Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (2)

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (2)
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

O şahsiyet, şems-i nur-i adalet olan Hazreti Ömer’dir. Peygamberler yolunun necm-i nûrânîsi bu âbide insan akrabü’l-mukarrabîn çizgisini takipte fevkalade hassas, arzda semavîlerle atbaşı, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla dudak ısırtacak enginlikte, Nebiler Serveri’nin mütemadi takdirleriyle serfirâz, koca koca devletlerin -buna Şecere-i Numâniye ile destanlaştırılan devlet de dâhil- yüz senede yapabildikleri ve elde ettikleri başarıları on sene gibi dar bir zaman diliminde gerçekleştirmekle rekor üstüne rekorlar kırmasına rağmen tevazu, mahviyet ve sıradanlık duygusuyla Kamer-i Münîr halesinde nurani bir konuma sahip, menendi bulunmayan, Mikâil’e denk bir erişilmezler erişilmeziydi.

O, Rehber-i Ekmel’in ve veliler serveri halifenin statiğini yapıp blokajını ortaya koydukları semâvî mirası değerlendirme ve akla durgunluk verecek seviyeye ulaştırmada -havl ve kuvvet Allah’tan, himmet Hazreti Rehnümâ’dan- sekene-i semâvâtı gıptaya sevk edecek bir kıvam sergilemiş ve mü’minleri sevinçle şahlandırmış, münafıklara da inkisarlar yaşatmıştı. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna kadar zafer üstüne zaferlerle bir Zülkarneynlik göstermiş, ruhunun ufkuna yürüme faslında da isabetli bir halef intihabı yöntemiyle bu fani âleme veda etmişti.

Ömür boyu beraberliğini cihanlara değiştirmeyi düşünmediği Hazreti Pişdâr’ı ile berzahî hayat maiyyeti mülahazasıyla Hücre-i Saadet’e defnedilmeyi dilemiş ve öyle de olmuştu. Evet, O’na gönülden inanmış, ölesiye sevmiş, kâkül-ü gülberglerinin bir tüyünü dünyalara değiştirmeyecek bir ruh yüceliğinde bulunan insanüstü biri de başka türlü olamaz, başka türlü davranamazdı.

Hayatında, ikinci vezir, irade kahramanı, fenafillâh-bekâbillah abidesi olarak yaşadı. Ne süper güçleri yerle bir etmeye takıldı, ne cihanları hizaya getirme gururuna kapıldı ne de hakperestliği ve adaletiyle alkışlanma karşısında başı döndü, bakışı bulandı. Hatta hakkaniyet ve istikametinin hayranı vefalı kimselerin “emîru’l-mü’minîn” demelerinden rahatsızlık duydu ve çevresini hep ikaz etti. O (radıyallâhu anh), zirvenin zirvesi en önemli bir noktada bulunurken bile kendini hep âhâd-ı nastan biri bildi. Ne koruması vardı, ne de muhafız alayları.. تَوَكَّلْتُ عَلَى اللهِ demiş ve hep tek başına halkın içinde bulunmuştu.

-Keşke bütün bunlar çağın Firavun, Yezîd ve Haccac’larına bir şeyler anlatabilseydi!.. Ne var ki ölü gönüllerin, zehirlenmiş düşüncelerin, alkış budalası kendini bilmezlerin bunlardan bir şey anlayacağına vicdanım “evet” diyemiyor. Şimdi biz yokluğunda var görünen, varlıkta düz insan olmaya kapalı tali’sizlere, bu konuda söylenen her söz ve gösterilen her örneğin havada kalacağı kanaatini vurgulayıp geçelim…-

Allah’ın izniyle realize ettiği bu baş döndüren hadiselerin yanında, Nebiler Sultanı, onun daha harika şeylere imza atacağını, feyz menbaı bir kuyudan harıl harıl su çekişi şeklinde ifade etmişti ki, bu o şems-i nur-i hidayetin âlem-i manadaki kader dantelasının sadece birkaç örgüsünden ibaretti ve o mümtaz insanın daha pek çok göz kamaştıran muvaffakiyete nâil olacağını işaretliyordu. Duygu, düşünce, kabiliyet ve karakteriyle onca harika işlerine, meleklere “Eyvallah!” dedirtici aktivitelerine rağmen, o kendini hiç ender hiç görüyor; “Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz” beyanını hayat-ı mübarekelerinin bir düsturu gibi sayıyor ve hep o şehrâhta yürüyordu.

En başta o iç parçalayan sızlanışları, Server-i rehnümâsı ve selefi veliler serverinin vird-i zeban ettiği lal ü güher söz cevherleriyle idi; daha sonra yürek sızlatan o içten yakarışlarsa, onun inci-mercan haşiyeleri mahiyetinde iniltilerdi. O, Pişdâr-ı bîmisâl’in “akrabü’l mukarrabîn” ufku açısından kendiyle yüzleşmesi adına dediklerini sürekli meşk ediyor; o melek iniltisi zebercet beyanları Hakk’a iç döküş ve sızlanışlarında kullanıyor, onlarla nefes alıp veriyordu. Hazreti Rehnümâ ne demiş, Hakk’a iç döküşlerde hangi argümanları kullanmışsa, onları latîfe-i Rabbâniyesi üzerinde indirip kaldırıyor ve sürekli bunlarla soluklanıyordu. Zaten selef-i emcedi de aynı şeyleri yapmamış mıydı?!.

Bu ne safvet, bu ne kurbet duruluğu!.. Onca gaile ile yaka-paça olurken, hep peygamberler ufkunda yol alıyor ve vaktinin önemli bir bölümünü dua, tazarru, niyaz unvanıyla hep “Allah” deyip sızlanışlarla geçiriyordu. Hayatını, gece ve gündüzüyle, gün ve haftasıyla sürekli Hakk’a iç döküşlerle değerlendiriyor ve mukarreb ufku rüya mesâvîsiyle kendini farklı fasılalarla hep sigaya çekiyordu. Adeta,

Günahını hadden efzundur,

Bana rahmeyle Allah’ını;

Gözüm yaşı akan hundur,

Bana rahmeyle Allah’ını!

diyor ve dakikalarına dünya kadar inilti sığdırıyordu. Yoktu hayat dantelaları içinde muhasebe hissinin bulunmadığı bir an ve murakabe heyecanının inletmediği bir dakika. İşte o kendiyle yüzleşme ve iç murakabelerden birkaç damla:

Allah’ım, ayakta dururken, otururken, yatağa girip uyurken, İslam’a muvafakatim adına koru beni!.. Allah’ım, nezd-i ulûhiyetindeki hayırlarla serfirâz kıl ve şerlerden de muhafaza buyur fakiri!.. Allah’ım, Kitâb-ı Mübîn’i yürekten en ciddi tedebbür ve tefekkürle mütalaaya muvaffak eyle bendeni!.. Yarlığa Allah’ım ve kabul buyur tevbemi!.. Allah’ım kalbim katıdır ve kimse de muttali değildir o katılığa. -A Sultanım, sen ihkâk-ı hak etmeye katılık diyorsan, bu senin yüksek ufkuna mahsus bir keyfiyet; eğiliyoruz bu ince anlayış karşısında.- Sen engin hoşnutluğunla öteler istikametindeki hareketlerimle bana mülayemet lütfeyle!.. Allah’ım! Ben cimri kullarından biriyim. -Sen de cimri isen a dünyada tek dikili taşı olmayan gözümün nuru, söyle bendesi olduğun Zât aşkına, sana göre cömert kimdir?- Ne olur, israf ve tebzîre düşmeden, riya ve süm’aya sapmadan beni hep sahîce davranmaya muvaffak eyle! Her hal ve hareketimde sadece Senin rızanı ve öteler ötesini düşleyen bendegândan say beni!.. Allah’ım! Gaflet ve nisyanım çoktur. -Şem’-i tâbânım, bunlar senin kemalinin solukları.. hakkında böyle düşünenlerin de ağızları kurusun!- Rabbim! Her halükârda Zâtını, ölümü ve daha ötesini hülyalarında yaşatan kullarından eyle Ömer’im!.. Allah’ım, ubudiyet yönünde oldukça zayıfım. -A pir-i mugânım, secdede iken içten ağlayıp mâbed-i mübareki hıçkırık tufanına boğan sen değil miydin?!.- Kulluğumda bana halis niyet ve zindelik bahşeyle!..

Bu sızlanışlar, yüz yerde bu iç döküşler, bu iniltiler ve kendiyle yüzleşmeler, topyekûn geniş bir coğrafyada gönüllere Allah sevgisini, Peygamber muhabbetini işleyen ve aşılayan o şems-i nur-i hidayete ait. -Sunumdaki kusur Kıtmîr’in- Mezâyâ adına edip eylediklerini nisyana gömerek, sıradan bir insan edasıyla yüzü hep yerde, meleklere parmak ısırtacak bu içten sızlanışlar, âbide-i adaletin arkadakilere diriliş vaad eden “akrabü’l-mukarrabîn” soluklarıydı.

O temiz simada bunları görünce bir imrenme geliyor hüşyâr vicdanlara ve dudaklardan, “Keşke bu incelik ve derinliğin yüzde biri olsun günümüzün nefisperest, para-pul bendeleri sergerdanlarında bulunabilseydi!” dökülüyor…

Bu hususa da bir noktalı virgül koyarken içimden sana şöyle seslenmek geliyor:

Sen selefin ve o Mutlak Rehber’in gibi, her zaman iç derinliğiyle melekleri imrendirecek bir hayat yaşadın ve bizler gibi düşe-kalka yürüyen yol yorgunlarına nur-efşân ve yanıltmayan örnek bir pusula oldun. Anlamadı çoklarımız sencileyin hayatın gerçek renk ve desenini!.. Anlayabilseydik ve anlayabilseydi dünya muhabbetiyle başı dönmüş, bakışı bulanmış kem sergerdanlar, dünyamız imrendiren ütopik bir hal alacaktı. Heyhat, onlar bilerek dünya hayatını ötelere ve ötelerin de ötesine tercih ederek iç içe haybetler yaşadı ve yaşattılar; bütün dünya onların yüzünden İslam’ı bir terör topluluğu olarak değerlendirdi.. ve olan da bütün Müslümanlara ve bize oldu…

Ey boyuna erişilmez yüksek kamet!.. Kırık-dökük ifadelerimle seni şayet engin ufkunun dûnuna çektimse, densizliğime ver ve bu kapı kulunu bağışla!.. Sizi hep andım, anmaya devam edeceğim; etmemem de mümkün değil, zira beyanı sözlerin sultanı Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ irşadıyla, sizler hayat-ı seniyyelerinizle gönüllerimize emanet birer feyiz kaynağı oldunuz.

***

Not: Bu makale, Çağlayan’ın 2018-Ağustos sayısında neşredilen başyazıdır.