, geçmeden oraya ulaşmak mümkün değildir.

İnsan nefsinin bu gibi dinî emirleri hoş görmemesinin ardında, rahat ve eğlenceye düşkün olması, hazır lezzetleri sevmesi, akıbeti görememesi, emredilen amellerin arkasında yatan hikmet ve faydaları kavrayamaması gibi farklı sebepler vardır. Esasında abdest, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin her birinde dünyevî pek çok hikmetler, uhrevî semereler vardır. İslâm uleması da kaleme aldıkları eserlerle bunları ortaya koymuşlardır. Bu hikmetlerin en önemlisi de bunların bizi Allah’a yaklaştırması, O’nun rızasını kazandırması, ahirete hazır hâle getirmesi ve ebedî nimetlere mazhar etmesidir. Bütün bunları nazar-ı itibara alan bir insan için ibadetler mekârih olmaktan çıkar. Fakat zâhirî yüzleri itibarıyla onlara bakıldığında bir külfet ve meşakkatin bulunduğu da göz ardı edilemez.

Mekârihin sübjektif bir yanı bulunduğunu, insandan insana, zamandan zamana değiştiğini de unutmamak gerekir. Mesela ibadetler işin başında insana zor gelir. Fakat insan temrinat yapa yapa ibadet etmeye alışır, onları tabiatının bir yanı hâline getirirse zorluklar kendisi için kolay olmaya başlar. Hatta alıştığı bu ibadetlerden birisini aksattığında nedamet ve üzüntü duyar. Hatta bir seviyeden sonra insan yediği içtiği şeylerden veya evlâd u iyaliyle meşguliyetten lezzet aldığı gibi ibadet ü taatten de lezzet alır. Nitekim bu konuda zirveleri tutan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim yeme-içmeden lezzet aldığımız gibi namazdan lezzet aldığını ifade buyurmuştur. Fakat bu, ekmelü’l-kümmelînin (olgunlukta zirveleri tutanların) işidir. Herkese hemen müyesser olmayabilir.

Hadisteki ikinci kelime, “şehevat” kelimesidir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Cehennemin şehevatla kuşatıldığını belirtmiştir. Şehevat, şehvet kelimesinin çoğuludur. Dilimizde şehvet kelimesi dar bir anlamda kullanılsa da esasında o, insanın hoşuna giden, nefsin arzu ve istek duyduğu her şeyi içine alır. Dolayısıyla mekârih ve şehevat kelimeleri birbiriyle zıt anlamlıdır. İslâm’ın yasaklamış olduğu günahlar nefse cazip gelir. Nefis, helâl-haram demeden keyfince yiyip içmek, arzu ettiği her şeyi yapmak, hayattan olabildiğince haz ve lezzet almak ister. Bu hedefine ulaşmak için de insanı peşine takıp günahlara sürükler. İnsan bir kere günah bataklığına düştüğü zaman kolay kolay iradesinin gereğini ortaya koyamaz. Bal kâsesinin içine saplanan bir sineğin oradan çıkamayıp boş yere çırpınıp durması gibi, o da girdiği bataklıktan kolay kolay kurtulamaz.

İnsanın bu tür şehevani duygularını, arzu ve isteklerini gemleyebilmesi, iradesinin hakkını vermesine bağlıdır. İnsan, tıpkı ibadetlere devam hususunda ısrarcı olduğu gibi, haramlara karşı da kendisini frenlemesini bilir ve bu tavrını devam ettirebilirse zamanla bu da onun için kolaylaşmaya başlar. Hatta nefs-i emmareyi aşıp nefs-i levvame, nefs-i mutmainne ve daha ötesi seviyelere çıkanlar bütünüyle nefislerini kontrol altına alabilirler. Bir noktadan sonra nefis teslim-i silah etmek zorunda kalır, akıl ve iradenin dışına çıkmaz.

Bu itibarladır ki şayet Cennetin etrafındaki surları aşarak ebedî nimetlere mazhar olmak istiyorsak, temrinat (alıştırma) yapa yapa hem ibadet ü taati hem de günahlardan kaçınmayı tabiatımızın bir derinliği hâline getirmeliyiz. Masiyetlere karşı kararlı bir duruş ortaya koymalı, net bir tavır almalı ve günahların acı akıbetini nefsimize kabul ettirmeliyiz. Öyle ki günaha girmeyi Cehenneme girme gibi kerih görmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız: Böyle bir kıvam elde edinceye kadar nefis, bizim üzerimizdeki tesirini icra edecektir. Yani bize ibadet ü taati kerih, günahları ise hoş gösterecektir.

Hz. Pir, “Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına yüksel.” der. Evet, kanatlanıp böyle bir hayat seviyesine yükselen kişi, nefsin çekiminden uzaklaşmış demektir ve dolayısıyla ne şeytanın hedefi olur ne de nefsin ayak oyunlarına gelir.