Soru: İmanın mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığına inanıyoruz. Diğer taraftan akıbet endişesi dinimizde çok önemli bir husus. İnanan bir gönlün, hem imanın vaad ettiği huzuru, hem de akıbet endişesini aynı anda duyup hissetmesi nasıl anlaşılmalıdır? İzah eder misiniz?
Cevap: “İman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.” cümlesindeki iman kelimesi, mutlak zikir kemaline masruf olduğundan kâmil imanı ifade eder. Fakat unutulmaması gerekir ki, seviyesi ne olursa olsun insanın içindeki iman, bir cevher kıymetindedir. Zira iman, insana, varlığı okunması gerektiği şekilde okutur. Evet, insan, imanla, varlığa arka planı itibarıyla bakar, onu perde önü ve perde arkasıyla beraber değerlendirir. Bu bakış açısı ve değerlendirme sonucunda, varlığın mutlak kudret ve sonsuz merhamet sahibi bir Zât’ın tasarrufu altında olduğunu, O’nun izni olmaksızın hiçbir kimse ve hiçbir şeyin kendisine herhangi bir zarar veremeyeceğini bilir. Aynı zamanda ahirete iman sayesinde o, dünya hayatı ne kadar sıkıntılı ve meşakkatli de olsa, bu dünyayı Cennet’in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır, şükreder. Bir başka ifadeyle mü’min, imandan tevhide, tevhidden teslime, teslimden tevekküle, tevekkülden de saadet-i dâreyn dediğimiz dünya-ahiret mutluluğuna ulaşır. İmandan mahrum bir nazar ise, mevcudatı sanki yerden fışkırmış, sonra da gidip bir çukur veya yokluğa dökülmüş, karanlık ve mânâsız birer varlık şeklinde görür. Bu açıdan iman, insana mebde ve müntehayı gösterdiği gibi, ona güzergâh emniyetini de vaad eder. Evet, iman öyle bir cevherdir ki, iman edilmesi gereken mevzuları derinlemesine tahlil ve tetkike tâbi tutmaksızın onlara iman eden ümmi bir insan bile, daha başta ilmihallerden öğrendiği bilgilere istinaden vicdanında, imanın hakikaten, insan kalbinde mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği; küfrün de, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumu sakladığını duyup hissedebilir. Fakat bir de bu iman, kâmil mânâda olursa, o insan âdeta Cennet koridorunda yürüyor gibi bir hâl kesbeder.
İmanla Doğru Orantılı Akıbet Endişesi
İmanın vaad ettiği bu huzuru kevser yudumluyor gibi duyup hisseden hakiki mü’minler aynı zamanda, “Ben ölünce hesabımı nasıl vereceğim, ötelere nasıl bir keyfiyette gideceğim?” endişesiyle de tir tir titremişlerdir. Zira akıbetinden endişe etmeyenin, akıbetinden endişe edilir. Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş olduklarını da görüyoruz. Meselâ Hazreti Ebû Bekir es-Sıddık Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunurken kullandığı şu ifadeler bunun güzel ve çarpıcı bir misalini teşkil eder:
جُدْ بِلُطْفِكَ يَـا إِلهِي مَـنْ لَـهُ زَادٌ قَـلِيـلْ
مُفْلِـسٌ بِالصِّدْقِ يَأْتِـي عِنْدَ بَابِـكَ يَاجَلِيلْ
ذَنْبُهُ ذَنْبٌ عَظِيمٌ فَاغْفِرِ الـذَّنْـبَ الْعَظِيـمْ
إِنَّهُ شَخْـصٌ غَرِيبٌ مٌذْنِـبٌ عَبْـدٌ ذَلِيـلٌ
مِنْهُ عِصْيَـانٌ وَنِسْيَـانٌ وَسَهْـوٌ بَعْدَ سَهْـوْ
مِنْكَ إِحْسَانٌ وَفَضْلٌ بَعْـدَ إِعْـطَاءِ الْجَزِيـلْ
“Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,
İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!
Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur,
Hali de pek acip, hem günahkâr bir abd-i zelîl.
Onunki isyan, onun ki nisyan ve hata üstüne hata,
Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl,
Eğer Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, her şeyini bitirmiş bir insansa, o zaman biz daha baştan bitmişiz demektir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir hadis-i şeriflerinde onun hakkında şöyle buyurur:
لَوْ وُزِنَ إِيمَانُ أَبِي بَكْرٍ بِإيمَانِ أَهْلِ الْأَرْضِ لَرَجَحَ بِهِمْ
“Şayet Ebu Bekir’in imanı bütün insanların imanı ile tartılsa, muhakkak onun imanı diğerlerinden ağır gelirdi.” (Kenzü’l-ummâl, hadis no: 35614) İşte Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, kalbinde böyle bir iman bulunduğu halde, Allah karşısında hep akıbetinden endişe etmiştir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu’nun dizinin dibinde oturma mazhariyetine erip de daha sonra Müseylimetü’l-kezzâb’ın safları içinde Cehennem’e yuvarlanıp giden insanlar vardır. Bu açıdan hiç kimsenin mutlak garantisi yoktur, Allah’ın huzuruna nasıl çıkacağı belli değildir.Sahabe-i kiram efendilerimiz gibi, tabiîn-i kiram efendilerimiz arasında da kılı kırk yararcasına bir hayat yaşadıkları halde akıbet-endiş olan çok büyük insanlar vardı. Meseleyi çok tekerrür eden bir misalle arz etmeye çalışayım: Tabiîni, tebe-i tabiîne bağlayan bir dönemde yaşayan İbrahim b. Ethem Hazretleri, hükümdarken, taç ve tahtını terk ederek Mekke-i Mükerreme’ye mücavir olmuş ve kendisini Allah yoluna adamıştır. Yaşadığı hayat itibarıyla baş döndürücü bir manzara arz eden bu büyük insanın dualarına baktığımızda havf u haşyetle dopdolu ayrı bir derinlikle karşılaşırız. Mesela o, bir duasında Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarır:
إِلَهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي أَتَاكَ
مُقِرّاً بِالذُّنُوبِ وَقَدْ دَعَاكَ
وَاِنْ يَكُ يَا مُهَيْمِنُ قَدْ عَصَاكَ
فَلَمْ يَسْجُدْ لِمَعْبُودٍ سِوَاكَ
Konuyla ilgili bir misal de, Nehaî ailesinin serkâr ve pişuvası olan Esved b. Yezid en-Nehaî’den verelim: O, vefat ederken öyle kıvranır, öyle ızdırap çeker ve yüzünde öyle takallüsler oluşur ki, Hazreti Alkame yanına gelir ve ona: “Günahlarından mı korkuyorsun?” diye sorar. Esved b. Yezid’in cevabı oldukça dikkat çekicidir: O, “Nasıl korkmayayım! Allah’tan korkmaya benden daha müstahak kim var? Hem, Cenâb-ı Hak yaptıklarımı mağfiret buyursa da, hayâ duygusu, beni hep endişeye sevk eder.” diye cevap vermiştir. Bu ölçüde bir endişeyle kıvrım kıvrım kıvranan Esved b. Yezid Hazretleri, Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki dönemlerde yaşasaydı, ihtimal, peygamberlik mazhariyetiyle şereflendirilirdi. Bu yücelikte olduğu halde, görüldüğü üzere o, çok ciddi bir havf u haşyet duygusu içindedir. Bu açıdan diyebiliriz ki, bir insanın akıbetinden tir tir titreyecek ölçüde endişe etmesi, onun imanının kemaline delalet eder. İman öyle bir cevherdir ki, hakiki mü’min onun gerçek ve zatî değerini çok iyi bildiğinden, sürçerek, düşerek veya kapaklanarak, sırtında taşıdığı bu kıymetli cevheri kaybetmekten korkar. Üstad Hazretleri: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma.” diyerek bu önemli hususa dikkat çeker. Yani sayılan bu hususlardan bir tanesi bile, insanı sel gibi alıp götürebileceğinden, inanan bir insan, imanını kaybetmeme adına her zaman böyle bir korku ve endişe içinde olmalıdır.
“Korkma, Tir Tir Titre!”
Bildiğiniz üzere Devlet-i Âliye bir dönem koskocaman bir coğrafyada İslâm’ın müdafii ve son karakolu olmuştur. Evet, o, çok uzun bir dönem, İslâm dünyasının namus, şeref ve haysiyetini koruma vazifesi görmüştür. Fakat daha sonra ne olmuşsa olmuş ve öyle bir dönem gelmiştir ki, onun bulunduğu coğrafyada, Kur’ân’la, Peygamber’le ve Kâbe’yle alay edildiği hâlde kulaklar küfrü netice veren bu hakaretleri duymazlıktan gelmiştir. Evet, öyle bir dönem yaşanmıştır ki, insanı imanından edecek bu tür mülâhazalara tepki bile verilmemiş; verilmemiş ve bu dönemde nice insan iman dairesinden çıkıp dinini kaybetmiştir. Demek ki hiçbir insan ve hiçbir toplum için mutlak emniyet yoktur.
Havf u recâ mevzuunda Hazreti Ömer Efendimiz’e nispet edilen güzel bir söz vardır: “Bana deseler ki, bütün insanlar Cennet’e, tek bir insan Cehennem’e gidecek. ‘Acaba o ben miyim?’ diye endişe ederim. Ve yine bana deseler ki, peygamberlerin dışında bütün insanlar Cehennem’e, tek bir insan Cennet’e gidecek. Allah’ın rahmetinin enginliğinden ‘Acaba o insan ben miyim?’ diye ümit ederim.” İşte böyle bir havf u recâ dengesi çok önemlidir.
Burada istidradi olarak Hazreti Gazzâlî’nin mülâhazasını da arz edeyim: İmam Gazzâlî, ihtiyarlıktan önce, ölümün keşif kolları henüz vücudu istila etmemişken daha ziyade havfın; ihtiyarlık döneminde ise recânın ağır basması gerektiğini ifade eder. Yani insan sağlığı, sıhhati yerindeyken Allah’tan çok korkmalı ve tir tir titremelidir. Ölümün soluklarını hissettiği günlerde ise, ümitsizliğe düşmemek için recâ duygusu ağır basmalıdır.
Bir gün Zübeyir Ağabey, Üstad Hazretlerine: “Üstadım, akıbetimden çok korkuyorum!” deyince aldığı cevap şu olur: “Korkma! Tir tir titre!” Yani o kadar endişe içinde ol ki, âdeta yiyeceğin yemekler boğazında düğümlensin kalsın. Buna karşılık insan vefat edeceği esnada: “Allah’ım ben Sana geliyorum. Sen şimdiye kadar Sana ümitle gelen insanların hiçbirisini o kapıdan boş çevirmedin. Sen, kapının tokmağına dokunan hiç kimseye ‘hayır’ demedin. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmadın. Çok küçük sermayelerle bile Sana teveccüh eden insanları, çok âlî sermayelerle gelmiş ziyaretçiler gibi kabul buyurdun ve onlara iltifat ettin.” mülâhazalarıyla dolup taşmalıdır. Üstad Hazretlerinin Lem’alar isimli eserinde, yaşlılıkla alâkalı bahislere “recâ” ismini vermesi de böyle bir mülâhazayla alâkalı olabilir.
Büyük Sermaye ve Gasp Endişesi
Evet, imanın mânevî bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşıdığı doğrudur. Bununla birlikte bir insanın ‘bu büyük sermayeyi kaybedebilirim’ endişesini taşıması da çok önemlidir. Bunu bir misalle şöyle izah edebiliriz: Beş-on görevlinin, Merkez Bankası’nın bir trilyon lirasını arabayla bir yerden bir yere götürdüklerini düşünelim. Bu insanlar, “Aman bir başkası bu ölçüde para taşıdığımızı duymasın!”, “Ya bir yerde önümüz kesilirse!”, “Ya bir yerde trafik probleminden dolayı bizi durdurup bu paraları alıp kaçırırlarsa?” endişe ve mülâhazalarıyla vazifelerini nasıl yürekleri ağızlarında yerine getirirler! Ebedî saadetin vesilesi olması dolayısıyla iman sermayesinin yanında trilyonların, katrilyonların ne ehemmiyeti olabilir ki! Evet, iman ebedî saadeti peyleyeceğimiz eşsiz bir sermayedir. Bu yönüyle o bir tûbâ-i Cennet çekirdeği taşır. Yani Cennet, o iman çekirdeğinden neşv ü nema bulacak, bir ağaç hâline gelecek, sonsuzluğa doğru ser çekip sizin ferih ve fahur bir şekilde ebediyetlere kadar gölgesinde yaşamanıza imkân sağlayacak. Şimdi insan bu kadar büyük bir sermayeye sahipse ve o insanın şeytan, şeytanın avenesi, nefs-i emmare ve cismaniyet gibi düşmanları varsa ve aynı zamanda bu düşmanlar tarafından her an bir çelmeye maruz kalıp o sermayeyi kaybetme tehlikesi bulunuyorsa, böyle bir insan korkmalı mıdır, korkmamalı mıdır? İşte akıbet endişesi dediğimiz korku böyle bir korkudur. Burada misal olması kabilinden zikrettiğimiz Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi sahabe efendilerimizin, İbrahim b. Ethem, Esved b. Yezid Hazretleri gibi Allah dostlarının korkusu budur.