Sünnetin Arzu ve Heveslere Göre Yorumlanması

Sünnetin Arzu ve Heveslere Göre Yorumlanması
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bazı kimseler, hoşlarına giden meselelerde, “Bugün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olsaydı, O da böyle yapardı.” diyorlar. Bazen de, hoşnut olmadıkları mevzularda, “Benim peygamberim böyle demez.” diyerek hemen o mevzuyla alakalı hüküm veriyorlar. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkındaki bu tür yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Şayet bu türlü sözler söylenebilirse, onu dile getirecek kimselerde hangi evsaf aranmalıdır?

Cevap: Bu tür sözleri, şahısların durumu ve onların hangi mülahazayla bunları söylediklerine göre farklı değerlendirmelere tabi tutmak mümkündür. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’tan aldığı mesajları insanlığa getiren bir resûl/elçi olmasının yanında, aynı zamanda, kavlî, fiilî ve takrirî sünnetiyle meseleleri tavzih ve tespit buyuran bir müçtehitti. İşte zaman ve şartlara göre belli problemlere çare bulma mevzuuna Efendimiz’in müçtehit olması çerçevesinde yaklaşarak, “Şayet bugün Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olsaydı bu mevzuda şöyle yapar ve bu boşluğu şu şekilde doldururdu.” deme mahzursuz bir yaklaşım olabilir. Hem böyle bir söze makul bir mahmil de bulunabilir. Şöyle ki, zaman önemli bir müfessirdir. Şartlara ve konjonktüre göre bazı hususların tevil ve tefsirinde o, bir ibre vazifesi görür. Diğer bir ifadeyle Kitap ve Sünnet’te bazı alanlar içtihat ve istinbata emanet edilmiş, tevil ve tefsiri de zaman müftüsüne bırakılmıştır. Fakat içinde bulundukları zaman ve şartlara göre, bu tür hususları yorumlayacak insanların, öncelikle ele aldıkları mevzular hakkında Kitap ve Sünnet’in sarih bir beyanı olup olmadığını bilmeleri, araştırıp tetkik etmeleri gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim veya Sünnet-i Sahiha’da yer alan nassların aksine bir şey söylenemez. Aynı şekilde aslî delilleriyle meseleleri tespit edip değerlendiren müctehidîn-i izamın bir mevzuda icmaı vaki olmuşsa bunun aksine bir yorum da kabul edilemez. Her ne kadar bazıları icmaın bir hüccet olmadığını iddia etse de, o, “Ümmetim, dalâlet üzerinde ittifak etmez.” (İbn Mâce, fiten 8), Allah’ın inayet ve kudreti cemaatle beraberdir.” (Tirmizî, fiten 7) ve “Allah’tan, ümmetimin sapıklıkta içtima etmemesini istedim, O da bu isteğimi kabul buyurdu.”(Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/396) gibi nurlu beyanlarda görüldüğü üzere oldukça güçlü bir hüccettir. Ayrıca kalbi, ruhu, aklı, vicdanı, havass-ı zahire ve batınesi selim olan insanların garazsız, ivazsız, bir mevzuda ittifak etmeleri aklen, icmaın hüccet oluşuna çok önemli bir delildir.

Şu halde, içtihat adına Kitap ve Sünnet’e muhalefet edilemeyeceği gibi; Kitap ve Sünnet’te yer alan nassların nasıl anlaşılacağı, ne şekilde tevil ve tefsir edileceğini bizlere gösteren icma deliline de muhalefet edilemez. Bu açıdan, temel kaynakları görmezden gelerek heva ve hevese göre bazı şeyler söylemek başka; aslî kaynaklar ve muhkemata bağlılık, vukufiyet ve ıttıla içinde bir konuyla ilgili düşünce beyan etmek başkadır. Dolayısıyla ister ferdî, ister ailevî, isterse siyasî, içtimaî, iktisadî problemlere çare bulma mevzuunda öncelikle Kitap, Sünnet ve icmaa müracaat edilmelidir. Eğer bu kaynaklarda bir çözüm bulunamazsa, o zaman da, bu boşluğu doldurma adına ortaya konulan fikirlerin, muhkemat dediğimiz temel disiplinlere muhalif düşmemesine dikkat edilmelidir.

Bir Hüküm Verirken Kalbler Titremeli

Öte yandan bilinmesi gerekir ki, hayatın değişik birimlerinde zuhur eden problemlere, içtihat ve istinbatlarla çözüm üretebilmek için, uzman ve ihtisas sahibi olmanın yanı başında, insanın içinde, Allah’ın kelamına veya murad-ı ilahîye muhalif bir söz söyleme endişesinin olması, bu endişeyle yüreklerin hoplaması, kalblerin tir tir titremesi gerekir. Yoksa dini yaşamada laubali ve mütesahil, hep işin kolayına kaçan, sürekli işine geldiği gibi konuşan veya müşarun bi’l-benan olma arzusuna kapılıp başkalarına şirin görünme mülahazasıyla hareket eden ve sürekli kendinden söz ettirme maksadına matuf beyanda bulunan insanların, “Peygamberimiz olsaydı, O da bu mevzuda böyle yapardı.” demeleri veya kendilerine ağır gelen meselelerde, “Efendimiz olsaydı O böyle yapmazdı.” diye iddiada bulunmaları ve böylece güya kendi görüşlerine Allah Resûlü’nü hüccet göstermeleri elbette kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Esasında bu insanlar, işlerine gelmeyen mevzularda, “Efendimiz bu zamanda olsaydı, O böyle yapardı.” derken, -hâşâ ve kellâ- sanki farazî bir peygamber takdirinde bulunuyor, arzularına göre o farazî peygamberi konuşturuyor ve kendi heva u heveslerine göre ona fetva verdiriyorlar, demektir.

Hâlbuki insanların dünya-ukba saadetini ilgilendiren dine ait meselelerin hiçbir şekilde laubaliliğe tahammülü yoktur. Selef-i salihîn içtihat mevzuunda öyle hassas ve titiz hareket etmiştir ki, bir mesele hakkında kendilerine soru sorulduğu zaman yerine göre sırf o meseleye cevap verebilmek için Kur’an-ı Kerim’i baştan sona birkaç kez hatmetmişlerdir. Ayrıca İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri gibi büyük kametler, bir meseleyi çözmek için belki birkaç gün talebeleriyle münazara ve müzakerede bulunmuştur. Münazarayı, günümüzde televizyonlarda yapılan cedel ve tartışmalarla karıştırmamak gerekir. Zira münazara zıtlaşma ve birinin dediğinin tersini söyleme değil, ele alınan bir meseleyle ilgili o meselenin nazir ve şebihini ortaya koyma demektir. Yani dinî bir hususta münazara “bu mesele şu nassın zahirine daha uygun düşüyor, falan âyet-i kerimeye daha muvafık” vs. diyerek, o konunun benzerini ortaya koyma ve ona göre bir çözüm bulma demektir. Bazen böyle bir münazaradan sonra talebeleri, Ebu Hanife Hazretleri’nin söylediği görüşe kanaat edip “Bu mesele senin dediğin gibidir.” diyorlar. Fakat hazret sabaha kadar nassları yeniden gözden geçiriyor, onları bir kere daha mütalaaya alıyor, bir kere daha kendisiyle yüzleşiyor, sonra sabah kalkıyor, talebelerinin yanına geliyor ve “Akşam şu mevzuda siz bana muvafakat ettiniz. Fakat ben şu nassları göremediğimden yanılmışım. Bu mesele sizin dediğiniz gibiymiş.” diyor; diyor ve ciddi bir hakperestlik mülahazasıyla kendi görüşünden vazgeçip talebelerinin görüşünü tercih ediyor.

Konuyla ilgili bir hakperestlik örneği de Ebu’l-Hasen el-Eş’arî Hazretleri’nden verelim: Kur’ân ve Sünnet’e çok iyi vâkıf olan, ciddi bir beyan gücü bulunan ve güçlü bir hatip olan Eş’arî Hazretleri bir dönem ehl-i i’tizalin içinde yer alıyor. Fakat ihtimal ki birisinin iş’ariyle bakış zaviyesini birdenbire değiştiriyor ve günümüzde çokça kullanılan “herkes fiilinin yaratıcısıdır” düşüncesinden vazgeçiyor. O güne kadar, ilimde zirveyi tutmuş, en yüksek basamağa kadar yükselmiş ve şöhreti her tarafa yayılmış İmam Eş’arî Hazretleri toplayabildiği herkesi topluyor ve “Ben bugüne kadar, şu konularda her ne dedimse, onların hepsi yanlıştır. Doğrusu ise şudur.” diyerek ehl-i sünnet ve’l-cemaatin mülahazasına yöneliyor.

Hevalarını İlah Edinenler

Maalesef günümüzde konuyla ilgili öyle gayr-i ciddi yaklaşımlar görülmektedir ki, bazıları tesettür gibi açıktan açığa değişik sûrelerde emredilen ve aynı zamanda sahabe ve tabiîn büyükleri tarafından da meselenin teferruatı ve uygulaması ortaya konulan hususların bile Kur’ân-ı Kerim’de yer almadığını iddia ederek inkâr edebiliyorlar. Biz bugüne kadar selef-i salihînin üzerinde icma ettiği bu gibi meseleleri inkâr edenler için tedbir ve temkinimizden dolayı dilimizi tutup bir şey söylemesek de, hakkında sarih âyet bulunan bu gibi hususların inkâr edilmesinin hükmü bellidir.

O halde ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî, siyasî ve idarî problemler karşısında bir içtihatta bulunulacaksa, öncelikle Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha çok iyi bilinmeli, selef-i salihînin mevzuyla alakalı safiyane içtihat ve mütalaaları gözden geçirilmelidir. Daha sonra ele alınan meseleyle ilgili aslî kaynaklarda bir nazîrin olup olmadığı araştırılmalı, akabinde de zaman ve şartlar göz önünde bulundurularak üzerinde durulan problemle ilgili bir çözüm ortaya konmalıdır.

Mesela Kur’ân-ı Kerim, araları bozulan eşlerin tekrar arasını bulma adına hakem tayin edilmesini tavsiye ediyor; tavsiye ederken de وَالصُّلْحُ خَيْرٌ “Sulh daha hayırlıdır.” (Nisâ Sûresi, 4/28) buyurmak suretiyle muhatapların eline üzerinde durup düşünmeleri gerekli olan bir disiplin veriyor. Aynı şekilde Hucurat Sûresi’nde birbiriyle vuruşan iki grubun aralarının ıslah edilmesi emrediliyor. İşte bu nasslardan yola çıkarak, daha büyük topluluklar arasında hatta devletlerarası münasebetlerde ortaya çıkan problemlerde de, böyle bir prensip işletilebilir. Çünkü toplumu meydana getiren en küçük molekül olan aile içindeki karı-koca arasında sulh hayırlıysa, değişik kesimler, farklı kültürler, akımlar veya milletler arasında sulh, evleviyetle hayırlı olacaktır. Meselenin büyüklüğü ölçüsünde, sulhun önemi daha bir artacaktır. Çünkü mesela karı-kocanın birbiri arasında münasebetin bozulması durumunda, kadın bir tarafa, erkek bir tarafa savrulacak, varsa çocuklar bir çeşit yetim kalacaktır. Fakat iki toplum birbiriyle vuruştuğunda ve sulh yoluyla bunların arası bulunmadığı takdirde meydana gelecek olan yıkım çok daha ciddi boyutlarda olacaktır. Bu itibarla günümüzün inanan gönülleri de, hangi çapta olursa olsun bu tür içtimaî problemleri çözebilmek adına, içinde bulunulan şartların imkân ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, sulh yolları araştırmalı, diyalog zeminleri tesis etmeli, anlaşma platformları oluşturmalı ve gerekirse hakem heyetleri kurmalıdır.   

Esasında ifade etmeye çalıştığımız bu husus bir manada usûl-i fıkıhtaki kıyas disiplini içinde mütalaa edilebilir. Bildiğiniz üzere, ıstılahta kıyas, bir konu ve bir amel ile alâkalı hükmü, onun dengi, benzeri başka bir konuda da ortaya koyma, benzerlerden yola çıkarak hüküm verme metoduna denir. Böyle bir faaliyet hakperestlik ve din adına yapıldığı takdirde, hata edilse bile insana sevap kazandırır. Çünkü içtihat eden isabet ettiğinde en az iki olmak üzere niyetinin derinliği ve hallettiği meselenin ehemmiyetine göre yüz belki daha fazla sevap kazanabilir. Hata ettiğinde ise ortaya koyduğu performansın ve cehdinin sevabını alır. Ancak meseleleri hep kendi heva u hevesine göre ele alan kimselere gelince onlar hakkında Kur’ân,

أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ

“Görmedin mi o hevâsını ilah edinip de Allah’ın da kendisini ilmine rağmen saptırdığı kimseyi?” (Câsiye Sûresi, 45/23) buyuruyor.

Hâsılı, ferdî, ailevî ve içtimaî bütün meselelerde söz Allah’a ve sonra da Efendimiz’e aittir. Onların beyanlarının olduğu yerde insana düşen vazife, sükût etmektir. Dolayısıyla bir insan Allah ve Resûlü’ne ait beyanın olduğu bir yerde, heva, heves ve arzularına uyarak söz söylüyorsa bilmesi gerekir ki, o, hevasını ilah edinmiş demektir.