SORU: Bugün hemen herkes, konuşurken ya da yazarken çok sayıda ecnebi ve uyduruk kelime kullanıyor. Ayrıca, yurtdışında yaşayanların evlerinde, özellikle gençler ve çocuklar arasında yabancı dil tercih ediliyor. Bu hususu nasıl değerlendiriyorsunuz; dilimizi koruma mevzuunda neler buyurursunuz?
CEVAP: Dil, insanın eşya ve hâdiselere bakış açısını belirleyen en önemli bir unsurdur. Bir milletin dili, onun kültürüne ve değer ölçülerine bekçilik yapacak kadar güçlü değilse, o milleti teşkil eden fertlerin başka kültürlerin işgaline uğramaları ve zamanla da özlerini yitirip tamamıyla başka topluluklara benzemeleri kaçınılmaz olur. İnsan okuduğu kitaplar, zihnine yerleştirdiği bilgiler ve bildiği kelimeler vesilesiyle belli bir düşünce sistemine sahip olur. Fransızca ya da İngilizce gibi bir yabancı dile âşinâ olan kimseler, eğer ana dillerini çok iyi bilmiyorlarsa, zamanla yazılı ya da görüntülü vasıtalar sayesinde o dillerden süzülüp gelen düşüncelerin tesirine girer; Fransız ve İngilizler gibi duymaya, düşünmeye ve anlamaya başlarlar. Dolayısıyla, özümüzü muhafaza etmemizin ve kendimiz olarak kalmamızın şartlarından biri dilimizi kendine has özellikleriyle öğrenmemiz, onu düzgün kullanmamız ve korumamızdır.
Maalesef, dilimizi güzel kullanma, onun hususiyetlerini koruma ve daha çok gelişmesi, genişlemesi için çalışma mevzuunda hassas olduğumuzu söyleyemeyiz. Söyleyemeyiz; zira, öz değerlerimizin temsilcisi gibi gördüğümüz insanların bile sık sık uyduruk ya da yabancı kelimeler kullandıklarına şahit oluyoruz. Mesela, bu konuda çok dikkatli olması gereken bir insan, yerine göre “tanıtma”, “sunma”, “takdim” “temsil” “gösteri” ve “arz” gibi kelimelerden birini kullanabileceğine “prezantasyon” diyebiliyor. Gayet şirin ve tek hecelik “arz” kelimesiyle maksadını ifade edebileceği halde, dil zevkimiz açısından, çok sevimsiz ve oldukça çirkin olan, hatta şiirde yer bulamayacak kadar kaba duran bir kelimeyi telaffuz edebiliyor. Doğrusu, dilimizde çok güzel söz ve kelimeler bulunmasına rağmen, onları terkedip adeta kendinden kaçarak ve kendi değerlerine karşı saygısız davranarak acayip, tuhaf, yamuk-yumuk, eğri–büğrü ve bizim ağzımıza hiç yakışmayan kelimeleri kullananların hali ruhuma çok dokunuyor. O kadar ki, öz değerlerden kaçış saydığım böyle bir tavırdan dolayı hastalandığım ve belki bir gün boyunca kendime gelemediğim zaman olmuştur.
Ayrıca, yazılan makalelerde, ilmi toplantılarda sunulan tebliğlerde ve değişik mahfillerdeki konuşmalarda sanki yabancı kelime kullanmak mecburmuş ya da bilgi seviyesi onlarla ölçülüyormuş gibi, ecnebi tabir ve terkipler kullanılıyor. Farklı olma, az bilinen veya çoğu insanların bilmediği bir sözü söyleme, başarılı ve bilgili görünme gibi saiklerle, hiç gereği olmadığı ve pek münasebetsiz kaçtığı halde, başka dillerden alınan kelimeler istimal ediliyor. Aslında, böyle bir davranışı “lüks arayışı”, “fantezi” ve “kompleks” sözleriyle tarif edebilirim ama artık dilimize mal olmuş bulunsalar bile bu kelimeler de yabancı oldukları için bunlara karşı da tavır belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Münasebetsiz bir laf ettiğimizde “özür dilerim, affedersiniz” dediğimiz gibi, ifade darlığına düştüğümüz yerlerde bu kelimelere başvurmak mecburiyetinde kalırsak, onları da “özür dilerim, affedersiniz” zeyilleriyle ortaya koymanın daha doğru olacağını zannediyorum. Evet, o türlü farklılık arayışları ve bilgiçlik taslama tavırları olsa olsa –bağışlayın– bir “kompleks”in neticesi olabilir.
Meselenin daha da vahim bir yanı var ki; o da, bir zamanlar dilimizi, onun namus ve haysiyetine uygun olarak kullanan insanlardaki üslûp değişikliği. Düne kadar gazete ve mecmualarda yazı yazan kimseler arasında, isim tasrih etmeyeceğim, çok berrak ve saf bir dil kullanan arkadaşlar vardı. Fakat şimdilerde bakıyorum ki, onlar da aynı cereyana kapılmışlar; genel akım karşısında onlar da dilleri mevzuundaki hassasiyetlerini yitirmişler ve artık gelişigüzel bir dil kullanıyorlar.
Gökteki Mahkeme
Gazeteyi neşre başladığımız ilk dönemde, hemen her fırsatta, dilimizi koruma konusunda hassas davranmamız gerektiğini vurgulamış ve bu hususta bazı arkadaşları ikaz etmiştim. Hatta, aradan bir iki sene geçmişti ki, bir rüya görmüş ve onun tesiriyle bir kere daha bu meseleye dikkatleri çekmiştim. Aslında o rüya esnasında uyku ile uyanıklık arası bir haldeydim. Beni, semada kurulan bir mahkemeye çağırdılar. Âlî bir divan kurulmuştu; gökte yapılan o duruşmada ben sanık sandalyesine oturtulmuştum. Bir aralık mahkeme reisi olan zat, “Dilinizi berbat ettiniz; bu dili çok kötü kullanıyorsunuz.” dedi. Bu sözlerle, mahkeme mevzuunun dilimizin bozulması olduğunu anlamıştım. Mahkemelerde atf-ı cürüm çok yaygındır; ben de işin içinden sıyrılmak için “Arkadaşlara defaatle söyledim; bu meselede hassasiyetle hareket ettiğim halde bazılarına laf dinletemedim; onlar, dilin canına okuyorlar!” dedim. Evet, rüya ile hüküm verilmez, rüyalar objektif değildir; fakat, onun tamamıyla boş ve manasız olduğuna da ihtimal vermiyorum.
Nasıl manasız ve boş olabilir ki; biz dinimizi korumanın yanı başında, dilimizi de korumak mecburiyetindeyiz. Dinî ve millî değerlerimizi dilimiz vesilesiyle tanıtıyor, dinimizi onunla anlatıyoruz. Türkçe dokuz asırdan beri bu topraklar üzerindeki halk tarafından konuşulagelen bir dildir. Bu dilde herbiri birer cevher olan oturmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin manalar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır; usta şair ve yazarların ortak gayretlerinin ürünüdür. Kim bilir bugüne kadar, nice söz üstadları, birer kuyumcu hassasiyetiyle, kelime cevherlerinden ne beyan incileri hazırlayıp bize armağan etmişlerlerdir. Neticede, yüzyıllarca süren bir cehd sayesinde inşa edilen bu söz âbideleri çok derin manalar kazanmıştır. Herbir kelime, bir sanat dalında, bir ilim sahasında veya teknik bir alanda özel olarak kullanılan bir terime dönüşmüştür. Mesela, vesikalandırmak, belgeye dayandırmak, sağlamlaştırmak, yazılı hale koymak ve bir kimse hakkında “bu emindir, buna güvenilir” demek anlamlarına gelen “tevsîk” kelimesi Hukuk’ta ayrı, gazetecilikte ayrı ve dini ilimlerde da daha farklı manalar ifade etmektedir. Fakat, öz lisanımızdakı bu enginliği göremeyenler ve bu derinliği nazar-ı itibara almayanlar, o olgun ve oturmuş kelimeleri kaldırıp atar ve yerlerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükleri koyarlar. Onlar da Türkçe konuşuyor gibi bir hal sergilerler; fakat, –maalesef- öyle yalın, belirsiz ve silik bir üslûpla konuşup yazarlar ki, onlara ait metinlerin ne dediğini anlamakta çok zorlanırsınız.
Günümüzün insanı, bu üslûpsuzluktan ve dilimizi tahrip eden uydurulmuş kelimelerden dolayı kendi değerlerinden o kadar uzaklaştı ki, bize ait düşüncelerin çok zengince, çok dolgunca ve çok olgunca anlatıldığı kitaplara bile yabancı hale geldi. Bugünkü nesil bir Türkçe üstadı olan Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini bile anlayamıyor. Oysa, Arapça’da dahi onunkine denk bir tefsir yazılmamıştır; Hamdi Yazır’ın, kendisinden nakillerde bulunduğu büyük müfessir Fahruddin Razi’nin Tefsir-i Kebir’i bile Elmalılı’nın Hak Dini Kur’an Dili adlı eserinin çapına erişemez. Fakat, neslimiz o kıymetli eseri anlamaktan aciz olduğu gibi, Kâmil Miras, Ahmet Hamdi Aksekili, Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı ve Şemsettin Günaltay gibi dil üstadlarının sözlerini ve Risale-i Nur Külliyatı gibi eşsiz eserleri anlamaktan da uzaktır.
Derisi Yüzülen Türkçemiz
İnsanımız ana diliyle yazılanları anlayamamaktadır; çünkü, dilin derisi yüzülmüştür. Cemil Meriç, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı olarak, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onun kitabını sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü ve eseri berbat ettiler.” demiştir. Evet, bizim dilimizin de derisi yüzülmüştür. Bu dille oynayanlar, yabancı kelimeleri atma ve dili sadeleştirme bahaneleriyle onu bütün bütün bozmuş ve neslimizi kültürümüzün temel kaynaklarından uzaklaştırmışlardır.
Haddizatında, bizim dilimiz derinlik ve enginliğinin yanında oldukça sade ve anlaşılır bir dildir. Belli bir dönemde belki saray çevresinde ve aydın kimseler arasında ağdalı bir üslûp kullanılmıştır ama bizim dilimiz asırlarca halkın yüzde doksandokuzu tarafından anlaşılan, rahatlıkla konuşulan bir dil olagelmiştir. Hem Anadolu’da hem de Orta Asya’da herkes Yunus Emre’yi anladığı gibi Fuzuli’yi ve Seyyid Nigarî’yi de anlayabilmiş; hele halk şairleri şiirlerini herkesin bildiği sade bir ifade tarzıyla seslendirmişlerdir. Hatta o devirlerde din-diyanet adına yazılan kitaplar da çok sadedir. Mesela, Hacı Bayram Veli’nin önemli bir halifesi olan Mehmed-i Bican’ın “Muhammediye”sinde kavranması güç tasavvufî ifadeler ve yanlış anlamalara müsait sözler vardır; fakat, onun kardeşi olan Ahmed-i Bican’ın “Ahmediye”sine bakarsanız, onun halkın da kolayca anlayabileceği bir dil ve üslûpla yazıldığını görürsünüz.
Evet milletimiz, asırlar boyunca kendi dilini severek kullanmış, hergün onu biraz daha geliştirip genişletmiş ve kitlelerin zevkle okuyup dinleyecekleri, merakla ona yönelecekleri bir lisan hâline getirmiştir. Bugün de bu istikametteki gayretlere ihtiyaç vardır. Günümüzde bir kere daha, dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, edebî nüshaların dikkatlice değerlendirilmesi, dilin kendi ruhuna uygun iştikak yollarının gözden geçirilmesi, aynı kökten farklı kelimeler üretme usûllerinin belirlenmesi ve asırlardan beri konuşula konuşula ince farklarıyla tam belirginleşen kelimelerin, deyimlerin yaygınlaştırılması mevzularında ciddi çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bu konuda herkes kendi üzerine düşen vazifeyi eda ederse, öyle inanıyorum ki, binlerce senelik lisanımız, kendine has kural ve kaideleriyle, kendi iç mantığıyla çağımızın sesi, soluğu olacak; fevkalâde zengin, olabildiğine yumuşak, zevkle konuşulan ve sevilerek dinlenen bir dil olma keyfiyetini yeniden yakalayacaktır.
“Acaba biz bu mevzuda gerekli olan hassasiyeti gösterdiğimiz zaman senelerin ihmali neticesinde meydana gelen kocaman eğriyi düzeltebilir miyiz?” sorusu gelebilir akıllara. Kanaatimce, bu mesele bir yönüyle ubudiyet vazifesi gibi bir meseledir. Nasıl ki, fert fert herkes kullukla mesuldür; başka insanların namaz kılmaması bizden o sorumluluğu kaldırmaz; biz kendi yaptıklarımızın mükafatını alır, yapmadığımız şeylerden dolayı da hesaba çekiliriz. Aynen öyle de, biz dilimizi koruma ve onu düzgün kullanma hususunda önce ferdî olarak neler yapabileceğimize bakmalı; dili bir namus gibi bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde onu korumaya gayret etmeliyiz. Ayrıca, konuşurken sun’îliğe, tekellüfe ve zorlanmaya girmemeli; fakat, söyleyeceklerimizi en iyi şekilde ifade etmeye çalışmalı ve Türkçe’yi çok dikkatli kullanmaya özen göstermeliyiz. Maksadımızı “İşte, şey, falan..” türünden dolgu malzemeleriyle ve el-kol hareketleriyle değil, canlı ve düzgün bir lisanla ve âdetâ bir şiiriyet içinde ifade etme cehdinde olmalıyız. Zaten, güzel ve etkili biçimde konuşma ve yazma sanatı dediğimiz edebiyat, sadece yazı yazma ve söz söyleme ustalığıyla lâf ebeliği yapma ve beğenilen sözler üretme vasıtası değildir; o, söz söylemeyi sevimli hâle getirerek, gündelik dili en temiz, en nezih, en sevimli ve kalıcı malzemeyle beslemenin, süslemenin, zenginleştirmenin de bir vesilesidir. Öyleyse, evvela tek tek herbirimiz bu mevzuda hassas olmalı, bu güzel dili her yerde ve her zaman güzel kullanmaya çalışmalıyız.
Öyle Deme, Böyle De!..
Ayrıca, televizyon, gazete, radyo ve dergiler de bu istikamette kendi üzerlerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirmelidirler. Bunların hepsinde Türkçe’yi iyi bilen, dilin inceliklerine vakıf olan insanlar bulunmalı ve onlar köşe yazılarından haberlere kadar, hatta reklam metinleri de dahil, hemen her cümleyi dil açısından gözden geçirmelidirler. Sonra da ölçüsüz sorgulamalara girmeden ve kimseyi rencide etmeden yanlışları düzeltmelidirler. Ayrıca, dilimizin güzellik ve inceliklerini göstermek için farklı yollar arayıp bulmalıdırlar. Mesela, ayrı ayrı bölümler hâlinde Rabat’ta basılan ve cüz cüz neşredilen Lisanu’l-Arab adlı eserin yirmi cildi bana da gelmişti. Onda “Kul, Lâtekul – Öyle deme, böyle de” başlığı altında bir bölüm de yer alıyordu. O bölüm öyle hoşuma gitmişti ki, ondan mülhem benim gönlümde de, lügatleri önüme alıp dilimize girmiş nesepsiz kelimeleri bir bir işaretleyerek onların yerine bugüne kadar kullanılmış, pişmiş, oturmuş ve bütün incelikleriyle Türkçe’ye mal olmuş kelimelerin kullanılması gerektiğini gösterme arzusu hasıl olmuştu. Böyle bir çalışmayı, düne göre bugün daha geniş sahalara hitap etme imkanları bulunan gazete, dergi, televizyon ve radyo vasıtasıyla yapmak mümkündür. Televizyon ve radyoda yayınlanan en kısa temsilî oyunun senaryosu bile bu zaviyeden ele alınmalı; gösterilen dizi filmler vesilesiyle dahi dilimize hizmet etme niyeti her zaman canlı tutulmalıdır.
Diğer taraftan, tiyatro, roman ve hikayeler de dili doğru öğretme ve onu geliştirme gayesine matuf olarak değerlendirilebilir. Tiyatro, roman ve hikaye yazarları, bu konuda daha hassas davranarak neslimizin iyi yetişmesine çok büyük katkıda bulunabilirler. Mesela, her yazar kendi memleketine has kelime ve sözleri kullanarak onları topluma mal edebilir. Şahsen, mahallî diller ve lehçelerle alakalı sözlük çalışmalarını çok önemli, ciddi ve takdire değer gayretler olarak görüyorum. Değişik zamanlarda o tür sözlüklere de bakıyor, istifade ediyor ve orada geçen kelimelerin roman ve hikayelerde kullanılmasının da çok faydalı olacağını düşünüyorum. Daha önce, Erzincanlı bazı insanların duygu ve düşüncelerini kendi muhitlerinde kullanılan dille seslendirdiklerine şahit olmuş ve öyle bir faaliyetin de yararlı olduğunu görmüştüm. Aslında, bu mevzuuda da herkesin kendine göre bir gayreti olmalı; herkes yazı ve konuşmalarında kendi yöresinin şirin kelimelerine de yer vermeli. Belki, önceleri maksadını başka sözcüklerle anlatırken o kelimeleri de parantez içinde göstermeli; o şekilde bir kaç defa yaptıktan sonra da sözün gelişine göre doğrudan onları kullanmalı. Zannediyorum; böylece dilimize kazandırılması gereken çok güzel kelimelerin unutulup gitmesine engel olunur ve o kelimelerin hep diri kalması sağlanır.
Burada istidrâdî olarak şu hususu da arz edeyim: Yeni bir icadın sahibine o icadın kendisine ait olduğunu ispat etmek için verilen belgeye eskilerin ifadesiyle “ihtira beratı”, günümüzde de “patent” deniyor. İşte, radyo ve televizyon gibi bazı keşifler vardır ki, onları başkaları icad etmiş ve istedikleri ismi koymuşlardır. O isimleri değiştirmenin bir manası yoktur; televizyon ve radyo yerinde başka isimler kullanmak doğru değildir. Mesela, behçet hastalığını keşfeden doktor Türk’tür ve o hastalık o doktorun adıyla anılır olmuştur. Dolayısıyla, patenti başkalarına ait olan eşya için ille de farklı isimler aramak ve onları kendi dilimize göre isimlendirmeye çalışmak yersizdir. Bu manada, Türkçe’den İngilizce ve Almanca gibi yabancı lisanlara geçen çok sayıda kelime olduğu gibi onlardan bize geçmiş bazı kelimelerin olması da gayet tabiidir.
Güzel Konuşma
Diğer taraftan, dilimizin güzel öğrenilip öğretilmesi ve korunması meselesinde hükümeti, devlet müesseselerini ve mahallî idarecileri de çok büyük vazifeler beklemektedir. Tarihî ve edebî eserler değerlendirilerek dilimize ait kelimelerin derlenip toparlanması, iştikak usûllerinin belirlenmesi, milletimize mal olan kelime ve deyimlerin yaygınlaştırılması mevzularında en önemli görev devlet müesseselerine ve Türk Dil Kurumu’na düşmektedir. Mesela, dükkan ve işyeri levhaları ile reklam panolarının bir denetime tabi tutulması; yabancılara ait patenti bulunmayan levhalara sınırlamalar getirilmesi, isimlerin dilimize uygun olanlar arasından belirlenmesi ve elden geldiğince ecnebî adlara izin verilmemesi bile başlıbaşına bir hizmettir.
Ayrıca, okullarda ders müfredatı hazırlanırken öğrencilerin güzel konuşma, meramını düzgün anlatma ve düşüncelerini rahat ifade edebilme gibi mevzularda da iyi yetişebilmeleri için yapılması gerekenler öncelikle ele alınmalıdır. 11-12 sene eğitim görmüş talebelerin üç cümle söylerken bile “şey, işte, yani, böyle” gibi dolgu malzemelerine sığınmaları ve adeta dili berbat etmeleri çok elim bir hadisedir. Bu meseleyi halletmek için mekteplerde kompozisyon yazdırmak kâfi değildir; öğrencilere irticalî konuşma dersleri de vermek gerekir. Her talebe, kendisine ödev olarak verilen bir konuyu sınıfta öğretmen ve arkadaşları karşısında anlatmalı; daha sonra başka bir mevzuda yine söz alıp duygu ve düşüncelerini ifade etmeli; bir başka zaman fırsatını bulup halkın huzurunda konuşarak cesaret ve mümarese kazanmalı; nihayet okuldan mezun olurken hemen her mahfilde rahatça konuşacak seviyeyi yakalamalıdır.
Güzel Kur’an okuduğunu düşünen bir arkadaşım vardı. Kendisi farkında değildi ama kulağa daha hoş gelecek şekilde sesini ayarlamak maksadıyla iki dakika içinde belki otuz defa öksürürdü. Bir gün yeni aldığım bir teyple arkadaşımın kıraatını kaydettim. Sonra da kendisine dinlettim. Hiç unutmam, kendi okuyuşunu dinleyip ikide bir öksürdüğünü fark edince kendi kendine “Hay Allah müstahakını versin!” deyivermişti. Bu usulün bugün de çok faydalı olacağına inanıyorum; öğretmenler öğrencilerinin, arkadaşlar da birbirlerinin konuşmalarını kaydetsinler; sonra konuşanlara kendi yanlışlarını görme ve düzeltme imkanı versinler. Herkesin bu konuda bir cehd ü gayreti olsun; herkes dili güzel kullanan insanların yazılarını okusun, onlar üzerinde düşünsün, kendini biraz zorlayıp “işte, şey, falan” gibi manasız tekrarlardan kurtulsun ve böylece ortak bir çalışmayla –Allah’ın izni ve inayetiyle– dilimiz bir kere daha ihya olsun.
Çocuklarınıza Şiir Öğretin
Mevzumuzla alakalı anne-babaların omuzlarına yüklenmiş mesuliyetler de vardır. Bir şiirindeki dinin ruhuna uygun olmayan sözlerinden dolayı bir valisini görevden aldığı rivayet edilen Hazreti Ömer efendimiz, şiirin faziletli kalbi şefkatle doldurup duygulandırdığını söyleyerek, kendi dillerini sağlam öğrenmeleri ve düşüncelerini rahat ifade edebilmeleri için çocuklara şiir öğretmek gerektiğini belirtmiştir. Hafızasında binlerce beyit bulunduğu ve çok güzel konuştuğu nakledilen Hazreti Aişe validemiz de, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır” tavsiyesinde bulunmuştur. Dolayısıyla, anne-babalar hem kendileri dili güzel kullanmalı hem de çocuklarına dinlerinin yanında dillerini de çok iyi öğretmelidirler.
Yabancı ülkelerde bulunan aileler bu hususta daha da dikkatli davranmalıdırlar. Çocuklarına hem bilgi bakımından muhtevalı hem de dil açısından düzgün kitaplar okutmalı; onların Türkçe’yi sevmeleri için sözleri arasında kulağa hoş gelen atasözlerine ve şiirlere de yer vermeli; Sırlar Dünyası, Büyük Buluşma ve Şubat Soğuğu gibi dilin iffetini koruma hassasiyetine sahip olan televizyon dizilerini seyretmelerini sağlamalıdırlar. Bütün bunlarla beraber, yaz tatillerinde çocuklarını Türkiye’ye göndermeli, onların nezih bir çevrede ve temiz konuşan insanlar arasında bir müddet kalıp hiç olmazsa dinleye dinleye kulak aşinalığı kazanmaları için imkanlar hazırlamalıdırlar.
Hasılı, dilimizin geniş ve gelişmiş bir dil olması, büyük çoğunluğun, herhangi bir ifade sıkıntısına düşmeden ve dilin ruhunu yaralamadan onunla kendini anlatmasına bağlıdır. Maksadı değişik ima ve işaretlere yükleyerek, her konuyu izah ve tefsir üslûbuyla, manasız tekrarlarla ve el-kol hareketleriyle anlatmaya çalışarak dili geliştirmenin ve onu korumanın mümkün olmayacağı açıktır. Karşımızda üstesinden gelmekte çok zorlanacağımız bir iş vardır; fakat, ye’se düşmemek, ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinliğe girmemek de müminler olarak bizim şiarımızdır.
Evet, ben bu konuda mahkemeye celbedildiğimi anlattım; eğer sizi de mahkemeye çağırmıyorlarsa, hesabınızın öbür âleme kalmasından korkmalı ve dilinizin namusunu koruma mevzuunda çok hassas davranmalısınız ki, mahkum olmaktan kurtulasınız.