Yol Bu Erkân Bu

Yol Bu Erkân Bu

İç içe tahribatların yaşandığı, dinî değerlerin yerle bir edildiği, aynı kıbleye yönelen insanların bile birbirine düşman edildiği oldukça zor bir devirde yaşıyoruz. Kur’ân’ı, Sünnet’i, mukaddesatı koruyan surlar yıkıldı. Dinle, imanla, Kur’ân’la taban tabana zıt nice şenaat ve denaetlere din urbası giydirildi. Din, dünyalık elde etme aracı yapıldı. Siyasi mülahazalar geldi dinin tahtına oturdu. Dert çok ama dertli yok. Maalesef Müslümanlığın derdiyle dertlenmesi gerekenler bile kendi ikbal ve istikballerinin peşinde. İmana ve Kur’ân’a dair hakikatler sahipsiz. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği âlemşümul prensipler gurbet içinde gurbet yaşıyor. Zannediyorum Haçlılar döneminde yaşanan tahribat bile bu kadar derin değildi. Çünkü o zaman kalbler birlikte çarpıyordu. Toplum içinde böyle korkunç ayrışmalar yoktu. Gelen saldırıları Allah’ın izniyle göğsünde eritip ters yüz eden kahramanlar vardı.

Yıkılmaların, kırılmaların birbirini takip ettiği, İslâm’ın derdinin unutulduğu, ruhumuzun abidesini ayağa kaldıracak babayiğitlere hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyulduğu bu ifritten dönemde, kendilerini iman ve Kur’ân’a adamış diriliş erlerine çok iş düşüyor. Onların eda edecekleri vazife hem çok ağır hem de ağırlığı nispetinde kıymetli. Şunu unutmamak gerekir ki tek bir imanî meselenin tek bir insan için vuzuh ve inkişafı bile binlerce keramete üstün gelir. Batmadan suda yürümeniz de, üveyikler gibi havada süzülmeniz de, meleklerle kol kola yürümeniz de imanî hakikatlerin gönüllerde hüsnükabul görmesinin, tabiatın bir derinliği hâline gelmesinin yanında deryada damla kalır. Durum böyle olunca topyekûn bir toplumun ihyası ve yeni bir dirilişin gerçekleşmesi için yapılan hizmetlerin neye tekabül edeceğini varın siz hesap edin.

Yapılan tahribatı tamir etme adına yapılacak öncelikli vazifelerden biri, günümüzde yaygın bir hastalık hâline gelen ihtilaf ve ayrışmaların önüne geçmek ve kalblerin yeniden telifi (uzlaştırılması) adına gayret göstermektir. Sinelerimizde kimseye karşı tepki oluşmasına fırsat vermemeliyiz. Herkes mutlaka bizim dünyamızda kendine uygun bir yer bulmalı. Bu kimileri için harem odası olur, kimileri için kabul salonu, kimisi için de koridor. Ama neticede bizim dünyamıza giren hiç kimse ayakta kalmamış, dışlanmamış olur. Topyekûn insanlık âlemindeki, özellikle de İslâm dünyasındaki yıkılmaların, çözülmelerin, kırılmaların başka türlü tamir edilmesi mümkün değildir. En azından birileri herkese karşı sinesini açmalı, herkesi bağrına basmalıdır ki hem başkalarına örnek olsun hem de belli bir süre sonra hep ihtilaf ve iftirak  çıkarma peşinde koşan mütemerritler de onların atmosferinde yumuşasınlar. Gönüller yumuşarsa dünyadaki atmosfer de yumuşamış olur.

Bu konuda yerine getirilmesi gereken diğer önemli bir vazife de insanların ahsen-i takvime mazhariyetin sırrını kavramalarına ve bunun gereğini yerine getirmelerine yardımcı olmaktır. Farklı bir ifadeyle insanlara bir kere daha insaniyetlerini duyurabilmeye, insan olmanın ne anlama geldiğini, yaratılışlarındaki hususiyet ve ulviyeti kavramalarını sağlamaya her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır. Hiddet ve şiddetlerin, kin ve nefretlerin kırılmasını, dünyaya sevgi ve huzur atmosferinin hâkim olmasını istiyorsak, insanlığı, potansiyel insaniyet seviyesinden gerçek insanlık seviyesine yükseltmenin yollarını aramalıyız.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle iman, kendi içinde manevî bir tuba-i Cennet çekirdeği taşırken, küfür ise manevi bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Adanmış ruhlara düşen diğer bir sorumluluk da himmetlerini iman hizmetine yoğunlaştırmak suretiyle bu tuba-i Cennet çekirdeğinin büyümesini, inkişaf etmesini, her tarafa dal budak salmasını; bunun yanında zakkum-u Cehennem tohumunun da çürüyüp yok olmasını sağlamaktır. Farklı bir ifadeyle insanları surî, şeklî, taklidî ve cismânî Müslümanlıktan alıp kalbî ve ruhî hayata yükseltmektir. Böylece onlar ahsen-i takvime mazhariyetin sırrını kavrayacak, imanın zevkine erecek, güzel görecek, güzel düşünecek, hep güzellikler arkasında koşacak ve daha dünyada iken gönüllerinde cenneti yaşayacaklardır. “Allah var gam yok” diyen insanlar, hayatın sıkıntıları karşısında kendilerini salmayacak, değişik endişe ve korku girdapları içerisinde kaybolmayacaklardır.

Günümüzde inkâr-ı ulûhiyet fikri çok yayılmış durumda. Ateizm, deizm, agnostisizm gibi akımlar insanları korkunç bir şekilde içine çekiyor. Bu yüzden dalâlet ve küfrün her çeşidine karşı seralar oluşturmak, inançsızlık düşüncesiyle mücadele etmek, iman hizmetine gönül vermiş adanmışları bekleyen en büyük vazifelerdendir. Mü’minler olarak bizler, Allah’a iman eden salih kulları ahirette ebedi nimetlerin beklediğine inanıyor ve bütün insanların da bu nimetlerden istifade etmesini arzuluyoruz. Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca bunun için çabalamamış, bunun için sürekli yüreğinde derin bir hüzün ve tasa taşımamış mıydı? O, gördüğü, duyduğu ve idrak ettiği güzelliklere herkesin ulaşmasını istiyordu. Keşke insanlar nefislerini aşsalar, hevalarına takılmasalar ve O’na ulaşsalar diye ızdırapla kıvranıyordu. Gönülden Allah’a inanmış bir insanın mülâhazaları da böyle olmalıdır.

Çok farklı inanç ve kültürlere sahip insanların tamamına aynı hakikatleri duyurmak, onları aynı çizgi üzerinde toplamak çok zordur. Önemli olan, herkese kendi konumuna göre bir şeyler diyebilmektir. Bazılarında kendi değerlerinize karşı bir alaka uyanır, bazılarının küfr-ü mutlakı kırılır, bazıları “araf”a ulaşır, bazıları sempatizan bazıları dost olur, bazılarının da içinde iman meşalesi yanar. Bunların hepsi birer kazanımdır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) bizim elimizle tek bir kişinin bile hidayete ermesinin, onun nazarının ebediyete, Allah’a çevrilmesinin, vadiler dolusu yığın yığın kızıl develere sahip olmaktan daha hayırlı olduğunu haber vermiştir. Bir heyetin, bir toplumun, bir milletin veya topyekûn insanlığın ihyasına vesile olmak kim bilir Allah katında neye tekabül edecektir!

Şunun da iyi bilinmesi gerekir ki böyle kutlu bir davaya gönül veren adanmışlar ehl-i dünya tarafından rahat bırakılmazlar. Türlü türlü tazyiklere maruz kalabilir, tehditlerle karşılaşabilir, tehcirler yaşayabilir, zulümler görebilir, en temel insanî haklarından mahrum bırakılabilir, zindanlara atılabilirler. Ne var ki onlar, bu tür meşakkatlerle karşılaştıklarında,

“Gelse celalinden cefa,

Yahut cemalinden vefa,

İkisi de cana sefa,

Lütfun da hoş, kahrın da hoş”

demeli, başlarına gelen ne olursa olsun sabır ve rıza ile karşılamasını bilmelidirler. Kur’ân ve imana dair binlerce meselenin ele alınmayı beklediği böyle bir dönemde bu tür sıkıntılara takılmamalı, bugüne kadar nice büyük zatların Kur’ân’ın tek bir meselesi için hayatlarını ortaya koyduğunu, ömürlerini zindanlarda geçirdiğini unutmamalıdırlar.

Zannediyorum ben bunları söylerken bazılarının aklına Ahmed b. Hanbel Hazretleri gelmiştir. O ki hadis ilminin dev imamlarındandır, yaşadığı çağın en zahit ve müttaki insanlarından biridir. Ağzına arpa tanesi kadar bile haram girmemiş, bakışı dünya karşısında hiç bulanmamıştır. İşte bu büyük imam, ehl-i itizalden bazı kimselerin etkisi altında kalan Abbasi halifesi tarafından, Kur’ân’ın yalnızca bir meselesi için aylarca hapsedilmiş, aç susuz bırakılmış, kırbaçlanmış, işkenceye maruz bırakılmıştır. O, İslâm’ın tek bir meselesi için bütün bunları göze almıştır. Çünkü Hazret, bu konuda bir taviz verilir, farklı yorumlara kapı aralanırsa, bunun arkasının geleceğinden, Kur’ân’a karşı daha cüretkâr yorumlar yapılacağından endişe etmiştir. Bu yüzden sırtına inip kalkan kırbaçlara aldırmamıştır. Bu babayiğitler sayesindedir ki inandığımız değerler salimen bize kadar ulaşmıştır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki günümüzün hakikat erleri imana ve Kur’ân’a büyük hizmetler yaptılar. Yıkılmış değerleri ayağa kaldırabilmek için bin bir türlü fedakârlığa katlandılar. Yaptıkları hizmetlerle Allah’la insanlar arasındaki engelleri bertaraf etmeye çalıştılar. Gittikleri yerlere Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın adını götürdüler, gönüllere O’nun sevgisini nakşettiler. İnandıkları iman ve Kur’ân hizmeti uğruna varını yokunu ortaya döktü, talebeye sahip çıktı, gençliğin elinden tuttular. Açtıkları müesseselerle cehalet, iftirak ve fakirlikle mücadele ettiler. Dünyanın dört bir tarafında yürüttükleri diyalog faaliyetleriyle gönülleri yumuşattı, sevgi köprüleri kurdu, şiddet ve hiddetin önüne geçebilme adına dalgakıranlar inşa ettiler. Kısacası, Allah onlara büyük işler yaptırdı. Sahabenin yaptığı hizmetlerin bir benzerini onlara da nasip etti.

Bu öyle büyük bir mazhariyettir ki uğrunda neye katlanılsa değer. Bu yüzden şeytanın çıraklarının yapılan işlerin karşısına dikilmesine aldırmayın. Yaşanan mahrumiyet, mağduriyet, mazlumiyet, mevkufiyet ve mahkumiyetleri gözünüzde büyütmeyin; büyütüp yürüdüğünüz yola kahretmeyin. Şunu unutmayın ki zulm ile âbâd olanın âhiri berbat olur. Allah zalime mühlet verse de onu cezalandırmayı asla ihmal etmez. Geçmişte yaşayan zalimler nasıl yıkılıp bedbaht şekilde çekilip gittilerse, aynı şekilde pek yakın bir gelecekte bugünün zalimlerinin de nasıl acınacak bir hâle geldiklerini, köksüz ağaçlar gibi üst üste devrilip gittiklerini, sizden medet umarcasına acı acı yüzünüze baktıklarını göreceksiniz. Dolayısıyla haklarında ağlanacak birileri varsa onlar, güç zehirlenmesi yaşayan zalimlerin ta kendileridir. Bütün bunları insanlık tarihinde cari olan sünnetullaha inancımın bir gereği olarak söylüyorum.

Bu itibarladır ki, zalimleri Allah’a havale edip kendi işimize bakmalıyız. Allah şimdiye kadar bize, himmeti âli yüce gönüllü kardeşler verdi. Nereye gittiğini dahi bilmeden çantasını eline alıp yola koyulan babayiğitler nasip etti. Ömrünü hizmete vakfeden fedakâr gönüllerle bu davaya güç verdi. Biz de Allah’ın lütfettiği bu potansiyeli, ruhumuzun âbidesini ikame etme, Hazreti Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin her yerde bayrak gibi dalgalanmasını sağlama, gönülleri Allah’la buluşturma, hangi anlayışta olduğuna bakmaksızın insanların birbirini sevmesini sağlama, gönülleri yumuşatma istikametinde kullanmalıyız. O zaman Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “kardeşlerim” hitabının hakkını vermiş oluruz. Biz burada onun davasına gönül verirsek o da öbür tarafta bize sahip çıkar. O’nun sahip çıktığını da kimse zayi edemez. Allah’ın izniyle onlar, geçilmez kapılardan geçer ve ebedi nimetlere mazhar olurlar.