Bundan 50-60 yıl önce, bugüne kıyasla alabildiğine
az sayıdaki insanın peygamberane bir azimle
bu milletin geleceği için -Allah’ın izniyle-
yaptıkları şeyler, bugün milyonlara varan
insanın yaptıklarıyla mukayese edilmeyecek
kadar büyük ve azametli idi. Gördüğüm şu ki,
sonrakilerin çalışmalarında öncekilerde
var olan canlılık, heyecan ve helecan yok.
Gerçi sun’i bir canlılık var; var ama debisi
çok dar ve sığ. Sadece bazı yerlerde
sun’i su birikintileri göze çarpıyor. Bu da bana
göre günümüz müslümanındaki "kıvam problemi"ni
gösteriyor.
Bence günümüz müslümanlarının oturup bir
kere daha kıvamlarını gözden geçirmeleri
gerekiyor. Ben mevcud kıvamla bir yere varılacağına
çok inanamıyorum: Duruşlarda ciddiyetsizlik
var; iyi örnek olunamıyor; tevarüs edilecek genel
ahlâk lâubalice. Mesela, günümüz anne babalarında
çocukların dikkatini çekecek, çocukları cezbedecek
bir manâ, bir mehabet yok. Aksine duruş bozukluğu
var ve ciddiyetsizlik diz boyu! Ananın babanın
namazı-niyazı, sözleri çocuklara bir şey
ilham edemiyor. Kısacası fertlerde olduğu
gibi ailede de kıvam problemi var. Daha önce "kültür
müslümanı" tabirini kullanmıştım.
İsterseniz burada da "görenek müslümanı"
diyelim. Görenek müslümanlığıyla derin
olunması, kıvamın yakalanması mümkün
değildir. Derinlik, derinden tevarüs eder. Bugün
ise mat ve solgun bir tevarüs söz konusu. İnsanın
şöyle diyesi geliyor; "Sen kendine merhamet
etmiyorsun, hiç olmazsa çocukların için ciddiyete
yönel de onlara merhamet et." Aksi takdirde onlar
yakın bir gelecekte şekil değiştirip
farklılaşacaklar.
İlk tercih baştan kolaydır ama o işi
devam ettirebilmek çok zordur. İnsanın bir
arı gibi her gün çiçek çiçek dolaşıp
kovanını balla doldurması lazım.
Her gün yeni bal yapması, bunun için de her gün
ayrı bir çiçeğe konması gerek. Yoksa
o güne kadar yaptığı balı yer bitirir
ve elinde hiçbir şey kalmaz. Bunun için insan dini
her gün yeni duyuyormuşçasına yaşayabilmeli,
her gün yeni bir imana ulaşabilmelidir. Evliya,
asfiya, mukarrabin bu sırrı çok iyi kavramış;
kavramış ve ona göre bir hayat yaşamışlardır.
İmam Şazeli, Nakşibendi, İmam Rabbani
her gün ayrı ve farklı ufuklara açılmazlarsa,
elde ettikleri makamlarda durmalarının zor
olacağını biliyorlardı ve o makamın
hakkını veriyorlardı.
Evet, kendinizi iman adına sürekli besleme ve
sürekli rehabilite etmelisiniz. Ciğerinize aldığınız
oksijen gibi devamlı yeni ve taze hava peşinde
koşmalısınız. "Ben biliyorum
bu meseleyi" diyerek kitaba bağlı kalırsanız
ve amelde sürekli derinleşmezseniz sonunda elinizdeki
mevcudu da yer bitirirsiniz. Bu iş, sürekli yenilenmek
ve kaybederim korkusuyla tir tir titremek istiyor. Onun
için Rabb’e teveccühte inkıta olmamalıdır.
Bir de nefsin tabiatında var olan sürekli mazeretler
üretme ve onlara sığınma tavrından
kaçınılmalıdır. İnsan mazerete
sığınmak yerine ne yapıp edip cürmü
kendinden bilmeli, dahası buna kendini inandırmalıdır.
Herkes acz ve fakr yolcusu olmalı ve Allah’ın
acziyet ve fakriyete şefkatle teveccüh edeceğinin
şuurunda bulunmalıdır. Bu çeşit
bir i’mal-i fikir engin bir şefkate kavuşmanın
ilk adımıdır. Evet, eğer siz soluduğunuz
havada, içtiğiniz suda, yediğiniz yemekte
acz ve fakrınızı hissediyorsanız,
o engin şefkat kaynağından taşıp
taşıp gelen nimetlere şükürle hamdetmiş
olursunuz. Bir başka tabirle; "Biz hem aciziz
hem de fakir. Bunları bize bir şefkat sahibi
ihsan etmekte…" diyebiliyor ve bunu vicdanınızda
duyabiliyorsanız şükürle O’na yönelmişsiniz
demektir. Bugünün insanının pek çoğunun
arzettiğim bu hususta problemleri var: Allah’ın
engin şefkat ve merhametinin tezahürü olan şeyleri
kendilerinden biliyorlar. Öyleyse biz de bu problemli
insanlara dem ve damarlarına dokundurmadan söz
konusu ettiğimiz şefkat esintilerini hissettirme,
ve onları tefekküre salabilmenin gayreti içinde
olmalıyız.
Ve bunlara bağlı son husus; bugün İslam
dünyası kendi içinde renk atmış, matlaşmış
ve köhnemiş bir görüntü sergiliyor ve yıllardır
bunun sıkıntısını çekiyor.
Ferdî planda müslümanlığı yaşayanlar
var ama topyekün şuurlu bir İslam Dünyası
yok. Bu durumun düzelmesi için bir Hazreti Musa, bir
Hazreti Harun gibi uğraşmak lazım. Aksine
dışta kalır, bu yapının düzelmesi,
salaha ermesi için bir gayrette bulunmaz, "bana
ne" der gibisinden tavırlar içine girerseniz
sizi hasım gören dünya tarafından bütün bütün
dışlanırsınız ve kendi sonunuzu
hazırlarsınız.
Bu çağ bencilliğe açık bir çağ,
materyalist düşünce İslam Dünyası’nı
işgal etmiş. Kimseyi inkisara ve ye’se sevk
etmemeli bu söylediklerim; sevk etmemeli ama bu durumun
üzüntüsünü de duyup bir an önce kendimize çeki düzen
vermeye başlamalıyız. Heyecansızlık
ve duyarsızlık çarpar bizleri sonra. İnsan
bu tablo karşısında bence en azından
şu civanmertliği yapmalıdır: Ellerini
Rabbine kaldırmalı ve "Allah’ım
günahlarımdan dolayı beni mahvetsen bile,
ümmet-i Muhammed’i mahvetme!" diye dua etmeli ve
kendinden, çoluk çocuğundan ziyade ümmet-i Muhammed’in
felâhını gönülden istemelidir; istemelidir
ki mevcut perişaniyet ve derbederlik karşısında
ızdırap duyduğunu izhar etmiş olsun.
Evet, yaşamak için değil, yaşatmak için
yaşama bir manâ taşır. Yoksa abes yer
işgal eder ve bu dünyada boşu boşuna
gölge yaparsınız. İnsanlığa
bir faydamız yoksa bu dünyada ne diye duracağız
ki? Bizim bu dünyadaki tavrımız askerin askerlik
müddetince kışlada durması gibi olmalı;
olmalı ve yaşadığı sürece de
vazifesini eksiksiz yerine getirmeli. Vicdanına
sık sık bakmalı, kendini sorgulamalı
ve sormalı kendine; "Ben ne için duruyorum
burada? Acaba beni bu dünyada tutan çoluk-çocuk mu,
mal-mülk mü, makam-mansıp mı? Yoksa Rabbim
adına ruhumun heykelini dikmek mi?!"