Islah Yolu

Islah Yolu

İ’lâ-i kelimetullah yolunda koşturan mü’minlere düşen temel vazife, tıpkı bir göz doktorunun, katarakt hastasının gözündeki tabakayı kaldırıp her şeyi tekrar ayan beyan görmesini sağlaması gibi, insanların gözündeki perdeyi kaldırarak her şeyi olduğu gibi görmelerini sağlamaktır. Enbiya-i izamın, sahabe-i kiramın, tabiin-i fihamın, müçtehidin-i izamın, müceddidin-i kiramın vazifesi de budur. Buna isterseniz emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker (iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoyma) vazifesi de diyebilirsiniz.

Maruf denildiğinde ilk olarak dinin güzel gördüğü ve emrettiği konular anlaşılır. Fakat dinin temel disiplinlerine muvafık olarak insanların güzel gördükleri şeyler ve yapageldikleri örfler de buna dahil edilir.

Münker denildiğinde de, din-i Mübin-i İslâm’ın çirkin gördüğü ve yasakladığı hususlar anlaşılır. Ama aklın ve insan tabiatının çirkin bulduğu şeyleri de buna dahil edebiliriz. Nitekim Hanefi fukahası nezdinde de aklın çirkin ve güzel bulduğu şeylerin kendine göre bir yeri vardır.

Başka bir ifade ile adanmışların önemli bir vazifesi işte bu maruf kategorisine giren olumlu ve güzel davranışlara teşvikte bulunmak, münker kategorisine giren olumsuz ve çirkin davranışlara karşı da insanları uyarmaktır. Buna, insanları ister dünyevî ister uhrevi açıdan olsun faydalı şeylere yönlendirme ve yaklaştırma; yine uhrevi veya dünyevi açıdan zararı olan şeylerden de sakındırma ve uzaklaştırma vazifesi de diyebilirsiniz. Yerine getirilmesi gereken bu misyonu, Kur’ân’da çokça tekrar edildiği üzere kısaca tebşir (müjdeleme) ve inzar (uyarma) kelimeleriyle özetlemek de mümkündür. Nezd-i Ulûhiyette en büyük vazife bu olduğu içindir ki Allah en sevdiği kullarını, yani peygamberleri bu vazife ile görevlendirmiştir.

Bütün bu manaları ifade etme adına kullanılan diğer iki kavram da tahliye ve tahliyedir. (تخلية – تحلية) Türkçemizde yazılış ve okunuşları aynı olsa da Arapça aslında, birbirine benzeyen bu iki kelimenin yazılışı da okunuşu da farklıdır. Bu iki kavram, bir yerde oluşan olumsuz bir duruma müdahaledeki, birbirinin tamamlayıcısı iki süreci sırayla anlatır. Birincisinin (تخلية) anlamı boşaltmak, kirlerden arındırmak ve temizlemektir, ikincisi ise (تحلية) donatmak, süslemek ve güzelleştirmek demektir. İrşad, tebliğ ve terbiyede öncelikle yapılması gereken vazife, muhatabın kalbini, gönlünü, ruhunu, zihnini her tür kirden, günahtan, şirkten, dalâletten, kötü ahlaktan… kısacası olumsuz her tür duygu ve düşünceden temizlemek, pir u pak hâle getirmektir. Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzere tertemiz bir hüviyetle dünyaya gelse de zamanla neş’et ettiği kültür ortamının da etkisiyle tabiat-ı asliyesinden, fıtrat-ı selîmesinden uzaklaşabilir. Öncelikle böyle birinin elinden tutulmalı ve üzerindeki kirler, lekeler, çamurlar temizlenmelidir. Akabinde de onu imanla, tevhitle, marifetle, muhabbetullahla süslemeye, güzelleştirmeye çalışmalıdır.

Elest bezminde bütün ruhlar Cenab-ı Hakk’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, Rabbimizsin” şeklinde cevap vermişlerdir. Fakat daha sonra niceleri dünyaya dalmış, nefislerine aldanmış, ezeli düşmanları olan şeytana kanmış ve Rablerine verdiği bu sözü unutmuştur, ahde vefa gösterememiştir. İşte bu sözün hatırlanması ve gereğine göre bir hayat yaşanması için insanların bir kere daha fıtrat-ı asliyelerine dönmelerine, vicdanlarının şeffaflaşmasına ve cilâlanmasına ihtiyaç vardır. Bu sağlanabildiği takdirde vicdanlar O’nu haykıracaktır.

Diğer bir ifadeyle günümüzde gönüllerde bir kere daha tevhid-i Rubûbiyet, tevhid-i Ulûhiyet ve tevhid-i ubûdiyetin perçinlenmesine şiddetle ihtiyaç vardır. Mesela namazlarda okuduğumuz Fatiha suresine, “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah içindir” hakikatini ilan ederek başlıyoruz. Yani her namazımızda tevhid-i Rubûbiyeti haykırıyoruz. Peki, bunun ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Tevhid-i Ulûhiyet hakikatini takrir eden İhlâs suresinin veya tevhid-i Ubûdiyeti tekrar ile ifade eden Kâfirûn suresinin bize ne demek istediğini kavrayabiliyor muyuz? Tevhid-i ubûdiyeti anlatma adına Allah’ın mabud-u bi’l-hak ve maksud-u bi’l-istihkak olduğunu ifade ediyor; sadece Allah’a tahsis-i nazar ederek O’nun için işlenmesi, O’nun için başlanması, O’nun için konuşulması, O’nun için görüşülmesi, kısaca yapılan her amelin hedefinde O’nun rızasının bulunması gerektiğini söylüyoruz. Acaba bunları ne ölçüde vicdanlarımızda duyup hissedebiliyoruz? O’nun Rububiyet ve Ulûhiyetine karşı el pençe divan durarak duayla, namazla, oruçla, hacla, zekatla… ne ölçüde ubudiyette bulunabiliyoruz?

Çoklarımız itibarıyla yaptığımız ibadet ve taatlerle Allah’a kulluk borcumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. Ama amellerimizde ne ölçüde ihlaslı olduğumuz sorgulamaya açıktır. İbadetlerimize hiç şirk bulaştırmadığımızı iddia edebilir miyiz? Acaba kulluğumuzu ihsan şuuruna taşıyabildik mi? Acaba yatıp kalkıp Allah’tan iman, ihlas, aşk u iştiyak istiyor muyuz? Şayet bütün bu sorulara gönül rahatlığıyla “evet” diyemiyorsak kat etmemiz gereken daha çok mesafe var demektir. Esasen adanmışlara düşen temel sorumluluk da budur. Zira daha önce de ifade ettiğimiz üzere bu, peygamberler yoludur, sahabe-i kiram yoludur. Ve bu yolun her zaman kendine mahsus bir kısım sıkıntı ve zorlukları olmuştur. Bize göre bu yolun zorluklarına katlanan insanların hüznü de mukaddes bir hüzündür.

Bunun yanında bir de gözlerini dünyaya, onun saltanat ve debdebesine dikmiş hırsla bunların peşinde koşanlar var. Şunu hemen ifade edelim ki onların yaşadıkları acılar, korkular, adanmışların yaşadıkları sıkıntılara nazaran çok daha fazla tesirlidir. Sahip oldukları mülk ve servetin elden gitmesi onların canına okur, onları felç eder, çileden çıkarır. Hatta ellerinde tuttukları imkânları kaybedecekleri düşüncesi bile onlara stres ve anguazlar yaşatmaya yeter, içten içe onları yer bitirir. Elli türlü yalanla, dolanla, dalavereyle mâmeleklerini korumaya çalışırlar. Daha da acısı, servet, makam ve dünya sevgisi onları dize getirir, el etek öptürür. Farklı paye ve makamlara ulaşabilmek için güçlü gördükleri kimselere yüzsuyu döker, onların kulu kölesi olurlar. Yani bir taraftan sahip olduklarını elde tutma endişesiyle huzurlarını, düşünce selametlerini kaybederler; diğer yandan da el etek öpmek suretiyle izzet ve şereflerini. Netice itibarıyla böyleleri uhrevî hayatlarını kaybettikleri gibi, dünyevî huzuru da yakalayamazlar.

Yaşlanmak, gençliğini ve sıhhatini kaybetmek, ölümün keşif kolları sayılan bir kısım hastalıklara müptelâ olmak ve hele ölüm gerçeğiyle karşı karşıya kalmak bu tür dünyaperestlerin tahammül edebileceği şeyler değildir. Bunların düşüncesi bile onları ızdırap içinde kıvrandırmaya yeter. Bütün gönülleriyle bağlandıkları dünyalarından da dünyalıklarından da kopmak istemezler. Hatta arkada bırakacakları çocuk ve torunlarının geleceğine dair endişeler bile onların huzurunu kaçırır. Bazıları ancak aldıkları antidepresanlarla hayatlarını bir şekilde dengeli götürebilir. İyi bir psikiyatrist bunları muayene etse, muhtemelen, hem kendilerine hem de başkalarına zarar vermemeleri için bunların çoğunun tımarhaneye kapatılmaları gerektiğini söyleyecektir.

Dünya arkasında koşan ve dünya ile tatmin olmaya çalışan kimseler haset duygusundan da kurtulamazlar. İçlerindeki haset ateşi onları yakar kavurur. Yani içlerindeki hasedin öncelikli zararı kendilerine dokunur. Bununla birlikte imkân ele geçirdikleri takdirde haset ettikleri kimselere de zulmederler. Zira haset öyle bir hastalıktır ki tımarhaneler bile onu tedavi etmeye yetmez. Ve yine öyle bir belâdır ki mü’mine kâfirin yapmayacağı zulümleri yaptırır. Nitekim günümüzde bunun örneklerini çokça görüyoruz. Hasetçi zalimler, kendilerince buldukları veya icat ettikleri “makul(!) şüphelerden” ötürü çoluk çocuk, kadın ihtiyar demeden nice masumların canını yakıyor, onlara hayatı dar ediyorlar. Onların ağzına fermuar vurmak ve tesir alanlarını daraltmak suretiyle kendi dünyalarını kurmaya ve saltanatlarının ömrünü uzatmaya çalışıyorlar.

Ne var ki yaptıkları zulümlerle öncelikle kendi dünya ve ahiretlerini karartıyorlar. Hırsları, tamahları ve hasetleri onları her geçen gün Cenab-ı Hak’tan daha çok koparıyor ve O’ndan kopmaları ölçüsünde fikir istikametlerini, dengelerini, üsluplarını da kaybediyorlar. Allah’a kullukları zayıfladıkça saltanatın, hevanın, şanın, şöhretin, paranın ve daha başka dünyalıkların kulu kölesi hâline geliyorlar. Tevhid-i Rububiyet ve Uluhiyet’ten uzaklaştıkça kendileri için elli tane put oluşturuyor ve bunlara kulluk yapmaya başlıyorlar. Bu modern putlar yanında Latlar, Menatlar, Uzzalar, Naileler, İsaflar çok gerilerde kalır. Allah’a binlerce hamd u sena olsun ki bizleri böyle kudsî bir davanın hizmetkârları yapmak suretiyle dünyanın bu tür eracifinden muhafaza buyurmuş.

Maruf ile münkerin, güzel ile çirkinin, ıslah ile ifsadın, iman ile nifakın birbirine karıştığı bu zor dönemde ifa edilmeyi bekleyen yığınla iş var. Bugün toplum çapında yaşanan bu büyük dejenerasyonu tamir etmek, fesada uğramış bir toplumu yeniden kıvamına sokmak, insana bir kere daha ahsen-i takvime mazhariyetini hatırlatmak peygamber yolunun yolcularına düşen büyük mükellefiyetlerin başında geliyor. Şunu unutmamak gerekir ki mevcut hastalıkların reçetesi Kur’ân’dır, Sünnet-i Seniyye’dir, Raşit Halifelerin hayat tarzıdır, sahabe-i kiramın yoludur. Mevcut tablonun çok iyi okunarak bu mübarek kaynaklardan zamana ve çağın getirdiği hastalıklara uygun devalar üretmek ise adanmışları bekleyen büyük vazifelerdendir. Halihazırda yaşanan tahrip ve ifsadın tesirinde kalmadan, şartların ağırlığı altında ezilmeden, engellere takılmadan vazifeye devam etmek gerekiyor.

Siz Allah’ı kullarına sevdirirseniz O da sizi sever ve size sahip çıkar. Siz Resûlüllah’ın davasına sahip çıkarsanız, öbür tarafta O’nun Livau’l-hamd’inin (Hamd sancağı) altında kendinize yer hazırlamış olursunuz.