Tevazu ve Kibir

Tevazu ve Kibir

Gerek insan, gerekse toplum hayatında değişim ve dönüşümler birbirini takip ediyor. Bu değişimlerin bir kısmı ilerlemeye, gelişmeye, büyümeye doğru ilerliyor, bir kısmı ise çürümeye, bozulmaya ve yok olmaya. Bazıları fırtınalar karşısında savruluyor, seller önünde bir kütük gibi sürüklenip gidiyor, toprağa düşen yapraklar gibi çürüyüp yok oluyor. Bazıları da var ki toprağa düşen tohumlar gibi filizleniyor, başağa yürüyor, göklere dal budak salıyor ve nihayet meyveye duruyor. Kimilerindeki değişim iyilik ve güzelliğe doğru oluyor, kimileri ise kötülük ve fesada doğru yürüyor. Etrafınıza bir göz gezdirecek olursanız her iki kesimden de sayısız örnekler görebilirsiniz.

Yaşanan bu pozitif ve negatif değişimlerde, insanlar yapıp ettikleri ile birlikte nihayet; tebeddülden, tagayyürden, elvan u eşkâlden müberra olan (değişmeyen, dönüşmeyen, şekillerden, kalıplardan münezzeh olan) Zat-ı Ecell-i A’lâ’ya doğru gidiyorlar. Bu gidişte önemli olan, insanın hep iyilik ve güzelliğe doğru değişip durması, her değişimle birlikte O’na bir adım daha yaklaşma azim ve kararlığı içinde bulunmasıdır.

İnsanoğluna, muhtaç olduğu değerleri duyurmak suretiyle onu yeniden insanlık ufkuna ulaştırmayı kendine misyon edinen adanmışlar, bu gaye-i hayallerini gerçekleştirme istikametinde hiç durmadan koşturmaya devam ediyorlar. Buna karşılık, Allah rızasını kazanma dışında hiçbir beklentiye girmiyorlar. Gaye-i hayallerini gerçekleştirebilmek için Ferhat gibi dağları delseler de karşılığında arpa ağırlığında bir mükafat beklemiyor; istiğna, tevazu ve mahviyetten ayrılmıyorlar. Onların bütün hareket ve çırpınışları, ahsen-i takvime mazhariyetin sırlarını ruhlara bir kere daha duyurabilmeye matuf. Kendileri için değil, başkaları için yaşıyorlar. Bu dünyadan göçüp giderken, arkada bıraktıkları her şeyin hesabını vermeye göre kendilerini hazırlıyorlar. Kendini yüce bir davaya vakfetmenin en önemli hususiyeti işte budur. Peygamberlerin ve onların sadık takipçilerinin yolu budur.

Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, kim tevazu ve mahviyet sahibi olur, insanlar içinde sıradan bir insan olarak yaşarsa Allah onu yükselttikçe yükseltir. Buna mukabil büyüklük kompleksi içine gireni ise alçalttıkça alçaltır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 18/250; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Avsat 5/139) Böyle bir komplekse giren kişi, alkış ve takdir düşkünü hâline gelir. Bir yere girdiğinde herkesin kendisine kıyam etmesini, el pençe divan durmasını ister. Bir konuşma yaptığında herkesin avuçları patlayana kadar bir alkış tufanı koparmasını arzular. Aslında bu kimseler şahsiyetleri itibarıyla küçük insanlardır. Bu yüzden büyük görünmeye çalışırlar. Bu hâl, aşağılık kompleksi içinde olmanın göstergesidir.

Kibir, kirli gönüllerin kiridir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimsenin Cennet’e giremeyeceğini ifade buyurmuştur. (Müslim, iman 147) Demek, kendini büyük görme, iman etmeye mani faktörlerden biri olduğu gibi, aynı zamanda iman dairesine girmiş bir insanı da bu dairenin dışına itebilecek korkunç bir şeydir. Büyüklenme, insanları hakir görme, onlara tepeden bakma öyle büyük bir günahtır ki insanı İslâm’ın nezih atmosferinden uzaklaştırabilir. Büyüklük Allah’a mahsustur. Müezzinler “Allahu ekber” sedalarıyla günde beş defa minarelerden bunu haykırırlar. Sonsuz büyük yanında insana düşen sonsuz sıfır olmaktır.

Karun, Hz. Musa’nın (aleyhisselam) kavmindendi. Kendi aklına, ferasetine, kiyasetine, servetine güvendi ve bu yüzden yerin dibine batırıldı. Bilgi ufkuyla, ilim ve irfanıyla caka yapan Samirî çölde tek başına yaşamaya mahkûm oldu. Güç ve kuvvetin gözünü kör ettiği Firavun kendisini takip eden kavmiyle birlikte denizde boğuldu. Kendi dünyasını mahvettiği gibi, akılsızca kendisini takip eden insanların dünyasını da harap etti. İnsan haddini bilmediği, Yaratıcısına boyun eğmediği, nimetlerin asıl kaynağını göremediği takdirde güç, servet ve ilim gibi nimetler onun için öldürücü bir zehir hâline gelebilir.

Evet, güç ve kuvvet, mal ve servet, makam ve mansıp, başarı ve muvaffakiyet gibi şeyler bir yönüyle uyuşturucu gibidir. İnsan, gönlünü bir kere onların cazibesine kaptırdı mı, farkına varmadan yavaş yavaş uyuşmaya ve zehirlenmeye başlar. Nihayet bir gün gelir ki bütünüyle felç olduğunda iş işten geçmiş olur.

Bu sebeple insanın güç ve kuvveti, makam ve mansıbı, ilim ve hikmeti, mal ve serveti arttıkça tevazu ve mahviyeti de artmalıdır ki onların öldürücü zehrinden uzak kalıp kendini muhafaza edebilsin. İnsan, kendi sınırlı güç ve imkânlarına değil, Allah’ın sonsuz kuvvetine güvenmelidir. Ne omuzundaki yıldızlara takılmalı ne de halkın bahşettiği payelere. Güç ve kuvveti arttıkça Allah karşısında kendini daha çok aciz ve fakir görmelidir. Tarihteki bütün firavun ve tiranları batıran şey, gurur ve kibirleridir. Onlar önce büyüklük taslamış, sonra mevhum büyüklüklerinin altında kalmış, ezilip gitmişlerdir. Sadece kendileri ezilmekle kalmamış, kendilerini safderunane takip eden kitleleri de helâket ve felakete sürüklemişlerdir.

Bilindiği üzere acz u fakr ile şevk u şükür Risale-i Nur mesleğinin en temel esaslarını oluşturur. İnsan ne tür imkânlara sahip olursa olsun, hangi makamları işgal ederse etsin “Herkes yahşi ben yaman, herkes buğday ben saman” mülahazasından ayrılmamalıdır. Kendini her zaman Allah’ın sıradan bir kulu olarak görmelidir. Kuş gibi göklerde uçsa dahi her türlü faikıyet mülahazasından uzak durmalıdır. Nefsini, insanlar içinde sıradan bir insan olmaya razı etmelidir. Sahip olduğu aşk u şevki, Cenab-ı Hakk’ın sa’y ve gayretine lütfettiği en büyük mükâfat ve armağan saymalı, bunu şükür ile taçlandırmalı ve bunların ötesinde başka payelere talip olmamalıdır.

İnsan şayet gurur ve kibrin her çeşidine karşı kapıları ardına kadar kapatmak istiyorsa, takdir edilmeyi dahi şirk saymalıdır. Allah’tan gelen inayet ve lütufların kendi sırtına yüklenmesinden tiksinti duymalıdır. Kendisine yönelen övgüleri hakaret gibi görmelidir. Kibir, gurur, ucub ve riya gibi kalbî hastalıklara karşı kapıları ardına kadar kapamanın yolu buradan geçer. İnsan şayet bunlara karşı kapıları kapamazsa, Cennet’in kapıları kendisine açılmaz. Cennet yolunda yürüdüğünü zannetse, camiden ayrılmasa, ibadetlerini terk etmese dahi, şayet kibirden sıyrılamamışsa, ağzını açtığında sürekli gizli-açık egoizma seslendiriyorsa, Hak ve hakikate giden yollar kendisine kapanır. Bu da onun, hafizanallah, su-i akibeti olur. Rahmeti Sonsuz, bizleri bu gibi kötü akıbetlerden muhafaza buyursun.

***

Not: Bu yazı, 27 Ekim 2012 ve 29 Kasım 2015 tarihlerinde yapılan sohbetlerden hazırlanmıştır.