Soru: Ruhbanlık ne demektir? “İslam’da ruhbaniyet yoktur” hadis-i şerifinden maksat nedir?
Cevap: Uzlet yolunu seçerek insanlardan uzaklaşan, dünyevî zevklere karşı adeta ölüm orucuna niyetlenerek kendini bütünüyle ibadete adayan ve bu şekilde ruha kendi gücünü kazandıracağına inanan kimselere “ruhban” denilegelmiştir. Genel olarak, “ruhbanlık” dünyadan tamamıyla el etek çekerek, evlenme, ev-bark edinme gibi nimetlerden vazgeçerek ve hatta meşrû lezzetleri de topyekün terkederek bütün ömrü inziva ve ibadet üzere geçirmek şeklinde tarif edilmiştir. Ne var ki, bazı dinlerde ya da din görünümlü organizasyonlarda, ruhbaniyetin çok yanlış yorumlanması, ruhban sınıfının zamanla imtiyazlı bir konum kazanması ve bunların kendilerini Yaratıcı’nın vekili gibi görmeleri, dolayısıyla kendilerinin rehberliği olmadan günlük ibadetlerin bile yerine getirilemeyeceğine halkı inandırmaları ve böylece bir manada Ma’bud ile kul arasına girmeleri de ruhbaniyet mevzuu içerisinde ele alınıp incelenmelidir.
Akîde ve Diyanet Açısından Ruhbanlık
Bilhassa Hristiyanlıkta, -bazı istisnâî ekollerin mevcudiyeti mahfuz- hem din ve akîde açısından, hem de ibadet ve diyanet zaviyesinden ruhbanlık söz konusudur: Akîde yönüyle ruhbaniyet; ruhban sınıfına dahil kimselerin Yaratıcı’nın yeryüzündeki temsilcileri olarak görülmeleri ve hususiyle belli seviyedeki din adamlarının sözlerinin ilahî beyan gibi kabul edilmesidir.
Onların inançlarına göre; Hazreti Mesih, zenb-i aslî sebebiyle doğuştan günahkar olan insanlığın kurtuluşu için gönderilmiş ve bu uğurda kurban olmak suretiyle kendisine inananların temizlenmelerini sağlamıştır. Çarmıha gerilmesi, onun bu fedakârlığına hakkıyla inanan ve gönlünü ona veren insanların günahlarına keffaret olmuştur. Bunu böyle kabul etmek tek kurtuluş vesilesidir. Hazreti İsa’dan sonra ise, âbâ-i kenâise (kilise babaları) diye de anılan ruhban sınıfının seçkin üyeleri onun yerini almışlardır. Bir ölçüde, onların sözleri de vahiy gibi kabul edilir hale gelmiştir. Vaftiz etme ve günah çıkarttırma, hatta bazı fiilleri helal ya da haram sayma yetkileri onlara geçmiştir.
Bir yönüyle, temelde Zât-ı ulûhiyete dair bazı hususiyetler önce Hazreti Mesih’e isnat edilmiş; daha sonra da Seyyidina Mesih’e ait görülen bir kısım özellikler, onun temsilcileri olarak kabul edilen âbâ-i kenâiseye yakıştırılmıştır. Neticede, bir insanın, Yaratıcı ile münasebete geçmesi için mutlaka bir vasıtaya muhtaç olduğu; bir din adamının aracılığına başvurmadan Rabb’e ulaşamayacağı, günahlarından sıyrılamayacağı ve Cennet’e giremeyeceği inancı gelişip yaygınlaşmıştır. Bir manada, helal ve haramın sınırlarını tesbit yetkisini kendinde gören ve Cennet’in anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zanneden kimseler nefislerini ilâh ve rab yerine koymuş; onların kendilerine biçtikleri bu konumu tanıyıp kabul edenler de ruhban sınıfından olanları adeta rab edinmişlerdir.
Diyanet yönüyle ruhbaniyet ise, dinin doğrudan doğruya bir kısım ruhanî insanlar tarafından temsil edilmesi; günah çıkarttırma, vaftiz ve aforoz etme gibi işlerin mutlaka kendilerini rububiyet ve ulûhiyet esrarını keşfe adamış, Rabbi tanıyıp tanıtmayı esas maksat yapmış âlim ve muallim rabbanîler tarafından yapılmasıdır. Onlarla olmadıktan sonra bir insan başını yere koyamaz, bir yerde içini Allah’a dökemez ve bir ibadeti yerine getiremez. Dinî ayin ve merasimler, ancak belli bir sınıfın idaresinde ve yine onlar tarafından belirlenen bir formatla yapılabilir. Çünkü, ruhbanlar Yaratıcı ile kullar arasında köprüdürler; onlar, ulûhiyet esrarına açık önemli temsilciler ve vasıtalardır; dolayısıyla, onların olmadığı yerde Rabb’in teveccühü de olmaz.
Fıtratın Ruhbaniyetten İntikamı
Umumi manadaki akîde ve diyanet açısından ruhbanlığın yanı sıra, bir de onun daha çok bilinen üçüncü çeşidi vardır ki, aslında bu tür ruhbanlık insanların ferdî hayatları ile alâkalıdır; fakat, bu telakki de zamanla müesseseleşmiş ve Hristiyanlık gibi bazı dinler ile bir kısım dine benzer sistemlerin genel anlayışı olarak zuhur etmiştir. Bazı din müntesipleri, iyice yaygınlaşan dünya hırsı, şehvet ve kötü ahlâka karşı aşırı tepki göstererek, özellikle üçüncü asırdan itibaren bekâr kalmayı, yoksulluğu ve zühdü ideal haline getirmişlerdir. Dünyaperestliğe o kadar şiddetle karşılık vermişlerdir ki, çok küçük bir dünyalığa sahip olmayı dahi ahlâksızlık gibi bir günah kabul etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak, uzlet ve riyazet yolunu katı bir ruhbaniyete dönüştürerek bir çıkmaz sokak haline getiren kimseleri şöyle anlatmaktadır: “Sonra bunların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Özellikle Meryem’in oğlu ÃŽsâ’yı arkalarından gönderdik, kendisine İncîl’i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Uydurdukları ruhbanlığı ise Biz kendilerine farz kılmadık, lâkin Allah’ın rızasına nail olmak için kendileri icad ettiler. Kaldı ki ona gereği gibi de riâyet etmediler. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik, onların çoğu ise büsbütün yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd, 57/27)
Kısaca mealini verdiğim bu âyete göre, aslında ruhbaniyet Hazreti ÃŽsâ’nın dininde de farz değildir. Ne var ki, Hristiyanlığın bazı müntesipleri bu mevzuda iki kez yanlışlık yapmışlardır. Önce, Allah’ın emretmediği bir şeyi nefislerine vacip kılmışlar; sonra, Yüce Yaratıcı’nın rızasını kazanma niyetiyle çıktıkları yolda fıtrata ters düştüklerinden dolayı, nefislerine vacip kıldıkları o şeyin hakkını da verememişlerdir.
Dahası, Cenâb-ı Hakk’ın vazettiği dinin özündeki dengeden uzaklaşma ve fıtrat kanunlarını gözetmeme neticesinde ifratlar tefritleri takip etmiş ve çeşit çeşit ruhbanlık anlayışları başgöstermiştir: Değişik çilelerle insan vücuduna eziyet vermekten Rabb’i sevmeye aykırı bularak vücut temizliğini ruhun cenabeti saymaya, evlilikten kaçınmayı ve bir köşeye çekilmeyi en güzel ahlâkî değer şeklinde yorumlamaktan aile fertleri arasındaki muhabbet ve hürmete dayanan her türlü münasebetin yasaklanmasıyla Hakk’ın rızasının kazanılacağına inanmaya kadar farklı farklı ruhbaniyet telakkileri ve ekolleri gelişip yayılmıştır.
Neticede, bütün bu ruhbanlık çeşitlerinde öz itibarıyla fıtrata karşı savaş açıldığından dolayı çok büyük hezimetler görülmüştür. Çünkü, fıtrat, her zaman kendisine karşı savaş açanlardan intikamını almıştır/almaktadır. Ruhbanlık adı altında ölçüsüzlüklere girilince, helaller haram, haramlar da değişik yorumlarla helal sayılınca, sadece bazı kimseler için sübjektif olarak ve muvakkat bir surette kabul edilebilecek bir kısım çile ve riyazetler objektif kaidelermiş gibi herkese ve uzun süreli olarak teklif edilince ve böylece insan tabiatında bir deformasyona gidilince, fıtratın intikamı öyle şiddetli olmuştur ki, dünyevîliğe, şehvete ve ihtirasa en fazla gömülenler, ruhbaniyet iddiasında bulunanlar ve onların soylarından gelenler arasından çıkmıştır.
Evet, zikredilen ayet-i kerimede de vurgulandığı üzere; ruhbaniyeti ihdas eden din adamları, ruha kendi gücünü kazandırma niyetiyle de olsa, Cenâb-ı Hakk’ın emretmediği bir kısım kurallar uydurmak suretiyle sonu hüsran olan bir yola girmiş ve fıtrata yenik düşmüşlerdir. Çünkü, dinin temelindeki denge prensibini ihmal etmiş, tabiîlikten çıkarak hayatı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Dahası, kendi belirledikleri usullere de riayet edememiş ve dalâlete sürüklenmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’a Vasıtasız Teveccüh
İşte, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “İslamiyet’te ruhbaniyet yoktur” diyerek, hem akîde, hem diyanet ve hem de zühd anlayışı açısından ölçüsüzlüğü, dengesizliği, fıtratla zıtlaşmayı ve haddi aşmayı reddetmiştir.
İslam dininde, din adamları sınıfının hakimiyeti, vasıta oluşu ve mutlak rehberliği bir yana, böyle imtiyazlı bir sınıftan bahsetmek bile mümkün değildir. Hatta “din adamı” tabiri dahi bir yönüyle yanlış bir ifadedir. Çünkü, her Müslüman Rabbi ile doğrudan münasebet halindedir; herkes Kur’an ve Sünnet’in bizzat muhatabıdır. Din hizmeti ve vazifesi tek tek her mü’minin omuzuna yüklenmiştir. Namazda imamet gibi, ibadetlere müteallik bir rehberlik söz konusu olduğunda illa din hizmetini meslek olarak seçmiş, bir makam tarafından tayin edilmiş ve ücreti ödenmiş bir insan bulmak şart değildir. Dine ait vazifelerin eda edilmesi esnasında, dinî bilgisi yeterli olan herkes imamlık yapabilir. Ayrıca, bir mü’minin, ibadetlerini yerine getirmesi, dua etmesi ve mağfiret dilemesi için hiçbir aracı kurum ya da kişiye ihtiyacı yoktur. İslam’da bütün yeryüzü bir mescittir ve her müslüman dilediği her yerde ve her zaman ibadet edebilir. Günün her saatinde, her hal ve şartta Rabb-i Rahim’e ellerini açıp matlubunu O’ndan isteyebilir. Din-i Mübin’de bir hocanın ya da mürşidin günahları bağışlaması da asla mevzubahis değildir; Cenâb-ı Hak’tan başka hiç kimse dilediğini affedemez ve istediğine Cennet’te yer gösteremez.
Bir müslüman, tepeden tırnağa günahla kirlense de, hiç kimsenin görmediği bir yerde ciddi bir nedamet içinde, yüreği hoplayarak ve gözleri yaşararak içini Allah’a döktüğü an arınmış olabilir. Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilenmek için onun ille de bir aracı bulmasına lüzum yoktur. Hatta, insanlar arasında günahlarını sayıp dökmesi ve başkalarını masiyetlerine şahit tutması ayrı bir cürümdür.
Belki farklı farklı uygulamaları vardır ve herkesi aynı kategoride mütalaa etmek doğru değildir; fakat, geçen gün televizyonda görmüştüm. Bir adam, insanî onurunu ayaklar altına alarak ve rezil rüsvâ olarak telefonda bir rahibe günahlarını anlatıyor, bağışlanma diliyor ve günah çıkarma merasimi için yaptığı hayırların kabul edilip edilmediğini soruyordu. Telefonun öbür tarafındaki kendini peygamber zanneden zavallı, üç-dört saniye kadar gözlerini kapadı, anında arş-ı Rahman ile münasebete geçmiş gibi yaptı ve “Affedildin, yaptıkların makbul sayıldı!..” deyiverdi.
Zannediyorum, bu onların kültüründen ve ruhbaniyetin yanlış yorumundan kaynaklanıyor. Dinimizde asla böyle bir şey yoktur. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın Rasûlü olduğu halde bazen kendisine yöneltilen bir sorunun cevabını öğrenebilmek ya da bir müşkili halledebilmek için günlerce vahiy beklemiştir. Mesela, İfk hadisesinde hem kendisi, hem Hazreti Aişe validemiz ve hem de Ebu Bekir, Ümmü Ruman, Hazreti Esma gibi insanlık âleminin yüz akları elli gün ilahî hükmü intizar etmiş ve ızdırap çekmişlerdir. Keza, ruh ile alâkalı sorular sorulup ruhun mahiyetinden haber vermesi istendiğinde de Rasûl-ü Ekrem Efendimiz günlerce vahiy beklemiştir. Zira, vahy-i ilahî herhangi bir insanın keyfine, hevasına ve hevesine bağlı olarak cereyan etmemektedir. Ötelerle irtibat mevzuunda, ihtiyaç anında hemen bir düğmeye basma ve merak edilen mesele hakkında malumat sahibi olma söz konusu değildir. Peygamberin bile Cenâb-ı Hakk’ın tavzih edici beyanını bazen uzun süre beklemesi ve sonunda ona göre bir cevap vermesi gerekmektedir.
Hele mağfiret talebi ve günahların bağışlanması meselesinde Allah ile kul arasına kimse giremez. Herkes Cenâb-ı Hakk’a bizzat teveccüh eder ve O’ndan yarlığanma diler. Bir dönemde, ilahî mesajı getirme ve dini kemale erdirme adına Nebiler Serveri elçilik yapmıştır, başımızın tacı o Rasûl’e canlarımız kurban olsun; fakat, Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra risâlet vazifesi de sona ermiştir. Artık, o türlü bir elçilikten bahsetmek de mümkün değildir. Hatta velilerin ilhamları, varidatları ve mevhibeleri de objektif ve herkesi bağlayıcı kabul edilemez; şayet onlar dinin muhkematına uygunsa, o şahısların kendileri tarafından değerlendirilebilir ama diğer insanları bağlamaz. Evet, Abdülkadir Geylanî, Muhammed Bahauddin Nahşibend, Hasan Şazilî, Ahmet Bedevî ve Ahmet Rıfaî hazretleri gibi en büyük veliler dahi, “Cenâb-ı Hak’tan bana şu geldi!” deseler, bir kısım ilhamlardan ve mevhibelerden bahsetseler, yine de bu türlü sözlerin bağlayıcılık keyfiyetleri yoktur. Bunlar, muhkemâta muvafık düşmeleri şartıyla, sübjektif bazı işaretler olarak algılanabilir; lâkin sadece o zatlar kendi adlarına o varidâtla amel edebilirler.
Ruhban Sınıfı ve İslam Âlimleri
İslam dininin başlıca kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. İslam âlimleri ancak bunları esas alarak bazı sınırlı konularda ictihad yapabilirler; fakat, kat’iyen kendi re’yleri istikametinde dîne ilâvelerde bulunamazlar. İslâm’da olmayan bir hususu dine sokmak ve kendinden bir hüküm koymak bir yönüyle Rububiyet iddia etmek sayılmıştır. Bu itibarla, ulema ile ruhban arasında bir ayniyetten bahsedilemez.
Aslında, âlim olmak da izafîdir. Bir yönüyle, Emsile, Bina, Maksut ve İzhar okumuş bir insan âlim olarak görülebilir. Onların üstünde bir nahiv bilgisine sahip olan kimse ondan daha âlim kabul edilir. Belagât ilimlerini bitirmiş bir insan biraz daha büyük âlim addedilir. Sonra Hadis, Tefsir, Fıkıh, Usul-ü fıkıh, Usul-ü hadis ve Usul-ü tefsir tahsil etmiş bir ilim adamı oldukça büyük bir âlim sayılır. Onun da ötesinde, Kur’an-ı Kerîm başta olmak üzere Rasûlullah’ın hadîslerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslâmî ilimlerden gerektiği şekilde haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine sahip olan, dinî metinleri ve meseleleri mukayese seviyesine ulaşmış bulunan fikir mimarı ise gerçek manasıyla “âlim”dir; âlim kelimesinin çoğulu da “ulema” olarak gelir. Ulemanın vazifesi, dini bilmeyen insanlara İslam’ın esaslarını öğretmek, belli meselelerle alâkalı verilmiş fetvaları onlara intikal ettirmek, Kur’an ve Sünnet’e dayalı hükümleri ve öteden beri fukahanın ictihadlarına bağlı ahkamı bildirmek, müphem ve muğlâk mevzuları açıklayarak halkı aydınlatmak ve bir ilmihal çerçevesinde de olsa onları bilgilendirmektir.
Müslümanlıkta işte bu manada bir ulema zümresi vardır ama onları ruhban sınıfındakilere benzetmek doğru değildir. Fakat, onlardan bazıları esas vazife ve sorumluluk alanları ile alâkalı şeyleri bırakarak, bir kısım âbâ-i kenâisenin yaptıkları gibi, -hafizanallah- insanların günahlarının affedilmesi mevzuunda da vasıta olmaya kalkarlarsa ve “Bize dayandırılmayan, bizim arkamızda olmayan ve ortaya koyduğumuz formatlara göre gerçekleştirilmeyen hiçbir amel kabul olmaz!” derlerse, böyle kimseler de ruhban sınıfına dahildirler, onlar ulema olmaktan çıkarlar. Şu kadar var ki, bazı bâtıl mezheplerin sapık müntesipleri istisna edilirse, İslam dünyasında bu türlü fikir inhiraflarına düşen kimse olmamıştır denilebilir.
Rehber-i Ekmel’in Objektif Yolu
Diğer taraftan; Cenâb-ı Hakk’ın tayin ve takdir buyurduğu mübahlarda bile nefse karşı müsamahasız davranarak, dinin emirlerini arızasız, eksiksiz ve kusursuz şekilde yaşamak bazı âlihimmet insanlar için bir hedef olabilir. Ne var ki, hususiyle umum insanlık söz konusu olduğunda dini yaşanmaz hâle getirmemek lazımdır. “Bu din kolaylık üzere vazedilmiştir. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; galibiyet dinde kalır” mealindeki hadis-i şerifi hatırlatarak her fırsatta vurgulamaya çalıştığımız gibi, din kolaylık üzerine müessestir. Onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran kendi aleyhine bir iş yapmış olur ve yenik düşer.
Nitekim bir sahabînin “Ben bütün gece boyunca namaz kılacağım!”, başka birinin “Ben her gün oruç tutacağım!” ve bir diğerinin “Ben hiç evlenmeyeceğim!” dediğini işiten Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim. Bununla beraber, ben ubudiyete ait vazifelerimi yerine getiriyorum ama hanımlarımın hukukunu da gözetiyorum. Gece ibadetimi yapıyorum fakat istirahat de ediyorum. Bazı günler oruç tutuyor, diğer günleri ise oruçsuz geçiriyorum. Bu, benim yolumdur. Kim benim yolumdan yüz çevirirse, o benden değildir” demiş ve getirdiği dinde ruhbanlık anlayışındaki gibi fıtrata ters bir zühd telakkisinin olmadığını beyan buyurmuştur.
Ayrıca, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, ümmetini evliliğe teşvik etmiş; mesela, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Çünkü, ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” demiştir. İnsanlığın İftihar Tablosu, seyyidü’l-ma’sûmîndir, günahın semtine bile uğramayan bir iffet abidesidir. Aslında O’nun izdivaca hiç ihtiyacı olmamıştır; fakat, İki Cihân Serveri fıtrata uygun bir sünnet vazetmiş; o sünneti kendisi de uygulamış ve onun tatbik edilebilir bir sistem olduğunu ümmetine göstermiştir. O, en mükemmel rehber olduğundan objektif esaslar ortaya koymuştur. Bizim için örnek alınacak ve yoluna uyulacak yegâne insan da O’dur. Dolayısıyla, İslam’da dünyadan tamamıyla el etek çekerek hiç evlenmeme ve çoluk-çocuğa karışmama şeklinde bir ruhbaniyet de yoktur. Evlilik konusunda tabii ve esas olan, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in sünnetine iktida etmektir. Normal şartlarda her Müslüman yuva kurmalı, çocuk sahibi olmalı; Peygamber sevgisiyle dolu bir neslin yetişmesini, devamını ve çoğalmasını temin etmelidir.
Şu kadar var ki, Hazreti Üstad gibi bazı fedakâr ruhlar, “İslâmiyette ruhbaniyet yoktur” hadis-i şerifinin mücerred yaşamayı, dünyayı kalben terk etmeyi, muvakkat inzivaları ve celvete hazırlık halvetlerini yasaklamadığı; belki “İnsanların en hayırlısı onlara en faydalı olandır.” hadîsi sırrınca insanlığa hizmet etmek için halkın arasına karışmak gerektiğini nazara verdiği kanaatindedirler. Zira, selef-i sâlihînden binlerce ehl-i hakikat muvakkaten inzivaya çekilmişler ve dünyanın fâni güzelliklerinden istiğna ve tecerrüt etmişlerdir, tâ ki, hayat-ı ebediyelerine tam hizmet etsinler.
Nitekim Asrın Çilekeşi, “İzdivacı hiç düşünmediniz mi?” diye soranlara “Âlem-i İslâm’ın dertlerini düşünmek kendimi düşünmeme fırsat vermedi; Ümmet-i Muhammed’in derdi bana onu unutturdu!” demiştir. İslam tarihinde, Cenâb-ı Hakk’ın ekstra lütuflarıyla serfiraz böyle kâmet-i bâlâlar da mevcuttur. Hatta, bu iffet âbideleriyle alâkalı, ilmi ve davayı izdivaca tercih eden ve hayatları boyunca hiç evlenmeyen âlimler manasına gelen “el-Ulemaü’l-Uzzâb” unvanıyla kitaplar yazılmıştır.
Ezcümle, İmam Nevevî dünyayı elinin tersiyle itmiş, hatta yeme-içme için yaratılmadığını düşünerek ve sofra başındaki vaktini dahi zâyi sayarak ömrünün büyük bir bölümünde günde sadece bir bardak süt ile iktifa etmiş; hayatını ilme ve dinin neşrine adamış ve her gün bir kısım hakikatleri kaleme alarak bir ömre raflar dolusu kitap sığdırmıştır.
Bu mefkure kahramanları, kendileri hesabına bir tane bile civcive sahip olmamışlardır; fakat, ümmet-i Muhammed adına pek çok civciv çıkarmışlardır. Onlar, i’lâ-yı kelimetullahtan başka hiçbir emel beslememiş ve varlıklarını sadece bu sevdaya vakfetmişlerdir. Bu arada, kendi hususî hallerini bir esas ittihaz etmemiş, herkesi bağlayan bir nümune şeklinde âleme sunmamış; bilakis, başkalarının nazarlarını dinin objektif disiplinlerine çevirmiş, talebelerini kendileri evlendirmiş ve onların yurt-yuva kurmalarına yardımcı olmuşlardır. Kanaatimce, şahsî haz ve lezzetleri adına hiçbir mülahazası olmayan, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin her yanda duyulması için maddî-manevî nimetlerden fedakarlıkta bulunan bu kahramanlar mutlaka takdirle anılmalıdır. Ne var ki, onların özel durumları, objektif kural olarak kabul edilmemeli ve herkese uygulanmamalıdır. İradenin hakkını verebilen o dava adamlarının hallerinin sübjektif olduğu nazar-ı itibara alınmalı ve meseleye dinin ruhundaki denge zaviyesinden yaklaşılmalıdır.
Gecelerin Ruhbanı, Gündüzlerin Fürsanı
Bu mevzuda son olarak, “Hak erleri geceleri ruhban, gündüzleri fürsan gibi olmalılar!” sözüne değinmek istiyorum: Lügat itibarıyla, ruhbaniyetin bir manası da, akıbet endişesiyle ve havf duygusuyla toplumdan uzaklaşmak, nefsi ıslah maksadıyla ormanlara, dağlara çekilmek ve sabah-akşam ibadet ü taatle meşgul olmaktır.
İslam tarihinde de, bazı dönemlerde, içtimaî hayattaki çalkantılar ve özden uzaklaşmalar sebebiyle genel atmosfer insanların kalbî ve ruhî terakkileri için namüsait bir hal almıştır. Umum insanların aşırı serâzad, pek lâubâli ve çok çakırkeyf bir hayat tarzına alıştıkları böyle dönemlerde, gönülleri Allah’a yönlendirebilmek için uzlet ve halvet ihtiyacı hasıl olmuştur. Dolayısıyla, dünden bugüne benzer şartlar altında bazı mürşitler çıraklarını uzlete çağırmışlar, onlara halveti işaret etmişler ve hatta belli kaideler çerçevesinde Halvetiye mesleğini başlatıp geliştirmişlerdir.
Keza, hayatının bazı dönemlerinde Hazreti Üstad’ın da benzer mülahazaları olmuştur. Fakat, o mahviyet insanı, bu düşüncenin bile hakkında şefkat tokadına sebebiyet verdiğine inanmış ve bu kanaatini, “Vakta ki, neme lâzım dedim, kendi nefsimi düşündüm, âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim, o vakit sebepsiz beni aldılar, nefyettiler; Burdur’a getirildim.” sözüyle seslendirmiştir. Cenâb-ı Hak, adeta hadiselerin diliyle ona “Sen bir köşeye çekilmek için ilim tahsil etmedin, sadece kendi ahiretini kurtarmak için onca badireden geçirilmedin!” demiş ve sürgün gibi zâhiren çirkin bir hadise vesilesiyle misyonunu eda etme imkanı vermiştir.
Evet, özellikle nübüvvet mesleğinin vârisleri için halktan tecerrüd ve uzlet asla söz konusu değildir. Onlar için makbul halvet, kesrette vahdeti yakalamak, halk içinde Hak ile beraber olmak; Mevlânâ’nın ifadesiyle, bir pergel gibi, ayağının birini lâhût ufkuna perçinleyip diğeriyle insanlık âleminde seyahat etmektir. Zira, halvetten murâd, kalb hânesini ağyârdan temizleyip Yâr ile hemdem bulunmak olduğuna göre, halk içinde ve kesretin en uç noktalarında dahi sürekli tevhidi kollayan gönüller hep halvette sayılırlar. Buna mukabil, bütün ömrünü uzlette geçirdiği halde, kalbini ağyârdan temizleyememiş ve içinden mâsivâyı söküp atamamış kimsenin halveti bir aldanmışlıktır ve beyhûdedir.
Bu itibarla, İslâm’da asıl olan insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla kaynaşmaktır; halktan kaçmak değil, cemaatin bir ferdi olarak yaşamaktır. Nitekim, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İnsanların arasına karışan, onların eza ve cefalarına katlanan mü’min, halktan uzak duran ve onların eziyetlerinden emin olmaya çalışan mü’minden daha faziletlidir.”
Bu açıdan, samimi bir dava erinin uzleti, onun kalbî, rûhî, hissî ve şuurî tezkiyeye ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti sayılır. Bu gayretin zamanı da bilhassa gecelerdir. Binaenaleyh, mefkure kahramanları, gece boyunca tam birer rabbanîdirler; herkesin derin uykuya daldığı demlerde onlar kendilerini ibadet ü taate verirler, mukaddes ızdırapla ağlar dururlar, aşk u iştiyakla Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarırlar. Gündüz ise, cihad meydanındaki bir yiğit süvari misillü heyecanla kıpır kıpırdırlar; yerlerinde sessiz sakin kalamazlar, irşad adına yapılması gerekenleri yerine getirmek için sürekli şevkle koşarlar.
Aslında, Söz Sultanı’nın “Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda mücahededir.” beyanı da bu ufka işaret etmektedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) ruhen ve manen yükselişi dünyayı kesben terketmekle değil, i’lâ-yı kelimetullah ile mümkündür. Dolayısıyla, mü’minlerin, zamanın fitnelerinden korkarak ormanlara, dağlara ve mağaralara çekilmek yerine, uygun bir üslup kullanarak iyiliği emredip kötülükten sakındırmak suretiyle fitne ve fesadı ortadan kaldırmaya çalışmaları gerekmektedir.