Üslûp ve Hikmet

Üslûp ve Hikmet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Usulsüzlük cenderesinde, teâruz ve tesâkutlar ağında insanımızın âdeta kıvrandığı bir dönemde hakikatlerin heder olup gitmemesi için güzel bir üslûba ve hususiyle de üslûpta hikmete ihtiyaç olduğu görülüyor. Bu açıdan Kur’ânî bir hakikat olan hikmeti nasıl anlamalı ve hayatımıza nasıl tatbik etmeliyiz?

 

Cevap: Hekim/hakîm, hâkim ve hüküm gibi kelimelerle aynı kökten gelen ve mânâ-muhteva açısından bunların hepsiyle bir yönüyle alâkası bulunan hikmetin, bildiğiniz üzere bugüne kadar pek çok tarifi yapılmıştır. Bazıları onu, eşyanın ledünniyatına, içyüzüne, mavera-i tabiata vukuf; metafizik, metapsişik hâdiselere ıttıla; zihnin ötesine geçerek farklı derinliklere açılma olarak görmüşlerdir. Bazıları, yapılacak bir işin, vicdanın dört temel rüknü olan his, şuur, irade ve latîfe-i rabbaniye tarafından yadırganmayacak ölçüde ortaya konulmasına hikmet demişlerdir. Bazıları da, kendi değerlerinden taviz vermeden, muhatabın hissiyatını nazar-ı itibara alıp bir mânâda onun hissiyatını okşayacak bir üslûpla inandığı değerleri başkalarına duyurma ve hayırhahlıkta bulunma şeklinde ele almışlardır. Zannediyorum soruda asıl üzerinde durulmasını istenen husus da hikmetin işte bu veçhesi.

 

“Rabbinin Yoluna Hikmetle Davet Et!”

 

Kur’ân-ı Kerim’de “

ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ

İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve mev’ize-i hasene ile davet et!” (Nahl Sûresi, 16/125) ifadeleriyle beyan buyrulan hakikat, hikmetin bu yönüne bakıyor gibidir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyle; doğru yola davet, hak ve hakikate çağırma gibi çok önemli ve kutsî bir vazifenin en başta hikmetle ve hikmet çerçevesi içinde hareket etmek suretiyle ifa edilmesini emir buyurmaktadır.

 

 

İsterseniz misallerle konuyu bir nebze açmaya çalışalım: Diyelim ki siz, bir insana hak ve hakikati anlatacaksınız. Evvela bu çok ehemmiyetli iş için uygun bir zeminin oluşturulması, ortamın hazır hâle getirilmesi gerekir. Mesela yüreğinizdeki sevginin, samimiyet ve içtenliğin ifadesi olarak öncelikle o kişiyi bir yerde yemek yemeye, çay içmeye davet edebilirsiniz. Davete icabet edildiğinde ilk buluşma anında içten tebessümlerle elini sıkıp dostluk ve sıcaklığınızı ortaya koyabilir; görüşme esnasında da muhatabınızı kendi konumunda kabul edip düşüncelerine hep saygılı davranarak kendi mülâyemetinizi sergileyebilirsiniz. İşte yaptığınız bu iyi niyetli davranışların her biriyle muhatabınıza doğru bir adım atmış olacak, onun size bir adım atmasını sağlayacak ve neticede bütün bu hususlar, ifade etmek istediğiniz çok önemli hakikatler mevzuunda sözlerinizi dinlenilir hâle getirecektir. Evet, siz gönülden tebessüm eder, muhatabınıza hep güzel muamelede bulunursanız, onun da size karşı güzel muamelede bulunmasının, güzel söz söylemesinin ve sizin güzel sözlerinizi hüsnükabulle karşılamasının önünü açmış olursunuz.

 

Davranışlarda olduğu gibi, aynı zamanda kullanılacak üslûpta da hikmeti yakalama çok önemlidir. “Doğru”, bizatihi çok kıymetli olduğundan elbette bizim her söylediğimiz mutlak ve muhakkak surette doğru olmalıdır. Fakat doğruyu sunarken şartları, zamanı, ahvâli, insanların hissiyatını hesaba katmamız gerekir. Doğruyu söylüyorum diye, insanların başına âdeta balyozla vuruyor veya tokmakla iniyor gibi bir üslûpla meseleleri takdim ederseniz, değer verdiğiniz hakikatlere bizzat kendiniz, kendi elinizle saygısızlıkta bulunmuş, dolayısıyla muhataplarınızı da saygısızlığa itmiş olursunuz. Bu durum, üslûpta hikmeti muhafaza edememenin hazin bir neticesidir.

 

Yüreğimin Ağzıma Geldiği Ân

 

Daha önce değişik vesilelerle arz ettiğim bir hatıramı yeri gelmişken müsaadenizle bir kez daha ifade etmek istiyorum. Hapiste iken bazı solcu arkadaşlarla aynı koğuşta kalıyorduk. Ben bir gün bir münasebetini bulup onlara bir hususu hatırlatmak istedim. Ancak bunu yaparken Karl Marks aleyhinde bir söz söyledim. Onların içinde fakire karşı saygı duyan bir mimar arkadaş da vardı. Hatta bu zat, diyalog ve hoşgörü süreci başlayınca bir gazetede takdir ifade eden değerlendirmelerde bulunmuştu. İşte bu ölçüde münasebetimizin bulunduğu o şahıs bile, ben Marks’a iğne ucuyla ilişince hemen doğruldu ve: “Hoca! Başlayayım mı?” dedi. İşte o an, yüreğim ağzıma geldi. Ağzıma geldi çünkü başlayınca –Rabbim muhafaza buyursun– Allah’tan, Peygamber’den, Kur’ân’dan başlayacaktı. Benim o esnada söylediğim hususu zaman denilen o büyük müfessir yirmi sene sonra gürül gürül ifade etmiş ve o tespitin yanlış olmadığı ortaya çıkmıştı. Evet, söylediğim yanlış değildi; fakat şurası muhakkak ki, muhatabın hissiyatını, anlayışını hesaba katmadan, doğruyu onun başına vuruyor gibi söylemek de hikmete uygun değildi ve yanlış bir üslûptu. Zira Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: “

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّواْ اللَّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ

Onların Allah’tan başka yalvardıkları ilahlarına, totemlerine, ikonlarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakarette bulunmasınlar!” (En’âm Sûresi, 6/108) buyurmaktadır. Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde kişinin anne ve babasına sövmesinin büyük günahlardan olduğunu ifade etmiş, orada bulunanlar bu durumu yadırgayıp: “Kişi hiç anne ve babasına söver mi?” diyerek istifsârda bulununca da, Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm); “Evet, kişi tutar bir başkasının babasına söver, (nâseza, nâbeca sözler söyler), o da onun babasına söver; tutar annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buhari, Edeb 4) buyurmuştu. Şimdi Kur’ân ve Sünnet’in emri bu istikamette iken, benim o tavrım elbette doğru değildi. Bu sebeple ben o hatamı hiç unutmadım/unutamıyorum. Evet, o insanların gönlünü kırmanın âlemi yoktu. İlle de bir şey söylenip anlatılacaksa, mevzu onların rahatsızlık duymayacakları bir üslûpla ifade edilebilirdi. İşte akıl ve mantığı i’mal etmeden, meseleleri sadece his çerçevesinde ele alıp hikmetle telif edilemeyecek bir üslûp hatasına bağlı götürme çok yanlış davranışlardır ki, şimdiye kadar bize çok şey kaybettirmiştir. Zannediyorum bu konuda içinizde benim kadar geçmişini sorgulayan, günde elli defa nefsine dönüp onu bu konuda itap eden bir başkası yoktur. Sergüzeşt-i hayatıma bakıyor ve tâ ilk kürsüye çıktığım andan itibaren cami kürsülerinde yapıp ettiklerimi, kırıp döktüklerimi gözden geçiriyor ve aklıma gelen her yanlış karşısında, “Keşke şunu söylemeseydim, keşke şunu şu zamanda ifade etmeseydim.” deyip iç çekiyor, bazen iki ayağıma zincir vurulduğunu hisseder gibi oluyor ve neticede “Yuh sana! Akılsız adam!” diyorum.

 

 

Üslûpta Hikmet ve Şefkatli Hekim

 

Bununla ilgili müsaadenizle bir hatıramı daha nakledeyim. Edirne’deyken hutbe verdiğim bir camiye birkaç hâkim ve savcı da geliyordu. Hatta onlardan birisi hemşehrim olduğu için ayrı bir alâka da duyuyordu. Ben minbere çıktığımda üslûbumu muhafaza anlayışıyla falana filana laf atmama gayreti içinde oldum/olmaya çalıştım. Fakat siz belli bir zamanı kritiğe tâbi tutuyorsanız, insanlar meseleyi, o zaman içinde aktif olan aktörlere mal edebiliyorlar. İşte camiye gelen hâkimlerden biri, birkaç hutbeyi dinledikten sonra, beni böyle bir mevzudan dolayı adliyeye çağırdı. Ben adliyeye vardığımda o hâkim bana şunları söyledi: “Bazı imamlar ellerine aldıkları yazılı metinleri dahi hutbede okumakta zorlanıyor, hatta bazen yanlış okuyorlar. Cenâb-ı Hak, sana bir ihsan-ı ilâhî olarak irticalî konuşabilme kabiliyeti vermiş. Ben birkaç hutbenizi dinleyip konuşmalarınızı bir araya getirince gördüm ki siz falan filan hakkında konuşuyorsunuz. Hutbenizi dinlemeye bunca aydın geliyor, ne gereği var bunları söylemenizin?”

 

Ben şimdi bütün bunları zihnimde canlandırdığımda kendi kendime, “O insan camiye geliyorsa, dini, dinin güzelliklerini ona ısındırma; hikmetle ruhuna nüfuz edip mev’ize-i haseneyle gönlüne girme imkânı varken, dâl bi’l-işare, dâl bi’l-delâle veya dâl bi’l-iktiza ile de olsa, alâka duyduğu insanları tenkit ettiğinizi düşünmesine yol açacak, fırsat verecek şeyler söylemenin ne gereği vardı?” diyorum. Çünkü böyle bir durumda siz lal u güher sözler de döktürseniz, artık muhatabınız buna kulak asmaz. Oysaki kendi değerlerinizi sevdirmenizin yolu, biraz da sineleri okşamaya bağlıdır. Firavuna giden Hz. Musa’ya Allah (celle celâluhu): “

فَقُولَا لَهُ قَوْلاً لَيِّناً لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alıp düşünür, öğüt dinler yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ Suresi, 20/44) buyurmuyor mu?

 

 

Evet, ifade ettiğiniz mevzuların doğru olması başka meseledir, o doğruyu sunuş üslûbunuz başka. Mesela muhatap olduğunuz insanlardan kimi, –hafizanallah– balıklama küfre girmiş, kimisi dalâlet içinde yaşıyor, kimisi de günahlar gayyasına dalmış olabilir. Siz bu tür insanlara bir şeyler anlatma fırsatı bulduğunuzda, hata ve günahlarını yüzlerine vurmamalı ve hazık bir hekim edasıyla meselelere yaklaşmalısınız. Bir düşünün yoğun bakıma kaldırılmış bir hastaya nasıl bir muamelede bulunur, nasıl bir hassasiyet ve şefkatle onu tedavi etmeye çalışırsınız? İşte insaf ve merhamet sahibi bir mürşit de değişik illetlerle inim inim inleyen bir insanla karşılaştığında hastalıklarını muhatabının yüzüne çarpmak, başına vurmak yerine ıslah ve tedavi adına ne yapılması gerekiyor, elinden ne geliyorsa onu yapmaya çalışmalıdır.

 

Yumuşak Söz ve Açılan Kalb Kapıları

 

Bir rahatsızlığım dolayısıyla rehabilitasyon yaptırmak üzere yanıma gelen çok nazik ve beyefendi bir doktor vardı. Bana belki elli hareket yaptırmış ama centilmenlik ve efendice üslûbundan hiç mi hiç taviz vermemiş, hiçbir fedakârlıkta bulunmamıştı. Mesela ayağımı hareket ettirmem gerektiğinde, “Lütfen kaldırın efendim!”, bırakmam gerektiğinde “Lütfen bırakın efendim!” veya sağa dönmemi istediğinde “Lütfen efendim sağa dönün!”, sola dönmemi istediğinde “Lütfen efendim sola dönün!” gibi her seferinde, her bir harekette bana son derece saygı ve efendice bir üslûpla hitap etmişti. Aslında bu tür durumda olan bir hasta için yapılması gereken muamele tarzı da bence böyle olmalıdır. Çünkü o tedavi sürecinde insanın canı sıkılabilir ve belki doktorun yanlış bir muamelesi o insanda yeni problemlerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Bundan dolayı hastanın güvenini sarsmama, tababete karşı onda bir tavır oluşmasına meydan vermeme ve tedavi olacağına dair ümidini güçlendirme onun iyileşmesi adına çok önemlidir. İşte, insanın fizikî hayatıyla alâkalı hususlarda böyle olduğu gibi, psikolojik ve mânevî hayatıyla alâkalı hususlarda da durum böyledir. Şefkatli bir hekim titizliğiyle, elinize düşen bir insanı incitmeden, kırmadan onu nasıl eritip yumuşatacaksanız ona göre bir usûl belirleyip ona göre hareket etmelisiniz.

 

Bu mevzuda takip edilecek usûl adına misal olması açısından Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) hayatından bir kesit sunayım. Uzun zaman münafıklık yapmış birisi, pişman olup doğruyu görüyor ve o pişmanlıkla Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna geliyor. O güne kadarki sergüzeşt-i hayatını anlattıktan sonra, kendisi gibi düşünen, arafta, berzahta kalmış daha başka insanların olduğunu, onları da Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirebileceğini ifade ediyor. Ancak Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) münafıklara karşı hep perdeyi yırtmayacak şekilde muamelede bulunduğundan o zatın bu teklifini kabul buyurmuyor. İşte bu, çok önemli bir stratejidir. Çünkü her gün içlerinden birisinin Efendimiz’in yanında yer aldığını gören münafıklar yeni bir cephe oluşturacaktı. Daha sonra kendi yanlışlıklarını müdafaa adına değişik arayışlar içine girecek, ağızlarından bir sürü şey döktürecek, bir yönüyle bâtıla felsefe uydurup bâtıl düşüncelerinde daha da kemikleşeceklerdi. Fakat Rehber-i Küll Mükteda-yı Ekmel Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) yüksek fetanet ve firasetiyle buna fırsat vermeden meseleyi çözüme kavuşturmuştu. Böylece o münafıklar yavaş yavaş, hissettirmeden inananların yanında yerlerini alacak ve nihayet Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât) ruhunun ufkuna yürüdüğü bir dönemde hepsi eriyip gidecek, onlardan tek bir münafık dahi kalmayacaktı.

 

Hususiyle günümüzde olduğu gibi enaniyetin çok ileri gittiği bir dönemde üslûp adına daha hassas olmalıyız. Tevhid hakikati bizim hayatımızın gayesidir. Onun yolunda bin canımız olsa kurban ederiz. Fakat, tevhid hakikatini ifade ederken bile zamanı ve şahısları iyi seçmeli, muhatabımızın hissiyatını ve muhtemel tepkilerini nazar-ı itibara almalıyız. Sözlerimizle kimseyi karşımıza almamalı, mahcup etmemeli ve asla ulu orta konuşmamalıyız. Çünkü meselenin ulu orta konuşmaya kat’iyen ve katıbeten tahammülü yoktur. İşte bu çerçevede hareket etmeye hikmet, o üslûba da hakîm üslûbu denir. Bunun dışında kalan söz ve davranışlar ise kaba söz, kaba tavır ve kaba davranışlar demektir.

 

Umuma Konuşma ve Hataları Yüze Vurmama

 

İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) genel tavrı itibarıyla hiç kimseyi ve hiçbir kavmi karşısına alarak hatalarını yüzlerine vurmamıştır. Vakıa sadakat ve vefa timsali, kayma ihtimali olmayan bazı sahabî efendilerimizin hatalarını yüzlerine söylediği olmuştur. Mesela Hz. Ali Efendimiz’i namaza kaldırdığında, o (radıyallâhu anh): “Allah dileseydi kalkardım.” demiştir. İki Cihan Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun bu sözüne karşılık elini dizine vurarak dönüp: “

وَكَانَ الْأِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلاً

Zira bütün varlıklar içinde tartış-maya en düşkün olan, insandır.” (Kehf Suresi, 18/54) demiştir. Hz. Ali bu hadis-i şerifi bizzat kendisi nakletmiştir. Hadiste insanoğlunun diyalektiğe girmesi tenkit edilse de, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) biliyor ki, Ali’yi karşıma alıp ona birkaç yeniçeri tokadı çaksam da, o, bu işin adanmışlarından olduğundan yine de bırakıp gitmez. Fakat Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu tavrı hususi bazı şahıslarla sınırlı olup onun umumî ahval ve üslûbunu yansıtmaz.

 

 

Mesela Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken: “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla: “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu size aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?” (Buhari, Hiyel 15) buyurur. Bu konuşmadan sonra bir taraftan o zat yaptığı hatayı anlayarak alacağı dersi almış, diğer taraftan umum cemaat da bu hâdiseden gerekli dersi çıkarmış olmaktadır.

 

Huneyn vakasından sonra yaşananlar da bu duruma bir misal olarak verilebilir. Bildiğiniz üzere Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan bazıları şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah ve Resûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Mükteda-yı Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Resûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı Kiram Efendilerimiz gözyaşları içinde: “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 1-2) Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür.

 

Bunların hepsi bir kazanma meselesidir. Siz de şayet kazanmaya kilitlenmişseniz, insanları neyin kaçırıp, neyin celbedeceğini çok iyi hesap etmeli ve her zaman “

بَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّروا ويَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا

Müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” (Ebu Davud, Edep 20) nurefşan beyanı istikametinde hareket ederek, şefkat ve mülâyemetle gönülleri kazanmaya çalışmalısınız.