Nuranî Kardeşlik Bağları

Nuranî Kardeşlik Bağları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hutbe-i Şamiye’de terakkimize mâni olan hastalıklar sayılırken, “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmeme”nin de önemli bir sebep olduğu zikrediliyor. Müminleri birbirine bağlayan nuranî rabıtalar nelerdir, izah eder misiniz? 

Cevap: Bediüzzaman Hazretleri, Şam’da Hutbe-i Şamiye’yi verdiği dönemde İslâm âlemi, tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı ölçüde felaketlerle karşı karşıya bulunuyordu. İşte böyle bir ortamda Hazreti Üstad, yıllardan beri dura dura âdeta paslanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş, bütün nöronları körelmiş, harekete geçme imkân ve kabiliyetleri kalmamış insanları bir kere daha maddî mânevî bütün havâss-ı zahire ve bâtıneleriyle harekete geçirme yollarını araştırmıştır. Chopin’in cenaze marşı gibi marşlarla, ümit kırıcı sözlerle insanlara ölüm havası telkin etmek yerine o, bizim mehterlerimiz gibi gürül gürül, “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır.” ifadeleriyle, ölmüş iradeler için ümit kaynağı olmaya çalışmıştır. Zannediyorum, tan yeri ağarırken ümit adına bazı hususları mırıldanmak mârifetsizlik olmasa da çok büyük bir marifet değildir; asıl marifet, yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde iradelere fer verecek bu sözleri söyleyebilmektir. 

İlâhî İsimler Sayısınca Uhuvvet Rabıtaları

Evet, Hazreti Üstad yaklaşık bir asır önce Şam’ın Emeviye Camii’nde verdiği bu hutbede, öncelikle ilerleyip yükselmemize mâni olan hastalıkların teşhisinde bulunmuş; sonra da, âlem-i İslâm’ın yeniden dirilmesi adına gerekli olan reçeteleri sunmuştur. İşte onun teşhis ettiği en önemli hastalıklardan biri ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaların bilinmemesi; tedavi adına ortaya koyduğu reçete de meşveret ruhuyla vifak ve ittifak anlayışının yeniden diriltilmesidir. Esasında Hz. Pîr, Hutbe-i Şamiye’de icmalen ifade ettiği bu hususu, daha sonra Lâhikalarda, İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri’nde tafsil etmiştir. Mesela o, Uhuvvet Risalesi’nde, Müslümanlar arasında esmâ-i ilâhiye adedince vahdet alâkaları, ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri bulunduğunu belirttikten sonra, Allah, Peygamber, din, kıble, vatan gibi diğer birlik rabıtalarından bazılarını saymış ve bunların ona, yüze, bine kadar sayılabileceğini ifade etmek suretiyle de meselenin azamet ve önemine dikkat çekmiştir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde imanın altmış veya yetmiş küsur şubesi olduğunu ifade etmiştir. (Bkz.: Müslim, îmân 57) Bu beyanı çokluktan kinaye olarak da anlayabiliriz. İşte bu şubelerden her birisi bizi birbirimize bağlayan kopmaz birer bağdır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu hakikatlerin her biri bizi birbirimize bağlayan çok güçlü rabıtalardır.  

Diğer taraftan mesele bir millet çapında ele alındığı zaman da, müşterek pek çok bağın olduğu görülecektir. Zira aynı vatanı ve aynı toprakları paylaşmamız münasebetiyle uzun zaman beraber yaşamışız. Bu itibarla aynı kaderin, aynı kültürün, aynı terbiyenin çocuklarıyız. Bu aynılıklar içinde mazlumiyette, mağduriyette ve mahkûmiyette ortak olmuşuz. Bu sebepledir ki Hz. Pîr, bu kadar vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektiren ortak paydalar olduğu hâlde, şikak, nifak, kin ve düşmanlığa sebebiyet verecek tavır ve davranışlar sergilemenin büyük bir zulüm olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Kendi Doğrularından Vazgeçebilme İradesi

Ehl-i iman arasındaki bu nuranî bağların zedelenmeden mevcudiyetini devam ettirebilmesi, her bir ferdin, yeri geldiğinde, kendi doğrularından, kendi içtihat ve tercihlerinden vazgeçebilmesine; ortak bir noktada buluşabilme adına kendine rağmen yaşamasına bağlıdır. Bu hususu yine Hz. Pîr’in yaklaşımıyla ifade edecek olursak, bir meselede hasende ittifak sağlanabiliyorsa, ahsende ihtilâfa düşülmemelidir. Farklı bir tabirle, şayet “daha güzel”in peşinde olmak bizi birbirimize düşürecekse, işte orada sükût etmek ve ”güzel”le yetinmek gerekir. Bu açıdan bence, sıradan bir güzellik etrafında birlik ve beraberlik tesis edilebiliyorsa, “daha güzel”, “daha daha güzel” demek suretiyle kardeşler arasında ayrışmaya gidilmemeli, ihtilaf ve iftirak vesileleri ortaya atılmamalıdır. Zira Cenâb-ı Hak tevfikat-ı sübhaniyesini vifak ve ittifaka bağlı olarak gönderdiğine göre, kendisinde ittifak edilen bir şey zahiren “hasen” bile olsa, gerçekte o, en güzellerden daha güzeldir. İşte bu sebepledir ki, eften püften bir kısım meseleleri ayrıştırıcı unsur olarak kullanmaktan kaçınmak kardeşlik ruhunun korunması adına son derece ehemmiyet arz etmektedir. Evet, gerekirse insan başkalarının hissiyatını hesaba katarak kendi içtihat ve istinbatlarından vazgeçmesini bilmeli ve böylece teferruata ait bir kısım mülahazaların ihtilaf vesilesi yapılmasına fırsat vermemelidir.

Mesela namazı hakikatine uygun bir şekilde eda etmek çok önemlidir. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin namaz piridir…” Namazın hakikati, insanın kendinden sıyrılması ve miraç yapıyor gibi kendisini Cenâb-ı Hakk’ın karşısında hissetmesi demektir. İnsan, irfan ufkunun açıklığı ölçüsünde daha niyet ederken kalbini bütün masivadan temizlemeli, gözü başka hiçbir şey görmez olmalı, sonra da farklı bir buutta, farklı tecelliler müşahede ediyor gibi mest ve sermest bir halde namazını ikame etmelidir. Fakat genellikle biz, ümmî insanlarız. Dolayısıyla bizim gibi sıradan insanların kılacağı namaz da çok defa şeklî ve surî olur. Ancak hiçbir zaman unutulmaması gerekir ki, şeklî bile olsa, şayet bir insan rükün ve şartlarına riayet ederek namazını kılıyorsa, o artık, zahire bakan yönü itibarıyla vazifesini yerine getirmiş demektir. Bu noktada, namazı gerçek mânâ ve muhtevasıyla eda etmiyor diye, insanları itham edici bir dil ve üslûp kullanmak kesinlikle doğru değildir. Yapılması gereken, şeklî ve surî de olsa meseleyi öylece kabul etmek, bunda vifak ve ittifak sağlandıktan sonra meseleyi aksa’l-gâyâta, encebü’l-gâyâta, efdalü’l-gayâtâ bağlamak suretiyle yani en üstün dereceye ulaşmak arzusuyla ihtilafa düşmemektir. Yoksa daha güzeli ararken insan hiç farkına varmaksızın değişik çirkinlikler içine düşebilir. Bu ise Allah’ın teveccüh, nazar, tevfik ve inayetinin kesilmesine sebebiyet verme demektir.

Aynı mülahazalar zekât için de geçerlidir. Mesela siz insanları infaka teşvik etmek, gönüllerde “verme duygusu”nu harekete geçirebilmek için kırkta bir oranında verilen zekâtı “cimri zekâtı” olarak nitelendirebilir ve insanlardan yirmide bir, onda bir, beşte bir zekât vermelerini isteyebilirsiniz. Her ne kadar tergîp üslûbu açısından bu caiz olsa da, şayet sizin bu tavrınız bir ihtilaf kapısı aralayacak, niza ve tartışmalara sebebiyet verecekse, asla buna girmemeli ve dinin objektif hükümlerini esas almalısınız. Aslında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinini öğrenmek için dışarıdan gelen bir kişiye, beş vakit namazı, bir ay orucu ve (kırkta bir) zekâtı talim buyurması, o kişinin bu miktarları ne azaltıp ne de arttıracağını söylemesi ve bunun üzerine Allah Resûlü’nün de (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu.” (Bkz.: Buhârî, ilim 6) buyurması bu hususa işaret etmektedir. Bu itibarla siz şayet kendi subjektif hükümlerinizle aksa’l-gâyâtı kurtulmanın eşiği olarak sayarsanız, muhataplarınızı kendinizden uzaklaştırmış, onları yapabilecekleri bazı güzel amellerden mahrum bırakmış ve belki de onlarda size karşı bir kıskançlık ve haset duygusu uyarmış olursunuz. Diğer ibadet ve sorumlulukları da söylenen bu hususlara kıyas edebilirsiniz.

Netice itibarıyla, insanları belli bir ufku yakalamaya teşvik etmek başka; meseleyi sadece belli bir seviye ve daireyle sınırlandırmak ise tamamen başkadır. Eğer sizin kalb ve ruh hayatı itibarıyla bir ufkunuz varsa, insanları o ufka çağırırsınız. Fakat ihtilafın ortaya çıkacağı yerlerde mutabakat sağlamayı esas almak, ittifak edilebilecek noktada durmak daha önemlidir. Bu açıdan biz, her yerde ve her zaman birlik vesileleri araştırmalı, vifak ve ittifak üzerinde durmalı, birlik ve beraberlik ruhunu koruma adına elimizden gelen her türlü fedakârlığı yapmalıyız.