Soru: Kur’an-ı Kerim’in farklı yerlerinde Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) yönelik sabır, af, cahillere kulak asmama, kötü sözlere aldırış etmemeyle ilgili emirlerin yer aldığını görüyoruz. Bu tür âyetler Efendimiz açısından ne ifade ediyordu ve bu emirlerin bize bakan yönü nedir?
Cevap: Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) her açıdan yüksek bir donanıma sahipti. Çevresinde olup biten hâdiselere karşı fevkalâde hassas ve duyarlı idi. Müthiş bir tabiat inceliğine ve zarafetine sahipti. Günümüzde daha çok onur kelimesiyle ifade ettiğimiz izzet, itibar ve şeref gibi hasletleri zirvede temsil ediyordu. Dolayısıyla uygunsuz ve yakışıksız söz ve fiillerden duyacağı rahatsızlığı O’nun kendi hassas fıtratı açısından ele almak gerekir. Allah’ın emrettiği şeyleri kılı kırk yararcasına yaşayan, yasakladığı şeylerden de fersah fersah uzak duran Cebrail Aleyhisselam’a günah isnat etme ona ne kadar dokunursa, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yapılan hakaretler, atılan iftiralar da O’nu o kadar rahatsız ediyordu. Müşrik ve münafıkların söylediği çirkin ve ölçüsüz sözler o nadide fıtratı son derece rencide ediyordu.
Üstelik inanmayanlar sadece Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) şahsiyetini veya peygamberliğini hedef almıyor, diğer iman esaslarını da inkâr ediyor, Onun getirdiği mesaja karşı çıkıyorlardı. Dinin mukaddesatına dil uzatıyorlardı. Zât-ı Uluhiyet hakkında ileri geri konuşuyor, saygısızca sözler söylüyorlardı. Allah’ın yanında Lâtlara, Menatlara, Uzzalara, İsaflara, Nailelere… çeşit çeşit putlara tapıyorlardı. Cenab-ı Hakk’a karşı yapılan saygısızlıklara o üzülmeyecek de kim üzülecek! Ayrıca cahiliye insanları bu tavırlarıyla ahiretlerini harap ediyor, ebedî hüsrana doğru yürüyorlardı. Bütün bunların, Miraca yükselen, Cennet’in baş döndürücü güzelliklerini seyreden, ahiretin dehşet verici tablolarını müşahede eden, rüyet-i ilâhiye ile müşerref olan şanı yüce bir peygamberi ne ölçüde üzeceğini tahmin etmek zor değildir.
Düşünün ki insanlar başını almış bir meçhule doğru gidiyorlar. Bir sele kendilerini kaptırmış gibi heva ve heveslerinin önünde sürükleniyorlar. İsyan deryasına öyle açılmışlar ki kenara çıkamıyor, sahil-i selâmete ulaşamıyorlar. Bütün bunlar karşısında o yüce ruh mahzun olur mu olmaz mı, tasalanır mı tasalanmaz mı? Dolayısıyla mesele sadece Efendimiz’in şahsıyla ilgili değildir ve O’nun onurunun zedelenmesinden ibaret görülmemelidir. Gözünün önünde ahiretlerini kaybeden, kötü akıbete doğru sürüklenen insanlar vardı. Halbuki O, bütün insanlığı Rabbiyle tanıştırma, onlara Cennet’e giden yolları gösterme, onları ebedi derbederlikten kurtarma misyonuyla gelmişti. Bütün bunlar karşısında muhtemelen O’nun düşüncesi şu istikametteydi: Nasıl olur da insanlar bütün bu güzelliklerden, türlü türlü uhrevi mazhariyetlerden mahrum kalırlar?! Nasıl olur da can yakıcı Cehennem azabına doğru yürürler?!
Öte yandan müşriklerin eza ve cefalarına maruz kalan tek kişi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm da değildi. Ashabı da türlü türlü işkencelere maruz bırakılıyor, başlarına balyozlar inip kalkıyordu. Bilal, göğsüne ağır taşlar konularak sıcak kumlara yatırılıyordu. Yasir, Sümeyye mızraklarla şehit ediliyordu. Başkaları çarmıha geriliyor, hapsediliyor, işkenceye tâbi tutuluyor, haklarında boykotlar ilan ediliyordu. Günümüzün zalimleri gibi o dönemin zalimleri de kadın erkek demeden inananlara eziyet ediyorlardı. O, ashabının çektiği bütün bu sıkıntı ve acıları da aynıyla vicdanında duyuyordu. Nasıl duymasın ki Allah, yüce kitabında, kendine ait Rauf ve Rahim isimlerini O’nun hakkında da kullanıyordu. Yani O, son derece şefkatliydi, merhametliydi, ruh inceliğine sahipti. Herkese kucak açıyordu. Olumsuz tablolar karşısında yüreği cayır cayır yanıyordu. Bütün insanlığı kucaklayan öyle engin bir vicdana sahipti ki ateş nereye düşerse düşsün, herkesten önce O’nu yakıyordu. Böylesine engin bir ruhun, hassas bir vicdanın, şefkat ve merhamet dolu bir gönlün bütün bunlar karşısında nasıl hüzünleneceğini hesap edemezsiniz.
Kendi darlığımız açısından değil, Muhammedî ruh, Muhammedî ufuk açısından meseleye bakılacak olursa, فَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ “Onların güft ü gûsu seni mahzun etmesin.” (Yâsin sûresi, 36/76; Yunus sûresi, 10/65) âyet-i kerimesinin ne kadar anlamlı olduğu daha iyi anlaşılır. Yunus sûresindeki beyanın devamında Cenab-ı Hak, اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمِيعاً “İzzet tamamıyla Allah’a aittir.” buyuruyor. Dolayısıyla varsın onlar Zât-ı Ulûhiyet’in şanına yakışmayan sözler söylesin, kendilerine göre O’nun hakkında doğru olmayan isnatlarda bulunsunlar. Yegâne galibiyet, üstünlük, güç ve kuvvet Allah’ındır. Kâfirlerin sözleri O’nun ne esmasına ne sıfatlarına ne şuunatına ne itibaratına ne de Zatına zerre kadar bir noksanlık veremez.
İnanmayanların saygısız ve edepsiz tavırları karşısında gönlü mahzun olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ver sellem) bu âyet-i kerimeyle teselli ve tadil ediliyordu. Daha başka âyet-i kerimeler de bu gibi durumlarda O’na nasıl hareket etmesi gerektiğini gösteriyordu: Mesela ilk inen sûrelerden biri olan Müzzemmil sûresinde şöyle buyruluyordu: وَاصْبِرْ عَلٰى مَا يَقُولُونَ وَاهْجُرْهُمْ هَجْراً جَمِيلاً “Diyegeldikleri sözlere sabret ve elinden geldiğince güzellikle onlardan uzak durmaya bak.” (Müzzemmil sûresi, 73/10) Bu âyetler, özellikle Mekke döneminde müşrikler tarafından yapılan türlü türlü eziyet ve işkencelere katlanmak zorunda kalan Allah Resûlü açısından son derece önemli olduğu gibi, kıyamete kadar gelecek irşat erlerine de benzer durumlarla karşı karşıya kaldıklarında nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösteriyordu.
Sabır, tadı acı ama faydaları çok olan bir otun adıdır. Aynı isimle isimlenen sabır, sabretme, başlangıcı itibarıyla zehir zemberek bir şey olsa da neticesi itibarıyla şeker şerbettir. Sabır bir yönüyle toprağa tohum atmaya benzetilebilir. Ürün almak isteyen kimsenin öncesinde toprağı hazırlaması, sürmesi, gübrelemesi, sulaması, ürünü tımar etmesi gerekir. Bütün bu sıkıntılara katlandığı takdirde tohumlar topraktan başını çıkaracak, filize yürüyecek, meyve verecektir. Şayet biz de ayak bastığımız yerlerde güllerin açmasını, güllerin yanı başında bülbüllerin şakımasını arzu ediyorsak karşılaştığımız sıkıntılara sabretmek zorundayız. Güzel bir sözde ifade edildiği gibi, “Sabreden, zafere ulaşır.” Şayet kendini bilmez bir kısım nadanların sataşmalarını, saldırılarını, hakaretlerini elden geldiğince güzellikle savabilirseniz neticede kazanan siz olursunuz.
Asr-ı Saadet’teki müşriklerin, münafıkların, zalimlerin dillerinden, başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere inananları mahzun edecek lakırdılar döküldüğü gibi, bugünün inkârcı ve münafıkları da benzer hakaret ve iftiraları tekrarlayacaklardır. Peygamber yolunun yolcularına düşen vazife, bütün bunlar karşısında Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almaktır, dişini sıkıp sabretmek ve kesinlikle aynıyla mukabelede bulunmamaktır. Ve yine âyet-i kerimenin beyanına kulak verip mümkün mertebe bu tür olumsuzlukların içine dalmama, bâtılı tasvir edip safi zihinleri bulandırmamadır.
A’râf sûresindeki şu âyet-i kerime de aynı noktaya işaret eder: خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَاَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Sen af yolunu tut, iyiliğe çağır, cahillere aldırış etme.” (A’râf sûresi, 7/199)
Burada ilk olarak خُذِ الْعَفْوَ ifadesiyle insanların affedilmesi ve affa sımsıkı bağlı kalınması emrediliyor.
Ardından وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ buyruluyor. “Örf” ve ondan türeyen “maruf” lafızları, dinin emirlerini ifade ettiği gibi aynı zamanda dinin kalibre edici süzgeçlerinden süzülmüş, insanlar tarafından güzel görülen örfleri, âdetleri, gelenekleri de içine alır. Dolayısıyla bu âyette insanları muhatap alırken dinin ve aklın esaslarına uygun, kimsenin yadırgamayacağı, hiss-i selimin onay vereceği bir üslup kullanılması isteniyor.
Sonrasında ise cahillere aldırış edilmemesi emrediliyor. Zira sürekli yönünü onlara dönen, onların sözlerine kulak veren, onlarla alakadar olan biri, onlardan gelen eza ve cefalar karşısında rahatsız olacak, sarsıntı geçirecek ve asıl konsantre olması gereken işlerine konsantre olamayacaktır. Bu da yapılan hizmetlerin aksamasına yol açacaktır. Hazreti Bediüzzaman’ın uzun yıllar eline gazete almamasının, medyaya kulak vermemesinin sebebi budur. Zira o günlerin medyası da tıpkı günümüzün zift medyası gibi sürekli yalan haber yayıyor, iftirada bulunuyor, tezvirler savuruyordu. Eğer Üstad Hazretleri bunlarla meşgul olsaydı, bir dalgıç gibi Kur’ân-ı Kerim’in derinliklerine dalıp oradan inci mercan çıkaramazdı. Şayet kalb ve zihin dünyanızı elalemin dırdırıyla, ayağa düşmüş laflarıyla, bayağı sözleriyle meşgul ederseniz, sahip olduğunuz enerji ve sermayeyi yanlış yerde kullanmış ve asıl yoğunlaşmanız gereken işleri tali derecede bırakmış olursunuz.
Başka bir âyet-i kerimede ise, ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ “Bırak, terk et onları, daldıkları şey içinde oynayadursunlar.” (Enâm sûresi, 6/91) buyuruluyor. Eğer birileri kendi zihin ve ruhlarının kirini başka ruh ve zihinlere de akıtmak için sürekli yalan söylüyor, iftirada bulunuyor, hakarete başvuruyorsa, mü’mine düşen vazife, onları, içine daldıkları bu zift gayyasında kendi hâllerine bırakmaktır.
Bütün bu âyet-i kerimeler ilk olarak Allah Resûlü’ne hitap ediyor gibi görünse de esasında O’nun şahsında bütün mü’minlere önemli hayat ve üslup dersleri vermektedir.