Soru: Bazı bölgelerde yaygınca kullanılan “Bahane Tanrısı” ifadesi ne manaya gelmektedir? Bu tabir hangi mülahazaları çağrıştırmaktadır?
Cevap: Kökü eski Türk lehçelerindeki “tengri” sözcüğüne dayandırılan “tanrı” ifadesi mâbut demektir ve bazı inanç sistemlerinde insan üstü bir güce sahip bulunduklarına inanılan varlıklardan herbiri için kullanılan bir unvandır. Gerçi, ister müslümanlığı kabul eden Türkler isterse de yüzlerce yıldan beri dinî eserler yazan müellifler tanrı tabirini Allah manasına da kullanmışlardır. Fakat, esas itibarıyla tanrı ifadesi, Cenâb-ı Hakk’ın zatî ismi olan “Allah” kelimesinin karşılığı değildir.
Allah İsmi Yerine Tanrı Kelimesi
Çünkü, Allah dendiği an, bütün kâinatta tecellî eden isimleriyle o Zât-ı Ecell-i A’lâ (yüce ve büyük Zât) akla gelir. Yani, Allah ism-i şerifi değişik delâlet çeşitleriyle, Mâbud-u Mutlak (ibadet edilmeye lâyık yegâne Zât), Hâlık-ı Mutlak (tek yaratıcı), Maksûd-u Mutlak (Kendisine yönelinecek eşsiz ilâh), Rezzâk-ı Mutlak (her türlü rızkı bol bol ihsan eden biricik rızık sahibi), Bâri-i Mutlak (her şeyi örneği kendisine ait bir şekilde takdir edip varlık sahasına çıkaran benzersiz rab) ve Cemîl-i Mutlak (topyekün güzel sıfatları zatında toplayan ve güzellikleri vareden)… gibi bütün ilâhî isimleri câmi’dir; Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin hepsini ihtiva eden bir unvan-ı mübecceldir.
Bu itibarla da, Allah adı, Cenâb-ı Hakk’ın özel ismidir ve onun ifade ettiği manayı başka bir tabirle dile getirmek de mümkün değildir. Dolayısıyla, tanrı kelimesi, Arapça’daki “ilâh”, Fransızca’daki “dieu”, İngilizce’deki “god” ve Farsça’daki “hudâ” tabirlerinin karşılığı olarak kullanılabilir ama asla “Allah” ism-i şerifinin yerini dolduramaz.
“Bahane” sözüne gelince; bu kelime vesile ve sebep demektir; bir şeyin asıl sebebi yerine ileri sürülen sözde sebep manasına gelmektedir. İhtimal, ecdad, “gerçekle ilgisi olmayan bir mazeret” anlamını içerdiğinden dolayı, bu kelimeyi Zat-ı Uluhiyete nisbet etmekten kaçınmış ve bahane sözü ile Allah ism-i şerifini beraberce kullanmaktan çekinerek çok latif bir mazmunu, ince bir mefhumu “bahane tanrısı” terkibiyle ifade etmişlerdir. Bu açıdan da, bahane sözcüğünü Zat-ı Uluhiyete nisbet etmemek için “Allah” ismi yerine tanrı kelimesini kullanmaları Anadolu insanının Mevlâ-yı Müteâl’e karşı saygısını ve terbiyesini gösteren bir davranıştır.
Bahane Tanrısı
Evet, “bahane tanrısı” tabiri Erzurum başta olmak üzere, bazı bölgelerde çok yaygınca kullanılmaktadır. Bu söz, kullarını affetmek için onlara sürekli tevbe etme fırsatları, günahlardan arınma imkanları yaratan Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğini nazara vermekte ve insanları, o rahmete mazhar olabilmek için Allah’ın rızasına uygun güzel vesileler edinmeye çağırmaktadır.
Nitekim, Kur’an-ı Hakîm, “Ey iman edenler! Allah’ın hukukunu gözetin, O’nun hukukunu ihlâl etmekten sakının; O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda mücâhede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.” (Mâide, 5/35) buyurmaktadır. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır gibi müfessirler, “vesile” kelimesini, kendisiyle bir gayeye ulaşılan sebep, yaklaşma vasıtası şeklinde tefsir etmişlerdir. Demek ki, mü’minler, Mahbûb-u Hakikî’ye yaklaşmak için daima vesileler aramalı, kendi uzaklıklarını aşma yolunda her fırsattan istifade etmeli, farzlar ve vacipler haricinde daha başka güzel işler ve rıza-yı ilahiye uygun ameller yaparak kendilerini Allah Teâlâ’ya sevdirmeye çalışmalıdırlar. Samimi bir niyetle sürekli kurbet sebepleri araştırmalı, güzel ahlak ve salih amel gibi Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun vesilelere tutunmalıdırlar.
İşte, “bahane tanrısı” sözü, kullarının en küçük iyiliklerini bile zayi etmeyen, onların güzel bir niyetle ortaya koydukları zerre kadar bir hayrı dahi karşılıksız bırakmayan, birleri binlerle mükafatlandırıp herkesi küçük bir vesile ile bağışlayabilen Rahmeti Sonsuz’un merhametine işaret etmektedir. Evet, Allah (Celle Celâlühû), bazılarını tevbeleri sebebiyle affeder; bazı kullarını bir hataya düşmüşlerse bile hemen bir iyilik yaparak tekrar çizgilerini bulma cehdi göstermelerinden dolayı bağışlar. Bazen gönülden yapılan bir duayı, bazen vicdandan yükselen bir pişmanlık âhını, bazen samimiyetle dökülen birkaç damla gözyaşını, bazen az bir sadakayı, bazen pek küçük bir hayrı ve bazen de çok emek gerektirmese bile hâlis bir niyetle ortaya konan hasenâtı mağfirete ermeye, Cennet’e girmeye, Cemalullah’ı görmeye ve rıdvana erişmeye vesile kılar.
Aslında, bütün hayr ü hasenât o güzelliklere nâil olabilmek için âdi birer sebeptir, insanlara bakan yönüyle birer bahanedir. Zira, hiç kimse Cennet’e ameliyle gidemez; Cennet ve ötesindeki nimetler ancak Allah’ın rahmetiyle ve lütfuyla elde edilebilir. Ne var ki, sonsuz merhamet sahibi Rabbimiz, kullarının en küçük iyiliklerini dahi değerlendirir; onları birer kurbet ve vuslat vesilesi olarak kabul eder. Bu itibarla, -her ne kadar tanrı kelimesi çok hoşumuza gitmese bile- “bahane tanrısı” ifadesi çok derin bir manayı içermektedir.
Bir Zerre İhlaslı Amel ve Zübeyde Hatun
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, “Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme!” buyurmuştur. Evet, Allah’ın rızası gözetilerek yapılan en küçük iş dahi dergah-ı ilahîde çok kıymetlidir. Bir zerre ihlaslı amel, Cenâb-ı Hak nezdinde tonlarla ifade edilemeyecek bir ağırlığa ve değere ulaşır. Allah (azze ve celle), samimi olarak yapılan iyiliklere bazen on, bazen yüz, bazen yediyüz, bazen yüzbin, bazen bir milyon ve bazen de sayısını ancak kendisinin bileceği kadar mükafat verir. İnsan, o ameline karşılık kendisine nasıl bir mükafât yazıldığını bilemez ama ahirette onun karşılığını tasavvurlar üstü bir sürpriz olarak önünde buluverir. Öyleyse, hiçbir iyilik küçük görülmemelidir. Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır.
Mevzuyla alakalı şöyle bir menkıbe anlatılır: Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun çok saliha bir kadındır. Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahman’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüzbin altın harcamıştır. Osmanlıların tamir edip yeniden kullanıma hazır hale getirdiği o kanallar ve çeşmeler yakın zamana kadar da milyonlarca insanın ihtiyaçlarını gidermiştir. Zübeyde Hatun, hicaz su yolunun yanı sıra han, hamam, imarethane ve şifahane gibi daha pek çok hayır müessesesi yaptırmıştır.
Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mualla kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki, “Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş: “Evet doğru, Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat, bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri nedeniyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahiler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedînin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezanı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. İşte, sorgu-sual anında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki, “Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.”
Onca amel arasında, ezana saygı gibi zâhiren küçük bir iyilik rahmet deryasının coşmasına vesile oluyor. İşte bahane tanrısı ifadesi de bunu anlatıyor. Cenâb-ı Hak, küçük bir hayrı kulunun kurtuluşuna vesile kılıyor. Bazen müslümanlığın alameti sayılan ezan gibi Allah’ın değer verdiği bir şeye değer vermesinden dolayı, bazen de O’ndan ötürü mahlukattan birine karşı şefkat göstermesi sebebiyle kulunu yüce makamlara yükseltiyor.
Hazreti Ömer’in Hesabı
Siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Hazreti Ömer efendimiz vefat ettikten sonra Hazreti Abbas (radiyallahu anhüma) onu rüyada görmek için adeta can atıyor. Fakat, hemen her zaman o arzuyla gözlerini yummasına rağmen tam altı ay boyunca onu hiç göremiyor. Nihayet altı ayın sonunda Hazreti Ömer’i rüyasına misafir ediyor. Bu beklemenin sebebini soracak olunca Hazreti Ömer “İşin içinden ancak sıyrılabildim; hesabım yeni bitti!” diyor.
Rüyanın devamını anlatmadan önce, bu altı aylık muhasebe üzerinde durmak gerektiğini zannediyorum. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “yerdeki iki vezirimden biri” diyerek kendisini gösterdiği ve “Benden sonra Peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu!” buyurarak büyüklüğünü nazara verdiği, Hulefa-yı Raşidîn’in ikincisi olan Hazreti Ömer’in “Hesabım altı ayda ancak bitti” demesi bize bir şey ifade etmeli!.. Ümitsizliğe düşürecek mülahazalara girmeden, bize her şeyin hesabını vereceğimizi ve her nimetten dolayı sorgulanacağımızı düşündürmeli. Evet, bütün nimetlerden hesaba çekileceğimiz bir gün var önümüzde. O gün Cenâb-ı Hak, “Size el-ayak, göz-kulak, dil-dudak verdim. Sizi zâhir ve bâtın latifelerle donattım. Maddî ve manevî bütün ihtiyaçlarınızı karşılayacak nimetleri önünüze serdim. Peki, siz bunlarla ne yaptınız? Bunlar size ne ifade etti? Bu nimetleri nasıl değerlendirdiniz? Kulluğunuzun ve imtihan dünyasında bulunduğunuzun farkında olabildiniz mi? Hayatınızın hesabını vereceğiniz şuuruyla vazifeden terhis olduğunuz ana kadar bir kula yakışır eda ile yaşadınız mı?” türünden sorular soracak. İşte, Hazreti Ömer’in “Hesaptan ancak altı ayda sıyrılabildim!” sözü, bize benzer sorulara karşı vereceğimiz cevapları düşündürmeli ve bizi öteler için azık hazırlamaya teşvik etmeli..
Bu arada, yarım senede de olsa, demek ki Hazreti Ömer sonunda bütün hayatının hesabını verebilmiş. Demek ki, altı ayın akabinde onun için hesabı verilmedik hiçbir husus kalmamış. Bu yönüyle, üzerinde durduğumuz mesele her ne kadar bir rüya olsa da, bir sahabiye ait o rüyada Hazreti Ömer’in bize verdiği bir mesaj vardır. Ayrıca, onun sözü, mukarrebîne göre bir ufka ait ses ve soluktur. Ondan kendi seviyesine göre bir tavır ve davranış beklenmiştir, hesabı da yine kendi seviyesine göre olmuştur. Yoksa, sıradan bir kul onun yaptığı şeyleri yapsa, ihtimal ötede mükâfat görür.
Rüyanın devamında, Hazreti Abbas soruyor, “Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?” diyor. Hazreti Ömer Efendimiz şu cevabı veriyor: “Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler.”
Şefkatle Gelen Kurtuluş Fermanı
Evet, yerine göre bir hayvana karşı şefkatli davranma insanın ateşten âzad olmasına ve Cennet’e girmesine vesilelik ediyor. Cenâb-ı Hak, mahlukata karşı merhametli olmayı kendi mührünü taşıyan sanat eserlerine ve dolayısıyla Zâtına karşı saygılı davranma şeklinde kabul ediyor ve o kadarcık bir saygıyı bile mükafâtsız bırakmıyor. Onu kulunun kurtuluşuna bir bahane sayıyor.
Buhari ve Müslim gibi en muteber kaynaklarda da bu hususu te’yit eden hadis-i şerifler mevcuttur. Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.”
Evet, bu bir bahane değildir de ya nedir Allah aşkına? Rahmeti Sonsuz, mahlukâta şefkatle yaklaşma neticesinde bir köpeğe su içirmeyi bile Cennet’e girmeye vesile kılmaktadır. Bu itibarla da, hiçbir iyilik hor görülmemeli ve küçümsenmemelidir. Bazen, küçük gibi görülen bir iyilik, rahmeti coşturacak bir düğmeye dokunma ya da diğer hayır ve hasenâtın kâfiyesini koyma gibi olmaktadır.
Tasavvuf büyüklerinden İmam-ı Şibli’nin bir menkıbesi de bu hakikate işaret etmektedir. Vefatından sonra bir dostu rüyada görür ve ona halini sorar. Cevaben der ki: “Allah beni huzuruna kabul etti ve hangi amelimle bağışlanmayı umduğumu sordu. Ben de bir sürü amelimi sayıp döktüm. Cenâb-ı Hak, ‘Hayır, hiçbiri değil! Seni, soğuk bir gecede bulduğun ve cübbenin altına sokarak ısıtmak suretiyle merhamet ettiğin o kediden dolayı bağışladım!’ buyurdu. ”
Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükafatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7–8) buyurarak, en küçük bir hayr veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi.” buyurmuştur.
Şifreyi Çözen Amel
Öyleyse, insan iyilik adına yapılan hiçbir şeyi hor görmemesi gerektiği gibi, münker (kötülük) sayılan hiçbir tavır ve davranışı da hafife almamalıdır. Göz ucuyla da olsa harama bakmayı, kulağını harama tevcih etmeyi, dudaklarından Allah’ın sevmediği bir şeyin sâdır olmasını ve iffetsizliğin en küçüğünü bile büyük bir cürüm kabul etmeli; bunlardan biri sebebiyle yuvarlanıp gitmekten korkmalıdır.
İyiliklerin, küçüğünün bile terkedilmemesi hususunda Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), “Bir yarım hurma ile, bir güzel sözle olsun, ateşten korunmaya çalışın.” buyurmuştur. Bu nasihat üzerine Hazeti Aişe (radiyallahu anha) bir gün, bir üzüm tanesini sadaka olarak vermiş, “Bunda bile nice zerre ağırlığı vardır!” diyerek, Zilzâl suresinin son ayetlerine işaret etmiş ve o kadarcık bir hayrın bile mutlaka mükafât göreceğini hatırlatmıştır.
Evet, Cuma gününde “vakt-i icâbe” (duaların umumiyetle kabul olacağı saat), insanlar arasında velî kullar, Ramazan ayında Kadir Gecesi, Esmâ-i Hüsnâ arasında da İsm-i A’zam gizlendiği gibi bütün tâat ve ibadetler içerisinde de rıza-yı ilâhîye hangisinin vesile olacağı gizli tutulmuştur. Böylece, inananların sürekli uyanık ve dikkatli olmaları, devamlı ibadet ü tâat içerisinde bulunmaları ve hiçbir iyilik fırsatını kaçırmamaları tembih edilmiştir.
Bundan dolayıdır ki, maruf (hayır, iyilik) sayılan hiçbir şeyi küçük görmemelisiniz. Sizin kurtuluşunuzun hangi amele bağlı olduğunu bilemediğiniz için elinize geçen her fırsatı bir beraat fermanı gibi kabul etmeli ve onu değerlendirmeye çalışmalısınız. Birine tebessüm etmişsiniz, diğerine selam verip gönlünü almışınız, bir başkasına insan diye değer atfederek bağrınızı açmışınız ya da bir su havzında boğulmak üzere olan bir karıncayı kurtarmışsınız… bunlar, bu dünyada küçük işler gibi görünebilir size. Fakat, bütün bu ameller nezd-i uluhiyette birer değer hanesine yerleştirilir ve sizin hesabınıza değerlendirilir. Kim bilir, belki de ötede onların en küçüğü gösterilir ve size “Bundan dolayı bağışlandın!” denilir. Bunlardan biriyle siz de kanatlanır, eskilerin “uçmak” dedikleri, Cennet’e uçarsınız. Madem ki, sizin için rahmetin taşmasına vesilelik edecek son damla, kilidin şifresini çözecek son rakam ve sevap kefesinin ağır basmasını sağlayacak tek zerre mesabesindeki amelin hangisi olduğunu bilmiyorsunuz, öyleyse her hayırlı işe “Acaba bu mu?” şeklinde yaklaşmalısınız.
Aslında, insanın havf ve recâ (korku ve ümit) arası bir yol tutup hayatını dengede sürdürmesi esas olmakla beraber, kalbin her zaman korku ve haşyetle atması daha emin bir yoldur. Şu kadar var ki, şayet insan hata ve kusurlarından dolayı ümitsizliğe düşmek üzere ise ve şeytan ona yeis tuzağı ile yaklaşıyorsa, işte o zaman muvakkaten de olsa “bahane tanrısı” ifadesinin tedayi ettirdiği mülahazalara sığınabilir.
Hasılı, Cennet’in sonsuz nimetlerine kavuşabilmek birkaç yıllık amel ile değil, hâlis bir niyetle ve güç yettiğince iyilik yapma düşüncesiyle mümkün olur. Öyleyse, insan dinin iyi ve güzel kabul ettiği hemen her şeyi yapmaya çalışmalı ve yaptığı her şeyde de kurtuluşuna vesile aramalıdır. Zira o, kendisini hangi amelin kurtaracağını bilemediğinden dolayı, önüne gelen hiçbir iyiliği kaçırmamalı ve yaptığı bütün amelleri ahirete bir sürpriz paketi olarak göndermelidir. Bir gün, bu paketler mutlaka onun önünde bir bir açılacak ve ona gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan havsalasının almadığı ne sürprizler ne sürprizler yaşatacaktır.