Sevk-i İlâhi

Sevk-i İlâhi

     Soru: Büyük oluşumlar ve başarılar değerlendirilirken genellikle onların arkasında yer alan aktörlerin kabiliyet ve firasetleri itibara alınıyor, ilâhî inayet ise göz ardı ediliyor. İnsan iradesiyle Allah’ın inayet ve  yardımı arasındaki denge nasıl kurulmalı, bu konuda mü’mince yaklaşım şekli ne olmalıdır?

     Cevap: Kur’an ve Sünnet’te en fazla üzerinde durulan konulardan biri de denge ve itidaldir. Yani ifrat ve tefritten uzak bir şekilde sırat-ı müstakim üzere olmak, böyle bir düşünce sistemi kurup buna göre bir hayat yaşayabilmektir. Rahman Sûre-i Celilesi’nin başında üç defa “mizan” zikredilir ve onun bozulmaması emredilir. Mizan ise ölçü, denge demektir; her şeyde ölçülü ve dengeli olunması gerektiğine işaret eder. Cenab-ı Hak bütün varlığı müthiş bir denge içinde yaratmış, her şeye hassas ölçüler takdir etmiştir. İnsanın da düşünce dünyasında, kalb ve ruh hayatında, Rabbiyle münasebetlerinde, insanî ilişkilerinde, tavır ve davranışlarında itidali koruması ve varlık nizamına uygun hareket etmesi çok önemlidir. Mizanın aşıldığı her şeyde dengesizlikler, bozukluklar, çatlaklar ve kırıklar ortaya çıkar. Mizanın kıstası ise en başta Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın düstur ve kaideleridir.

Cüz’i ve Külli İrade

     Soruda bahsedilen husus da hassas denge gerektiren bir meseledir. İradî fiillerimizi ve kâinatta cereyan eden hadiseleri değerlendirirken kullanmamız gereken ince kıstaslar vardır. Başta kelam uleması olmak üzere İslâm âlimleri bu konuda Kur’ân ve Sünnet’e uygun dengeli yaklaşımı bulabilme adına ciddi gayret sarf etmişlerdir. İnsanı mutlak olarak kendi fiillerinin kaynağı gören Mutezile mezhebi ile cüz’i iradeyi yok sayan ve insanı rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprağa benzeten Cebriye mezhebi bu konuda ifrat ve tefriti temsil ederken, Ehl-i Sünnet uleması, ikisi arasında dengeli bir yol takip etmiştir.

     Gerçi Eş’arîlik, ilk çıkış noktası itibarıyla bir yönüyle Mutezile’ye karşı bir reaksiyonu temsil ettiğinden, tam dengeyi koruyamamış olabilir. Bu sebeple İmam Eş’arî’nin irade konusundaki yaklaşımı bazılarınca “cebr-i mutavassıt” olarak isimlendirilmiş ve ciddi eleştirilere konu olmuştur. Fakat farklı zamanlarda da arz ettiğim gibi, onun bu konudaki yaklaşımının tam anlaşılabildiği kanaatinde değilim. Acaba o, insan iradesini izah ederken kullandığı “ıstıtaât maa’l-fiil” tabiriyle neyi kastediyordu? Onun bu yaklaşımının bir çeşit cebir olarak değerlendirilmesini de ifratkâr bir yaklaşım olarak görüyorum. Gerek İmam Eş’ari’nin gerekse onun fikirlerini ele alıp değerlendiren İmam Cüveynî, İmam Gazzâlî ve İzz b. Abdüsselâm gibi âlimlerin titizlikle seçip kullandıkları kelime ve kavramlarla neyi kastettiklerini bazen nüanslarıyla kavrayamadığımızdan onlar hakkında olumsuz hükümler verebiliyoruz. Ne yazık ki Eş’arî düşüncesinin eksik veya hatalı bir yorum olarak şöyle böyle cebirle ilişkilendirilmesi ve bu şekliyle medreselerimize ve ilim yuvalarımıza hâkim olması bize çok şey kaybettirmiştir.

     Maveraünnehir’de neşet eden İmam Maturidî Hazretleri ise fikrî tartışma ve sürtüşmelerin nispeten dışında kaldığı için muhtemelen daha salim düşünme imkânı bulmuş ve bu gibi konulara daha dengeli yaklaşmıştır. Bu yüzden Maturidi akidesinin İslâm âleminde yeniden ihya edilmesini çok önemli görüyorum.

     Bu iki Sünnî itikadi mezhep arasındaki detaya ait ihtilafları bir kenara bırakacak olursak işin özünde şunu diyebiliriz: Cenab-ı Hak şart-ı âdi planında insan iradesine değer veriyor. Bu yönüyle ona Zat-ı Ulûhiyet’in teveccüh ve meşietinin bir gölgesi nazarıyla bakılabilir. İradenin mahiyeti her ne olursa olsun, neticede insanın “dilemesi”, bir manada Cenab-ı Hakk’ın iradesinin tecellisine vesile oluyorsa o asla hafife alınamaz. Sanki siz iradenizle bir nokta koyuyorsunuz, Allah da o noktayı bir kitaba çeviriyor. Bizdeki irade, mahiyeti itibarıyla ne kadar küçük ve basit olursa olsun, hem davranışlarımızın ona bağlanması hem de ilahi iradenin teveccühüne vesile olması itibarıyla o çok önemlidir.

     Allah’ın insana bahşetmiş olduğu bu kabiliyet, aynı zamanda ona verdiği değerin bir ifadesidir. O (celle celâluh), her şeye kadirdir, her şeyin dizginleri O’nun yed-i kudretindedir. Bu yönüyle O, insan iradesini hiç hesaba katmayabilirdi. Ama âdet-i Sübhaniyesi bu şekilde cereyan etmiyor. Her ne kadar O’nun fiilleri, icraatları, lütufları insan iradesiyle kayıtlı değilse de O, âdet-i ilâhiyesi gereği, bize vereceği lütufların pek çoğunu bizim irademiz paralelinde gönderiyor. Biz bir şeyi niyet ediyoruz, sonra onu yapmaya azmediyoruz, O da hikmeti iktiza ederse onu yaratıyor. Bu sebeple iradenin yerini çok iyi belirlemeli; önce onun hakkını vermeli, arkasından da Allah’ın lütuflarını beklemeliyiz. Allah’ın değer verdiği bir şeyi görmezlikten gelemeyiz.

     İnsanın dilediği şeylerin meydana gelmesi, Cenab-ı Hakk’ın dilemesine bağlı olduğu için, geleceğe dair yapacağımız işleri ya da bir şeyin gerçekleşmesini beklediğimizi ifade ederken “inşaallah (Allah dilerse)” demek, yani O dilemeden hiçbir şeyin olmayacağını ikrar etmek çok önemlidir. Nitekim Kehf Sûresi’nde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun şahsında bütün mü’minlere hitaben şöyle buyrulur:

  وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَٰلِكَ غَدًا إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ  وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَىٰ أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَٰذَا رَشَدًا

     “Hiçbir konuda: Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, “Ben yarın mutlaka şöyle yapacağım” deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve ‘Umarım ki Rabbim, beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar.’ de.” (Kehf Sûresi, 18/23-24)

    Bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı üzere insan her işini mutlaka meşiet-i ilâhiyeye bağlamalıdır. Yapacağı her işin Allah’ın dilemesine bağlı olduğunu unutmamalıdır. Şayet kendi plan, proje ve stratejilerinin verâsında meşiet-i ilâhiyeyi mülahazaya almıyor, projelerinin tahakkuk etmesi için onun esas olduğunu hesaba katmıyorsa, olan her şeyin arkasında ilâhi iradeyi görmüyorsa o, hiç farkına varmadığı bir gizli şirke müptela demektir.

     İnsan, işin başında yapılması gerekenleri yapma konusunda kusur etmemelidir. Plan ve projelerini sağlam yapmalı, Allah’ın ona verdiği irade gücünü sonuna kadar kullanmalı, hedeflediği şeye ulaşma adına ne gerekiyorsa titizlikle yerine getirmelidir. Kendisine düşeni yaptıktan sonra ise Allah’a tevekkül etmeli, O’nun iradesinin tecelli etmesini, O’nun inayetini beklemelidir. O’nun izni ve inayeti olmaksızın hiçbir şey meydana gelemez. Esbap bizim nazarımıza ne kadar güçlü görünürse görünsün, neticeyi yaratanın Allah olduğunu bir lahza hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Tenasüb-ü İlliyet (Sebep-Sonuç İlişkisi)

     Elde edilen başarılara tenasüb-ü illiyet açısından bakılacak olursa, insanın ceht ve gayretleriyle, ortaya çıkan neticeler arasındaki münasebetin ne kadar zayıf olduğu görülecektir. Allah Teâlâ çok zaman, bizim damla mahiyetindeki gayretlerimizi denizlere çeviriyor.. bizim küçük çırpınışlarımızdan fırtınalar hâsıl ediyor.. bizim suya attığımız küçük bir taşın ortaya çıkardığı halkaları büyük dalgalara döndürüyor. Bizim cüz’i iradelerimizle ortaya koyduğumuz meyilleri, kudret ve iradesiyle şekillendiriyor.

     Kendi açımızdan, hedeflerimizi, ceht ve gayretlerimizle tahakkuk ettirmek bir yana, çoğu zaman bunun nasıl olduğuna aklımız bile ermiyor. İşin sonunda geriye dönüp baktığımızda, bütün azametiyle Cenab-ı Hakk’ın icraat-ı sübhaniyesini müşahede ediyoruz.

     Ciddi bir marifetullaha sahip olmadan bu konularda müstakim ve dengeli düşünceyi yakalayabilmek bir hayli zordur. Çokları sebeplere tesir-i hakiki verdikleri için farkına varmadan şirke giriyor. Bu açıdan ileriki yıllarda Hizmet hareketini değerlendiren sosyal tarihçilerin veya tarih felsefecilerinin de yapılan işleri şahıslara bağlamak suretiyle şirke girmesinden endişe ediyorum. Bu, ortaya konulan başarıları görmeme, sahnedeki aktörleri takdir etmeme demek değildir. Şahısları, güzelliklerin kaynağı olarak görmek veya göstermek yerine, Allah’ın lütuflarının kendilerine aksettiği birer ayna olarak görebilmek ve onlara buna göre değer vermektir.

     Allah yolunda hizmet için müesseseler açılmış, büyük organizasyonlara imza atılmış, insanlığa hayırlı olacak projeler ortaya konmuş olabilir. Yapılan herhangi bir işte, ortaya konan herhangi bir başarıda, biz meseleye sevk-i ilahi açısından bakar, Allah’ın belli şahısları belli istikamette istihdam etmesi olarak değerlendiririz. Ortaya çıkan güzellikleri falanın filanın karihasına vermez, birilerinin ceht ve gayretlerine bağlamayız. İnsanlara güç ve kabiliyetlerinin üstünde işler, kamet ü kıymetlerini aşkın sıfatlar izafe etmeyiz. Cenab-ı Hak, nezd-i ulûhiyetteki kadr u kıymetine rağmen Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahi,

إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء

     Gerçek şu ki sen, istediğini hidayete erdiremezsin. Dilediğini hidayete erdirecek olan, Allah’tır.” (Kasas Sûresi, 28/56)

       buyuruyorsa, bize bu konularda konuşurken çok çok dikkatli olmak düşer.

     Söz buraya gelmişken yaşadığım bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Üç üniversite hocası ziyarete gelmişlerdi. İçlerinden biri, Hizmet gönüllülerinin dünyanın farklı ülkelerinde yapmış oldukları güzel işlerden bahsederek bunların nasıl olduğunu sordu. Asıl demek istediği şey şuydu: Nasıl oluyor da sınırlı imkânlara sahip sıradan insanlar, pek çok devletin başaramayacağı bu kadar büyük işler başarıyorlar? O, yapılan hizmetlerin arkasında görünen şahıslarla ortaya çıkan neticeler arasında doğrudan bir bağ kurmakta zorlanıyor ve yaşadığı şaşkınlığı ifade ediyordu. Kim bilir belki de işin arkasında görünmeyen “farklı beyinler”, “gizli eller”, “süper güçler” olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ben tek kelimeyle “sevk-i ilâhî” cevabını verdim. Fakat tatmin olmuşa, merakı dinmişe benzemiyordu. Hatta belki de şaşkınlığı biraz daha artmıştı. Çünkü farklı düşünce dünyasına sahipti, belki sevk-i ilahi terkibinin ne anlam ifade ettiğini, bununla neyi kastettiğimizi de tam olarak bilmiyordu.

     Biz, sevk-i ilâhî ifadesinden Allah’ın bizleri bir yola yönlendirmesini, O’nun tevcihiyle girdiğimiz yolda ilerlerken başımızdan aşağıya sağanak sağanak lütuflar yağdırması hakikatini anlıyoruz. Meseleye bu zaviyeden ve derince bakamazsanız, itikadî açıdan bir kısım inhiraflara düşmeniz kaçınılmazdır. Şahıslara kendi güçlerinin üzerinde güç isnat eder, semaya doğru dal budak salmış kocaman bir çınar ağacının mevcudiyetini küçücük bir tohuma bağlar, Allah’ın meşiet, inayet ve lütuflarını görmezden gelirsiniz.

     Sözün özü, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sabah-akşam okunmasını tavsiye ettiği şu dualarında gizlidir:

سُبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ، مَا شَاءَ اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ، أَعْلَمُ أَنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا

     “Allah’ı her türlü eksikten kusurdan tenzih eder, O’na hamd ederim. Her türlü güç O’nundur, O’nunla gelir. O’nun olmasını dilediği olur, olmamasını dilediği de olmaz. Bilirim ki Allah her şeye kadirdir ve ilmi her şeyi ihata etmiştir.”(Suyûtî, el-Câmiu’s-sagîr, hadis no: 8551)