Okula Adımı Verin, Cenazeme Kalabalık Gelin!..

Okula Adımı Verin, Cenazeme Kalabalık Gelin!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bazı kimseler, yaptırdıkları hayır kurumlarına kendi isimlerinin verilmesini hatta bir okul ya da hastahanenin inşaatında tek odanın masraflarını karşılamışlarsa, onun girişine dahi adlarının nakşedilmesini arzuluyor ve şart koşuyorlar. Böyle bir istek ve uygulama dine ve vatana hizmete adanmış insanlar için ne ölçüde tasvip edilebilir? Yâd-ı cemîl olma ve gelecek nesillerden dua alma beklentisi öyle bir arzuyu mâzur kılabilir mi?


Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir insan öldüğü zaman onun amel defterine akıp duran sevapların kesileceğini belirtmiş; ancak şu üç ecir kaynağını istisna ederek, insanın onlar vesilesiyle kıyamete kadar sevap kazanmaya devam edeceğini ifade buyurmuştur: Sadaka-i câriye, kendisinden faydalanılan ilim ve hayır dua eden sâlih evlat. Başka hadis-i şeriflerde de dile getirilen sadaka-i câriye; sürekli sevap kazandıran, amel defterine hep ecir akıtıp duran sâlih amel manasına gelmekte ve okul, mescid, hastahane, fakirler için aş evi, misafirhane, su kanalı, çeşme, yol ve köprü gibi hayır hesabına yapılan müesseseleri ihtiva etmektedir. Dinimizin esaslarına göre, insanlar (hatta hayvanlar) sadaka-i câriyenin muhtevasına giren bu yerlerden istifade ettiği sürece, onları yaptıranlar, yapılmasına vesile olanlar, zenginleri teşvik edenler ve onlara yol gösterenler, hem yaşadıkları sürece hem de vefatlarından sonra sevap kazanmaya devam ederler. Ecdadımızın medrese, cami, kervansaray, han, hamam, çeşme, köprü, dükkan ve çarşı gibi muazzam eserler yaptırmaları işte bu kesintisiz ecre nâil olma isteklerinden kaynaklanmıştır.


Sürekli bir sevap kaynağı olması niyetiyle, sırf Allah rızası için bütün insanların istifadesine sunulmak üzere inşa edilen bu vakıf müesseselerine -Osmanlı’dan günümüze- “hayrât”, “meberrât” ya da “müessesât-ı hayriye” denilmiştir. Şahsî servetleriyle ve vakıflar yoluyla toplumun muhtaç olduğu muhtelif müesseseleri kurup onları işleten hayır sahipleri de “sahibü’l-hayrât”, “sahibü’l-hayrât ve’l-hasenât” veya “sahibü’l-hayrât ve’l-meberrât” tabirleriyle anılagelmiştir.


Adın Anılmasa da Allah Biliyor


Evet, sadaka-i câriye çerçevesine giren bir hayır kurumunu topluma kazandıran kimsenin adı bilinsin ya da bilinmesin, o müessesenin vakfiyesinde ismi zikredilsin veya edilmesin, daha girişteki bir tabelaya nâm ü nişanı kazınsın yahut kazınmasın, o kurum hizmet vermeye devam ettiği sürece o insanın amel defterine sevaplar akıp durur. Bir okul, bir hastahane, bir üniversiteye hazırlık kursu ya da bir talebe yurdu yaptıran hayır sahibinin adı, şanı, nâm ü nişanı hiç anılmasa da, insanlar oradan istifade ettikleri müddetçe onun defter-i hasenâtına ecir yağmaya devam eder. O okulda eğitim gören, o hastanede acıları dinen, o kursta istikbale yürüyen ve o yurtta büyüyüp yetişen kimseler ne zaman “sahibü’l-hayrât” sözüyle icmalî dua etseler ve “Allah razı olsun” deseler, o dualar mutlaka adresini bulur ve hayır sahibinin sevap hanesine kaydolur. İsmi o müessesenin alnında yazılı olmasa da, adını hiç kimse açıkça anmasa da, o insan dualara zımnî olarak girer ve onlardan kendi hissesesine düşen ecri alır; çünkü Allah herkesin her hayrından haberdârdır. Kur’an-ı Kerim, “Hayır olarak harcadığınız her şeyi, adadığınız her adağı, Allah mutlaka bilir ve mükâfatını verir.” (Bakara, 2/270) mealindeki beyan-ı ilahî gibi onlarca ayetiyle bu gerçeği nazara vermekte; mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet etmeyenlerin ve kimseyi incitmeyenlerin mükafatlarının Cenâb-ı Hak tarafından verileceğini belirtmekte ve iyilikleri Allah’ın sonsuz ilmine havale edip karşılıklarını yalnızca O’ndan beklemeyi ve dünyevî hiçbir beklentiye girmemeyi salık vermektedir.


Ne var ki, bu hakikati tam kavrayamamış ve nefis tezkiyesine muvaffak olamamış bazı kimseler, ille de yaptırdıkları binanın alnına adlarının nakşedilmesini isterler. Eserlerinin “falanın okulu”, “filanın yurdu” denilerek anılmasını şeref, onur ve saygınlık vesilesi kabul ederler; hatta bu vesileyle, aile fertlerinin de itibar görmesini hedeflerler. Böylece o hayırlı işin içine görünme, duyulma, bilinme, kendini ifade etme ve parmakla gösterilme mülahazalarını karıştırmış ve o dupduru sevap kaynağını bulandırmış, belki de kurutmuş olurlar.. bulandırmış ve kurutmuş olurlar; zira, görsünler, duysunlar, bilsinler, itibar etsinler… düşünceleriyle yapılan amellerde dünyevî menfaatler söz konusudur ve o amellerin bütün bütün boşa çıkma ihtimali vardır.


Burada Tüketilen Ahiret Meyveleri


Nitekim, bir hadis-i kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Benim ortağa hiç ihtiyacım yoktur, Ben kendisine şirk koşulmasından uzak yegâne Zatım. Her kim bir iş yapar da, onda, Benden başkasını ortak kılarsa (uhrevî bir işte Allah’tan başkasının beğenmesini, alkışlamasını ve mükafatını ararsa) onu da, o ortaklığını da terk ederim.” (Müslim, Zühd, 46). Kur’an-ı Kerim, malını gösteriş için harcayan, insanlara minnet ve eziyet etmekten kaçınmayan kimseleri Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde riya için sadaka veren zavallının haline benzetir. Üzerinde az bir toprak bulunan bir kaya parçasının şiddetli bir yağmurdan sonra cascavlak kalmasına benzer şekilde, öyle birinin de verdiği sadakanın dünyevî menfaatlerini gördükten sonra ötelere eli boş varacağını ve ahirette müflis olacağını belirtir.


Şu halde, sadece Allah’ın rızasını düşünerek değil de, cömert tanınmak, hayırlı bilinmek ve yardımsever görünmek için tasaddukta bulunmak riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir mana ifade etmemektedir. Allah korusun, bu mülahazaların ağırlığı nisbetinde, zâhiren çok hayırlı görünen amellerin boşa çıkmaları ve ahiret semereleri hesabına kısır kalmaları muhtemeldir. Evet, görünüşte çok hayırlı da olsa, bir işin içine onu yapan insanın adı, şanı, şöhreti, aile fertlerinin saygınlığı ve çoluk-çocuğunun itibarı karıştığı sürece, o işte Cenâb-ı Hakk’a teveccüh nisbeti azalmış olur. Allah Teâlâ’ya teveccühün tam olması mâsivâdan tamamen sıyrılmaya bağlıdır. İnsan kendi adını, nâm ü nişanını, aile efradını ve itibarını aradan çıkarıp onları mülahazalarından sürgün ettiği ölçüde, bakışlarını Cenâb-ı Hakk’a teveccühe yoğunlaştırmış ve sadece rıza noktasına im’ân-ı nazarda bulunmuş olur. Az-buçuk kendi nefsine pay çıkardığı nisbette de Mevlâ-yı Müteâl’e hasretmesi gereken teveccühü kısmış, bölmüş, parçalamış sayılır.


Maalesef, dünyanın cazibedâr güzelliklerine aldanan, bu hayatı kalıcı sanan ve şan, şöhret, makam, mevki mülahazalarından sıyrılamayan kimseler, bu mevzuda ne zaman kaybedip ne zaman kazandıklarını bilemediklerinden, kârlı görünenle kârlı olanı ayırt edemediklerinden ve dünyevî menfaatlerin ahirete bakan amellerin sevaplarını azalttığını, hatta yiyip bitirdiğini kestiremediklerinden hayır konusunda da çok yanlışlar yapıyorlar. Her güzel işlerini görünme, duyulma ve bilinme duygularına bağlayarak, ucundan tuttukları her işin kendilerine nisbet edilmesini şart koşarak ahiretleri hesabına kaybediyorlar. Şayet, böyleleri nasihate açık ve uyarılabilir kimselerse ötede hüsrana uğramamaları için mutlaka ikaz edilmelidirler. Fakat, eğer samimi ikazları dinlemeye yanaşmıyorlar ve yapacakları lisenin, üniversitenin, hastahanenin ya da talebe yurdunun alnına “falanın lisesi”, “filanın üniversitesi”, “… bey hastanesi” ya da “… hanımefendi yurdu” yazdırılmasında ısrar ediyorlarsa, –kendilerinin kaybına olsa da– öyle bir hayır yapmalarına mânî olunmamalı ve toplumun istifadesi engellenmemelidir. Belki, o müessese hayır sahibi hesabına bir kayba vesile olacaktır ama millet kazanacaktır. (Kim bilir, belki de Cenâb-ı Hak, engin rahmetiyle, bir gün, o hayırlı iş hürmetine sahibinin kalbini de istikamete sevkeder ve ona da kazandırır.)


İhlas Yolunda Şirk Şâibesi


Yazıktır ki, son zamanlarda, mü’minlerden bazıları da ehl-i dünyayı taklit edercesine ve onlara özenircesine, yaptıkları her işin altına mutlaka kendi imzalarını atmaya ve bir okula sadece tek yazı tahtası hibe etseler onun da bir ucuna isimlerini yazdırmaya başladılar. Belki bunu dua almak ve hayırla yâd edilmek için yapıyorlardır. Zira, bazı sâlih kimseler, nefis tezkiyesine nail olmuş ve dünyevî isteklerden sıyrılarak yaptıklarını sadece kulluk kasdıyla ve öteler mülahazasıyla yapar hale gelmişlerdir. İşte böyle biri, bir ameli açıkça yaptığı zaman, başkaları da onu görüp özenecek ve hayır yapma hisleriyle dolacaklarsa, onların da sevap kazanmaları arzusundan başka bir maksat beslemeyen bu insanın yaptırdığı müesseseye kendi adını vermesinde ve bu gayeye matuf bir yâd-ı cemil olmayı istemesinde mahzur olmayabilir. Fakat, bu hususta nefsanî duygulardan bütün bütün arınıp tamamen kulluk hisleriyle dolmak çok zordur; meseleye nefsi karıştırma tehlikesi her zaman söz konusudur. Her an farklı bir oyunla sahibini alt etmeye çalışan nefisten emin olamayacak kimseler çok dikkat etmeli ve ihlas yolundan asla ayrılmamalıdırlar.


Ayrıca, Allah sizin her hayrınızı biliyor ve hasenât defterinize kaydediyor. Yaptırdığınız bir çeşmenin alnında sizin adınız hiç yazılı olmasa da oradan su içen insanların, hatta hayvanların ve haşerâtın sayısınca sizin hanenize sevap yazılıyor. Sizi kimse bilmese de, asıl bilmesi bir şey ifade eden Allâmü’l-Guyûb biliyor. Herbiri kulluk açısından sizin gibi olan ve öteler adına hüsn-ü şehadetten başka size faydası dokunmayan insanların tamamı sizi bilse, bu ne ifade eder ki?!. Dünya ve ahiret yed-i kudretinde bulunan Cenâb-ı Hakk’ın bilmesi daha önemli, daha faydalı, daha genişçe ve kâfî değil midir?!. Allah Teâlâ’nın bilmesini yeterli bulmayan kimseler, yapıp ettiklerini bütün insanlara duyursalar bile, bu yine de meseleyi daraltma sayılmaz mı?!.


Bir de, hayr ü hasenât Latîf ü Habîr’in ilmine havale edilince mele-i âlânın sâkinleri de haberdar olur onlardan. Sevgi mülahazasında olduğu gibi; Allah (celle celalühü) Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil (aleyhimüsselam)’a der ki; “Falan şöyle bir iyilik yaptı; siz onun için hayır duada bulunun; mele-i âlânın sâkinlerine de söyleyin, onlar da aynı dilek ve duada bulunsunlar.” Düşünün bir kere; her an yediyüz bin melek Sidretü’l-müntehâyı tavaf ediyor ve herbirine ömründe sadece bir kere sıra geliyor. Kesretten kinâye olarak aynı anda tavaf edenlerin sayısı yediyüz bin şeklinde ifade edilen bu meleklerin adedi dünya nüfusuyla mukayese edilecek gibi değildir. Dolayısıyla, şuurlu, nûrânî, “Allah’ın hiçbir emrine isyan etmeyen ve kendilerine ne denilirse hemen yerine getiren” mâsum, tertemiz melekler tarafından yapılan “Rabbimiz falanı mağfiret eyle…” duası öyle önemli bir münacaattır ki, ona mukabil yeryüzündeki bütün insanların takdirleri bir hiç hükmündedir.


Evet, tanınma, bilinme ve takdir edilme peşine düşen insanlar bu kadar açık bir hesapta bile yanlışlık yapıyor ve çok değersiz mülahazaların kurbanı oluyorlar. Hazırladığı bir kitabın, yazdığı bir makalenin, düzenlediği bir programın, yaptığı bir bestenin, kaleme aldığı bir şiirin ya da derlediği bir klibin bir yanına mutlaka adını tutuşturmaya çalışanlar da aldanıyorlar. “Söz konusu kitap, makale, program, beste, şiir veya klipten beklenen netice hasıl olduktan sonra benim ismim bilinse de olur bilinmese de; hatta bilinmese daha da iyi olur, bütün sevabım eksiksiz ahirete kalır!” düşüncesinde olmayanlar, doğrudan kendilerine nisbet edilmeyecek işlere omuz vermeyi hiç düşünmeyenler ve her başarıdan sonra kesinlikle kendi adlarının anılmasını bekleyenler de çok geniş dairede takdir görecekken, dar dairede anılmaya kendilerini mahkûm ediyorlar. Sadece bu dünyada bilinmenin arkasına düşüyor ve ona meftûn oluyorlar; ahirette bilinip tanınmayı hafife alıyor ve böylece asıl genişlikle buradaki darlığın ölçüsünü karıştırıyorlar.


Oysa, Hazreti Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil’in bilmesi, onların milyarlarca, trilyonlarca yardımcılarının takdir etmeleri, sonra da “Biliyor musunuz, falanı Allah seviyor, biz de seviyoruz; onu bizden birisi kabul ediyoruz; bizden olana zerrât-ı kâinât adedince salât ü selam olsun!..” demeleri yetmez mi?!. Evet, Cenâb-ı Allah insanı göklerde anılacak bir enginlikte yaratmıştır. Ne var ki, bazıları mahiyetlerinin bu yanını görmezlikten gelip kendilerini yeryüzünün darlığı içinde ele almaktadırlar. Semavâtın sakinlerince alkışlanma ve göklerde anılma dururken, dünyada “üç-beş insan tarafından bilinelim” diyerek adeta dar bir urba içine girmekte ve kendilerini bir sıkışıklık mahkumu haline getirmektedirler. Bu itibarla, hakiki bir mü’min iman ve Kur’an hizmeti adına yaptığı hiçbir işi adının anılmasına, takdir edilmesine ve alkışlanmasına bağlamamalı; meseleyi Allah’ın bilgisine havale edip mükafatını yalnızca O’ndan beklemelidir. Unutulmamalıdır ki, insanlar tarafından bilinme, tanınma ve alkışlanma arzusu Allah’ın bilmesini yeterli görmeme hastalığından, dünyevî menfaat mülahazasından ve riya, süm’a düşüncesinden kaynaklanmaktadır.


Niyet Tashihi


İşte, baştan beri anlatmaya çalıştığım hususlarda mü’minler mutlaka ikaz edilmeli ve bir yanlışlığa düşmemeleri için bazı hakikatler kendilerine hatırlatılmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ ve’t-teslimât) “Allah Teâlâ, ne desinler diye hayır yapan süm’acıdan, ne gösteriş için iş tutan mürâîden, ne de minnet altında bırakan mennândan bir şey kabul eder!” buyurduğu ve “desinler, görsünler, bilsinler” düşüncesiyle amel edenin sevap alamayacağını vurguladığı sık sık nazara verilmelidir. Ayrıca, burada peşine düşülen dünyevî menfaatlerin ahiretteki mükafatı tamamen yok etmese bile menfaatin büyüklüğü nispetinde sevabın da azalacağı hep hatırda tutulmalıdır. Evet, bir şeyi öbür tarafa ne kadar hasreder ve burada orasından burasından kırpmadan öteye gönderirseniz, onun orada bütünüyle, hatta katlanmış olarak size iade edildiğini görürsünüz. Fakat, burada azıcık kesip eksiltirseniz orada da o ölçüde eksilmiş olarak bulursunuz. Hatırlarsanız, bir kurban eti münasebetiyle, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz Hazreti Aişe validemize “Kesilen kurbanı ne yaptın?” diye sorar. O, “Dörtte üçünü muhtaçlara dağıttım, geri kalanını kendimize ayırdım.” deyince, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Hayır ya Aişe, sen dörtte üçünü bize bıraktın; çünkü, muhtaçlara verdiklerin Allah içindi, sevap hanemize yazıldı ve bekâya mazhar oldu.” buyurur. Bu itibarla, yapılan hayr ü hasenâtla -kısmen de olsa- burada takdir gören ve parmakla gösterilen bir insan olmayı hedefleme, ahiret meyvelerinden bir kısmını daha dünyadayken yiyip tüketme manasına gelmektedir.


Ne var ki, daha önce de ifade ettiğim gibi, şayet bir hayır sahibi kendisine hatırlatılan bunca hakikate rağmen, yine de “Beni meleklerin bilmelerini ve hakkımda istiğfar etmelerini istiyorum ama aynı zamanda insanların da bilmelerini arzuluyorum” der ve yaptıracağı müesseseyi adıyla anılacak olması şartına bağlarsa, o zaman binanın bir tarafına o zatın ismini yazmak ve o hayra mani olmamak icap eder. Bunu yaparken de, milletin menfaatini düşünmek ve belki o insanın o süflî duygulardan kurtulması için de bir vesile olabileceğini ümit etmek gerekir. Gerçi, o şahıs, böylece farkında olmadan ahiret mükafatının bir tarafından kesip boş yere bir çukura atmaktadır. Fakat, ihtimal, bu hayrı vesile olur ve o da bir gün bu faydasız istekten vazgeçer; aklı başına gelir, hayrını sadece Allah’ın ilmine havale eder ve o riyadan döner; hatta belki “Gidin, ismimi silin oradan” der. Siz, ister o ismi silersiniz, isterseniz de müessesenin menfaati icabı öylece muhafaza edersiniz, fakat, o niyetini tashih edince, artık siz ne yaparsanız yapın, göklerin alnına yazılır o isim.


Evet, işin başında niyetin farz olmadığı meselelerde, insan mebdede niyetini hâlis kılamamış ve Allah’a tam teveccüh edememiş olsa bile, aklı başına gelip niyetteki hulûsu kavradığı andan itibaren o işe hâlis niyetle başlamış gibi sayılır. Kim bilir, Cenâb-ı Allah, engin rahmetiyle o niyeti işin başlangıcına doğru geriye de işlettirir. Mesela, bir kimse malını cömertçe saçıp durur ama bunu “Cömert nasıl oluyormuş görsünler” mülahazasıyla yapar. Fakat, bir gün ciddi bir pişmanlıkla “Estağfirullah yâ Rabbi, riyakârlıklarımdan dolayı bağışla beni. Bundan sonra vereceğim her şeyi sadece Senin rızan için vereceğim, hiç kimsenin bilmesini istemeyeceğim!” der. İhtimal, Merhameti Sonsuz, o insanın tevbe ve istiğfarını geçmişe doğru da işlettirmek sûretiyle, riya ve süm’a kasdıyla harcadıklarını da hâlisâne tasadduklarına katar.


Cenazem Muhteşem Olsun!..


Söz gelmişken, konuyla alakalı bir meseleyi daha hatırlatmak istiyorum: Bişr el-Hafi hazretleri, “Bazı insanlar hem hayattayken riyakâr oluyorlar, hem de öldükten sonra!..” deyince etrafındakiler sorarlar: “Öldükten sonra nasıl riyakâr olurlar ki?” Hazret, cevap sadedinde, “Onlar, çok kalabalık ve pek muhteşem bir cenaze töreni ile gömülmeyi arzular ve hayal ederler.” buyurur. Evet, bazıları insanların takdir etmelerine ve alkışlamalarına o kadar değer verirler ki, cenaze merasimlerinde çok kalabalık bir cemaatin bulunmasını can u gönülden ister ve beklerler. Hiç unutmam; merhum Turgut Özal’ın cenaze namazına çok iştirak olduğunu gören birisi o manzaraya hayran kalarak ve imrenerek aynı kalabalığı kendi cenazesinde de arzuladığını ifade etmişti. “Acaba benim cenazeme de bu kadar iştirak olur mu?” Bu düşünce insanın kendi nefsine ne ölçüde meftun olduğunu ve kendini ifade etmeye ne denli müptela bulunduğunu gösteren ne büyük bir inhiraftır!.. Şayet sen ölüm ötesine, mahşere, hesaba, Sırat’a, Cennet’e ve Cehennem’e inanmıyorsan, öbür âleme inanan bir insan edasıyla yaşamamış ve koskoca bir ömrü heder etmişsen, bütün dünya senin cenaze namazını kılsa ne ifade eder ki?!.


Cenaze namazı ve kabre son yolculuk şan ü şöhret aranacak, debdebe ve ihtişam istenecek, âlâyişe girilecek bir yer değildir. Orası, hakiki mü’minler için en mahcup olunması ve şefkate en çok ihtiyaç duyulması gereken bir acz durağıdır. T. Mevlevî ne hoş söyler:


“İstemem nakl-i cenazemde çeleng ü âhenk
Debdebe ile gidilir saha değildir makber;
Orası, medhalidir bârigâh-ı Mevlânın,
Kapısından içeri acz ile girmek ister.”


İşte selef-i sâlihîn efendilerimiz hep bu duyguyla meşbu bulunmuşlar ve cenazelerinin nasıl olacağından ziyade Rabbin huzuruna hangi yüzle çıkacaklarını düşünmüşlerdir hem de onca ibadet ü taatlerine, onlarca senelik kusursuz kulluklarına rağmen. Mesela; ibadeti, zühdü, takvası, ilmi ve özellikle hadis bilgisiyle çok nadide bir insan olan ve A’meş lakabıyla tanınan Süleyman b. Mihran hazretleri bunlardan biridir. Vefatından az önce yanına giren dostları bir doktor çağırmayı teklif edince şöyle cevap verir: “Ne yapayım doktoru, artık ben gidiciyim. Hem yemin ederim ki, nefsim elimde olsa onu hemen bir çukura atar kurtulurdum. Ben ölünce hiç kimseyi çağırmayın, beni sessizce kabrime bırakın, gidin!” O sözün manası şudur: “Allah indinde bir kıymetim varsa, zaten kurtuldum; fakat, şayet ben insanların hüsn-ü zan ettikleri gibi biri değilsem, o zaman vay halime benim; ötede bir de onların hüsn-ü şehadetlerinin hesabını sorarlar bana!..”


Ömrü boyunca her meseleyi rıza-yı ilâhîye ve Allah’a ubûdiyete bağlayan Bedîüzzaman hazretleri de aynı istikamette vasiyette bulunmuş; kabrinin, bir-iki talebesinden başka hiç kimsenin bilmeyeceği, gayet gizli bir yerde olmasını arzulamış ve “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.” buyurmuştur. Muhteşem bir cenaze merasimi beklentisinde olmamayı ve kimsenin bilmediği bir yere defnedilmeyi de hayatı boyunca mücessem temsilcisi olduğu ihlasın bir gereği saymıştır. Cenâb-ı Allah, onun bu isteğini de gerçekleştirmiş; 1960 senesinde Urfa’da vefat edip Halilürrahman dergahına defnedilmesinden ve kabrini birkaç ay boyunca binlerce insanın ziyaret etmesinden sonra, 27 Mayıs İhtilali akabinde aynı senenin temmuz ayında bir gece yarısı mezarı açılmış ve na’şı bir uçakla Isparta civarında meçhul bir yere nakledilmiştir.


Evet, asıl mesele Cenâb-ı Hak indinde makbul bir kul olabilmektir; yoksa, sadece insanların hüsn-ü şehadeti hiçbir mana ifade etmemektedir. Sâlih kulların, mevtânın iyiliğine şahitlik etmeleri, hayırlı insanların arkadan Kur’an okumaları ve istiğfarda bulunmaları, ancak imanla giden insanlar için muhtemel bir kurtuluş vesilesi olsa da, meselenin nîrengi noktası insanın kendisinin son yolculuğa hazır ve “gel” emrine âmadeyken ötelere yürümesidir. Bir adımla ahiretin yamaçlarına geçeceğine inananlar için tabutu taşıyacak tam inanmış dört adam kâfîdir:


“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam…” (Necip Fazıl)