Taviz Değil Peygamber Yolu

Taviz Değil Peygamber Yolu

Soru: İnsanlarla diyalog kurma veya güzergâh emniyetini sağlama adına atılan bazı adımlar kimileri tarafından dinden taviz verme olarak algılanabiliyor. Bu konuda belirli ölçü ve sınırlardan bahsedilebilir mi?

Cevap: Kur’ân hizmetine gönül veren adanmışların, engelleme ve ilişmelere maruz kalmadan kendi yollarında rahat bir şekilde yürüyebilmeleri için gerekli olan bazı şeyler vardır. İdari yapının, fertlerin, toplumun, konjonktürün iktiza ettiği belli şeyler vardır. Şayet dünyanın değişik coğrafyalarında farklı duygu ve düşüncelere sahip insanların beklentileri hesaba katılmaz, onlara rağmen bir şey yapmaya kalkılırsa maksadın aksiyle tokat yenebilir. Herkesin rağmına iş yapmaya kalkarsanız, herkes sizinle uğraşır. Farkına varmadan karşınızda öyle bir düşman cephesi oluşturursunuz ki daha sonra en güçlü strateji uzmanlarıyla çalışsanız, strateji üstüne strateji üretseniz bile karşınıza çıkan problemlerin altından kalkamazsınız. Bu sebeple daha işin başındayken toplumun farklı kesimlerinin, farklı düşüncelerden insanların mevcudiyetini hesaba katma, onlarla asgari müştereklerde uzlaşabilme ve mümkün mertebe belirli konularda onlarla anlaşabilme, basiretle hareket etmenin gereğidir. Bunu dinden taviz verme olarak görmek doğru değildir. Bu konuda asıl olan, sizin niyet ve maksadınızdır.

Mukabele Esası

Toplumun farklı kesimleriyle, farklı dünya görüşlerine sahip insanlarla barış ve huzur içinde bir arada yaşamak istiyorsanız diyalog yolları araştırmak zorundasınız. Herkesi kendi konumunda kabul edebilmek, insanların sizin düşüncenize uymayan yanlarına tahammül edebilmek, varsa bazılarının sertlikleri, müsamaha duygunuzla onların sertliklerini kırmak, evrensel insanî değerlere uygun hareket tarzınızla onlardaki benzer duyguları harekete geçirmek ve evrensel insanî değerler açısından aynı yolda olduğunuzu hissettirmek güzergâh emniyetini sağlamanın gereklerindendir. Size ters gelmeyen ve akidenizde delik açmayan bir kısım meselelerde belli platformlarda farklı kesimden insanlarla bir araya gelebilir, müşterek hareket edebilirsiniz. Evet, siz insanların konumlarına saygı duyarsanız onlar da size saygı duyarlar. Siz onlara değer verirseniz onlar da size değer verirler. İnsanların insanlıklarına sığınmak, bazı meseleleri onların insanlığına emanet etmek, aynı zamanda kendi insanlığınızı yaşama ve yaşatmanız anlamına gelir. Bu konuda yapmanız gerekenleri yapmazsanız yürüdüğünüz yolda birçok engelle karşılaşırsınız.

Hakkı temsil ettiğine inanan, inandığı değerlerin akla uygun olduğunu düşünen, bunları defalarca mantık ve muhakemeye test ettiren bir insanın başkalarıyla diyaloğa geçmekten korkmasına gerek yoktur. Değerlerinizden eminseniz, onları yaşama konusunda falsonuz yoksa farklı kesimlere açılmaktan, belli platformlarda onlarla bir araya gelmekten, karşılıklı fikir alışverişinde bulunmaktan hiç endişe etmeyin. Şayet insanlığa ulaştırmayı arzu ettiğiniz bir mesajınız varsa bu mesajınızı ancak bu yolla ulaştırabilirsiniz. Bismillah ve billah ve illallah deyip yürüyün. Bunu da asla taviz verme olarak düşünmeyin. Zira farklı kesimler arasında diyaloğun olmadığı, dahası kin ve düşmanlıkların bulunduğu bir yerde kimseye bir şey anlatamazsınız. Farklı duygu ve düşüncedeki insanlarla aynı ortamlarda bir araya gelerek, tanışarak, konuşarak ve onlara güven vaat ederek bunu yapabilirsiniz. Sertliği kırılmayan ve yumuşamayan insanlar başka fikirlere açık olmaz, yeni şeyleri kabul etmezler. İnsanın vücuduna enjekte edilecek bir ilacı bile kolayca içine alması için rahatlaması ve kendini salması gerekir. Kendini sıkan bir insana bunu yapmak çok zordur.

Global bir köy haline gelen günümüz dünyasında farklı din mensuplarıyla temasa geçmenin, onların, akidemize aykırı olmayan programlarına katılmanın, hatta onların mabetlerine gitmenin dinen bir mahzuru yoktur, bundan bir kayıp yaşamazsınız. Ben askerlik öncesi Edirne’de bulunduğum yıllarda havraya gidip oturuyor ve havra mensuplarının okudukları Mezamir’i dinliyordum. Onları yakından izleyerek daha iyi tanıma imkânı elde ediyordum. Hem onlarla diyaloğa geçme imkânı elde ediyor hem de dinleri, ritüelleri ve Allah’la münasebetleri hakkında bilgi ediniyordum. Şunu açıkça söyleyebilirim ki bunu yaptığımdan ötürü dinimden bir şey kaybetmedim. Şayet siz başkalarının kültürüne, yaşantısına, dinine yakın alaka duyarsanız, onlar da sizinkine alaka duyarlar. Siz onların hâlini hatırını sorarsanız onlar da sizin hâlinizi hatırınızı sorarlar. Oluşan bu zemin ve atmosfer de size daha rahat hareket etme imkânı sağlar.

Vatikan’da Papa’yla yaptığımız görüşmeyi de birileri dillerine doladı. Bunu dinden taviz verme olarak görenler oldu. Ne var ki durum hiç de onların zannettiği gibi değildi. Bu görüşmenin çok olumlu neticelerini gördük. Kapalı kapılar açıldı, atmosfer yumuşadı, yeni diyalog imkânları doğdu. Bu tür diyalogları her iki taraf da kendilerini, kendi davalarını anlatma adına bir fırsat olarak görebilir. Her iki taraf da kendi hesabına hareket alanını genişletmeyi arzu edebilir. Bu tür görüşmeleri vesile edinerek farklı kesimlere açılmayı hedefleyebilir. Bunda da hiçbir mahzur yoktur. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, değerlerine güvenen bir insanın yapılan bu faaliyetlerden endişe duyması yersizdir.

Allah Resûlü’nün Örnekliği

Her tavrı bizim için en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı bu tür diyalogların misalleriyle doludur. O, Necran’dan gelen Hıristiyan heyeti, Mescid-i Nebevi’nin içinde misafir etmişti. Aynı şekilde farklı ülkelerden gelen elçiler de yine orada misafir ediliyordu. Efendimiz, onlarla konuşuyor, onları dinliyor, onlara hediyeler takdim ediyor, izzet ü ikramda bulunuyor ve onlarla bazı anlaşmalar akdediyordu. Aynı şekilde onlardan gelen hediyeleri de kabul ediyor ve kullanıyordu. Nebiyy-i Ekrem’in şahsî hayatı ve Allah’la irtibatı açısından çok sağlam bir duruş ortaya koyması, farklı kesimlerle diyaloğa geçmesine, onlara karşı fevkalade müsamahakâr davranmasına mâni olmuyordu. Zira bu, O’nun risalet vazifesinin bir gereğiydi. O, bir taraftan dinin hükümlerini milimi milimine yaşıyor, diğer yandan da insanlara karşı hep saygılı davranıyordu. Zira O, tavırları, davranışları, insanlarla münasebetleri, sözleri açısından tam bir edep abidesiydi. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bu engin müsamaha ufku ve civanmert tavırları karşısında muhataplarında da O’na karşı bir alaka hissi oluşuyordu. O da üstün fetanetiyle bu hissi kendi davası adına çok iyi değerlendiriyordu.

Demek ki diyalog adına yapılan bu tür faaliyetlerin hiçbiri dinimizin temel esaslarına aykırı değildir. Bunları dinden taviz verme olarak görmek büyük bir hata olur. Çünkü bunlara “taviz” demek, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerini ve getirdiği mesajı anlamamak demektir. Böyle düşünen bir insanın fikrî ve itikadî bir inhiraf yaşadığından şüphe edilmez. Peygamber Efendimiz’e has sınırlı bazı davranışları bir kenara bırakacak olursak, bir Müslümanın O’nun yaptığı şeyleri yapmaktan uzak durması söz konusu olamaz. O, Rehber-i Küll’dür, hayatın bütün alanlarında bizler için mükemmel bir örnektir. Bizler O’nun örnekliğini takip etmiş olmasaydık, belki de kendi hislerimizle hareket edecek, o nurdan istifade edemeyecektik.

Söz buraya gelmişken Efendimiz’in şu mübarek beyanlarını hatırlayabiliriz: “Allah bana farzları yerine getirmeyi emrettiği gibi insanlarla geçinmeyi de emir buyurdu.” (Deylemî, el-Firdevs 1/176) Evet, Allah Resûlü, herkesin anlayışına, düşünce dünyasına, yetiştiği kültür ortamına göre onlarla münasebet geliştirmekle emredilmişti. Aksi takdirde O’nun Allah’tan gelen mesajı muhataplarına ulaştırması söz konusu olamazdı. İnsanlar O’nu öncelikle davranışlarıyla, temsiliyle kabul etmeliydiler ki sonra sözlerine de kulak versinler. Esasen söz, davranışlardaki müphem ve kapalı kalan noktaları izah etmeye matuf olmalıdır. Yani öncelikli olan, tavır ve davranışlardır. Söz arkadan gelmelidir. Şahsî hayatınız itibarıyla sizi sadık, emin, güvenilir, aklı başında, iffet ve ismet sahibi olarak gören insanlar sizin sözlerinize de kulak vereceklerdir. Sözleriniz, tavır ve davranışlarınızda kapalı kalan noktaları açıklayacak, mücmel kalan hususları tafsil edecek, tereddüt ve şüpheleri giderecektir. İşte bütün bunlar da ancak insanlarla yakın münasebetler geliştirmekle hasıl olur.

İki Şerden Daha Hafif Olanını Tercih

Öte yandan, size ve başkalarına zarar verme ihtimali olan kötü niyetli, kötü tıynetli insanların da sizinle aynı toplumun içerisinde yaşadığını unutmamalısınız. Siz, derdinizi, davanızı neşretmeye çalışırken bu tür insanlarla da karşı karşıya geleceksiniz. Onların, sizin toplum yararına yaptığınız işlere mâni olmamalarını sağlamak da yine sizin bir vazifenizdir. İşte bu tür kimselerle kurulacak bazı insanî ve dinî ilişkiler, girilen bir kısım tavır ve davranışlar kimileri tarafından “taviz”, “müdarat”, “mümaşat” olarak görülebilir. Ancak siz daha büyük fayda ve maslahatlar gördüğünüz, gelmesi kuvvetle muhtemel zararlardan sakınmak istediğiniz için bunları yaparsınız. Bir kısım “tavizler” verseniz de bunun karşılığında daha büyük kazanımların ortaya çıkacağına inanırsınız. Tıpkı Allah Resûlü’nün Hudeybiye Sulhu’nda yaptığı gibi. Bu tür uygulamalar, hukuk metodolojisinde önemle üzerinde durulan “ehvenü’ş-şerreyni tercih”ten ibaret olabilir (iki kötü durumun en hafif olanını tercih etme). Veya yine fıkıhta önemli bir disiplin olan “Zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılar.” kaidesini düşünebilirsiniz.

Hudeybiye sulhunun maddelerine bakıldığında zahiren dinî değerlerden, Müslüman izzetinden taviz veriliyor gibi görülebilir. Çünkü şartlar çok ağırdır. Yapılan işin arka planıyla birlikte kavranması ve değerlendirilmesi Müslüman mantığı açısından kolay değildir. Nitekim Hz. Ömer gibi teslimiyet kahramanı bir sahabi bile Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek rahatsızlığını dile getirmiştir. O gün sahabeden çoklarının hissiyatı da aynı istikamettedir. Fakat her şeyden önce bu, vahye dayanan bir icraattı. Sonra, vahyi anlama ve uygulamada fetanet-i azam sahibi Allah Resûlü, atılan adımın neticelerini çok iyi hesap etmişti. Sonuç itibariyle, Hudeybiye sulhundan sonra oluşan barış atmosferini çok iyi değerlendirmiş, Arap çöllerinde güvenli bir şekilde hareket edebilmenin imkânlarını sonuna kadar kullanmış, Arap yarımadasındaki bütün kabilelere mesajını ulaştırmıştı. İşin neticesinde kârlı çıkan, İslâm ve Müslümanlar olmuştu.

Hâsıl-ı kelam, yapılan işlere şunun bunun “taviz” demesine aldırmadan, Allah Resûlü’nün yolunda yürümeye devam etmek, basiretle hareket etmek lazım. Onların taviz olarak gördükleri davranışlarla bazen imkân kazanırsınız, bazen zaman kazanırsınız, bazen de gönüller kazanırsınız… Zaman zaman zaruretten dolayı ehvenü’ş-şerreyni irtikap etmek durumunda kalırsınız -ki zaten bu durumda, üçüncü bir ihtimal, bir hayır ihtimali yoktur- fakat neticede çok hayırlara ulaşırsınız. İnandığınız değerleri ikame etme mevzuunda kararlı durursunuz. Fakat bunu yaparken basiretle hareket eder, yaptığınız işlerde toplumun, insanlığın genel durumunu nazar-ı itibara alır, fitne odaklarını tahrik etmezsiniz. Başınıza gaile açacak, netice itibarı ile akim kalacak meselelerde ısrarcı olmazsınız. Kemikleşmiş bir kısım düşünceler, uygulamalar varsa, bunların değişmesinin zamana vabeste olduğunu bilirsiniz. “Ben bunları düzelteceğim” diyerek aceleyle işin üzerine gitmez, böylece düzgün olan şeyleri de bozmazsınız. Bütün bunları da popülist mülahazalara girmeden meşveretle yapar, ortak akla havale edersiniz. Başkalarıyla münasebetlerinizde taviz gibi görünen bazı muamelelerde bulunsanız da şahsî hayatınız ve aile hayatınız itibarıyla kılı kırk yararcasına bir hayat yaşarsınız.