Musibetlerin Yüzünde Okuduklarımız

Musibetlerin Yüzünde Okuduklarımız

Kur’ân-ı Kerim, yüzlerce âyet-i kerimesinde geçmiş kavimlerin kıssalarına, bunların bir kısmının işledikleri günahlara, peygamberleriyle girdikleri mücadelelere ve düçar oldukları musibetlere, bazılarının neticede nasıl helak edildiklerine yer verir. Helâk edilen kavimlerin ortak özelliği, Allah tarafından kendilerine bildirilen hakikatleri inkar etmeleri, peygamberlerinin mesajını kabul etmemeleri, daha ileri giderek onları yalanlamaları ve yaptıkları hataları, işledikleri günahları ve haksızlıkları inkârda ısrar etmeleridir. Bununla birlikte, ilgili âyetler dikkatle tetkik edildiğinde her kavmin kendine has bir kısım karakteristik özelliklerinin olduğu; buna bağlı olarak onların farklı bir inkarcılık özelliği sergilediği, belli günahlarda ileri gittiği görülür.

Mesela Hz. Nuh (aleyhisselam) kavmi, sevdikleri bazı insanlara bağlılık göstergesi olarak Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi isimler taktıkları putlara tapıyor, Allah’a şirk koşuyorlardı. Hz. Hûd (aleyhisselam) kavmi, kayaları yarıp içlerine binalar yapan, tabiata âdeta meydan okuyan güçlü kuvvetli insanlardı. Onlar da sahip oldukları güçlerine, kuvvetlerine aldanmış, hâşâ ve kellâ Zat-ı Ulûhiyet’e meydan okumuş, günümüzdeki bir kısım natüralist ve materyalistler gibi bir ilhad ve inkâra saplanmışlardı. Hz. Salih (aleyhisselam) kavmi, metafizik mülâhazalara kapalı yaşayan, mucizelere inanmayan, ilâhî iradenin hâkimiyetini kabul etmeyen bir kavimdi. Hz. Lût (aleyhisselam) kavmine gelince, onlar da mükerrem yaratılan insan tabiatına aykırı bir yol tutmuş, farklı bir ahlâksızlığın, bohemliğin içine girmişlerdi. Peygamberlerin yaptıkları çağrıya cevap vermeyen, küfür ve dalalette ısrar eden bu kavimler, toplu helake maruz kalmışlardır.

Günümüzde İşlenen Günahların Boyutu

Esasen günümüz dünyasına bir göz atılacak olursa, geçmiş kavimlerin işledikleri ne kadar mesavi, masiyet ve melanet varsa bunların tamamının işlendiği görülür. Ne var ki Cenab-ı Hak, ahir zaman ümmetini toplu olarak helak etmeyeceğini vaad etmiştir. Onları ne Hz. Nuh kavmi gibi suda boğmuş ne Âd kavmi gibi şiddetli bir fırtınayla yerle bir etmiş ne Hz. Salih kavmi gibi korkunç bir sayhayla onları yerin dibine batırmış ne de Sodom ve Gomore kavmi gibi onların üzerine gökten taş yağdırmıştır. Bununla birlikte, yoldan çıkan zalim veya fasıkları cezalandırmak veya konumlarına uygun düşmeyen hâl ve tavırların içine giren mü’minleri de ikaz etmek maksadıyla onları bir kısım belâ ve musibetlere duçar kılmıştır/kılmaktadır.

Evet, Cenab-ı Hak, Zât-ı Ulûhiyetinin hukukunu tanımayan, kâinatın hukukuna tecavüz eden, yeryüzünde canlı cansız bütün varlıkların ve nihayet insanların hakkına giren, farklı haksızlık ve zulümler irtikap edenleri umumî bir helake maruz bırakmasa da lokal olarak cezalandırabilir. Allah’ı inkâr etmenin asıl cezası ahirettedir. Fakat Allah hakkıyla birlikte, mahlukatın hukukuna da tecavüz edildiği takdirde, Cenab-ı Hak mazlum ve mağdur duruma düşen kullarını rahatlatmak, ferahlatmak, yüreklendirmek ve onlara bir ümit mesajı vermek için dünyada da zalimleri cezalandırabilir.

Günümüzde yaşanan küfür ve küfrana, zulüm ve haksızlıklara, isyan ve günahlara baktığınızda Hz. Ebû Bekir gibi, “Mâ ahlemeke Yâ Rabbenâ-Ne kadar da Halimsin Sen ey Rabbim!” demekten kendinizi alamıyorsunuz. Önceki kavimlerin helâkine sebep olan günahların hepsi işleniyor. Hz. Lût kavminin bir senede işlediği fuhşiyat ve münkerat günümüzde belki de bir günde işleniyor. Pek çok yerde pek çok küfür ve ilhadın içine dalınıyor. Türlü türlü zulümlerle en temel insan hakları çiğneniyor. Allah’a dil uzatılıyor, Peygamber’e ilişiliyor, Kur’ân’a ilişiliyor, Allah diyenlere ilişiliyor. Kimisi şeytana tapıyor kimisi cinlerle insanların kaderini belirlemeye çalışıyor. Hatta bir kısım sapıklıklar din perdesi altında icra ediliyor. Daha ne melanetler ne melanetler işleniyor. İmam Gazzâli’nin “mühlikat” başlığı altında ele aldığı ne kadar mesavi varsa bugünün dünyasında hepsini görmek mümkün.

Bütün bunlara şahit olan pek çok kimse, Allah bunlara hak ettikleri cezayı versin ister. Ne var ki kaderin çarkları bizim keyfimize göre işlemiyor. Allah, Ahkemü’l-Hâkimîn’dir; her işi hikmetlidir, herkesin hükmünün üstünde O’nun hükmü vardır. Kime nasıl muamele edeceğini, kimi cezalandırıp kimi affedeceğini, cezalandıracağını da ne zaman cezalandıracağını en iyi O bilir. Mühlet verir, imkân tanır ama mevsimi geldiğinde bir kısım sıkıntı ve belâlara maruz bırakmak suretiyle uyarır, ikaz eder ve nihayet cezalandırır. Kur’ân’ın ifadesiyle pek çok günahı da affeder. (Şûrâ sûresi, 42/30, 34) “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”

Felaketlere Metafizik Açıdan Bakabilmek

Tsunami, kuraklık, sel ve deprem gibi arzî ve semavî afetlerin tabiî ve maddi sebepleri olabilir fakat her şeyi tabiî sebeplerle izah etmek eksik bir yaklaşımdır. Tabii ki kâinatta cereyan eden hâdiselerin çoğu zaman tabiat kanunları açısından bir izahı vardır. Bilim de zaten bunun için vardır. Cenab-ı Hakk’ın kâinata vazettiği bu kanunları ortaya çıkaracak, ona göre vaziyet alacak, bizim irade ve tercihlerimize bakan fiillerimizi onları dikkate alarak ortaya koyacağız. Ancak bu işin bir yönüdür. Diğer yönü itibariyle fizikî mülâhazaların ötesine geçip metafiziği de görebilmek, işin arka planına da bakabilmek, hâdiselerin meydana gelişinin ve zamanlamasının üzerindeki hikmetleri de anlamak gerekir. Zira fizikî ve maddî sebeplerin arkasında bir de manevî sebepler vardır. Allah’ın kâinata mutlak hâkim olduğuna, yeryüzündeki bütün varlıkların onun hâkimiyet ve tasarrufu altında olduğuna inanıyorsak, meydana gelen hâdiselerin de O’nun takdirine bağlı gerçekleştiğine inanmalıyız. Bir insanın hem Allah’ın varlığına ve rububiyetinin şümulüne inanıp hem de bu mülâhazaları görmezden gelmesi akide açısından büyük bir çelişkidir. Ne var ki bunları görebilmek ve idrak edebilmek de itikatta natüralizm ve pozitivizmden sıyrılmaya, tevhid akidesine bağlı olarak Allah’a sağlam inanmaya bağlıdır.

Cenab-ı Hak musibetleri bazen şefkat tokadı olarak gönderir; yani bunlarla kullarını tembih eder, uyarır, onlara girdikleri yolun yanlış olduğunu söyler. Bazen Allah’ı unutarak bohemce bir hayata dalan kimseleri cezalandırır. Bazen kullarını, felaketler karşısında sarsılan ve devrilen kimselerin imdadına koşturarak yeniden toplum fertleri arasında birlik ve beraberliğin, kaynaşma ve dayanışmanın oluşmasını sağlar. Vicdanlardaki şefkat ve merhamet, minnet ve şükran hislerini canlandırır. Duygu ve düşünce olarak pörsümüş, solmuş, renk atmış kimseleri yeniden canlandırır. Zahiren onlara kayıp yaşatır ama yaşanan felaket vesilesiyle öyle bir dalga oluşturur ki bununla hâdiselerin bakış, düşünce ve akış mecrasını değiştirir, insanları yeniden düşünmeye, duymaya, yaşadığı hayatın farkına varmaya sevk eder.

Allah’a inanan mü’minler, bir taraftan zahirî yüzü çirkin bu tür hâdiselerin altında yatan ilahî hikmetleri anlamaya çalışmalı, diğer yandan da tevbe ve istiğfarla yeniden O’na yönelmelidirler. Zira sıkıntı ve belâların önemli bir sebebi de günahlar, isyanlar ve zulümlerdir. Kimileri kötülüklere zemin hazırlıyordur, kimileri çağrıda bulunuyordur, kimileri yardım ediyordur, kimileri elinde imkan varken seyirci kalıyordur, kimileri de doğrudan irtikap ediyordur. Allah da zamanı geldiğinde bunda rolü olanları, derecelerine göre hak ettikleri cezaya çarptırır. Fakat umumi bir ceza geldiği zaman, âyetin ifadesiyle zalimlere münhasır kalmaz. (Enfal sûresi, 8/25) Bu, imtihan sırrına zıt olur. Ancak herkes, uhrevi neticeler açısından, bulunduğu konuma göre muamele görür; gelen musibetle zalim zulmünün cezasını çekerken masum ve mazlumlar da çektikleri sıkıntılar sebebiyle günahlarından temizlenir, Allah katında ve ahirette dereceleri artar, ulvi mertebelere çıkarlar. Bediüzzaman’ın İkinci Cihan Harbi münasebetiyle söylediği gibi, zalimlerin vefat etmesiyle mazlumlar onların zulmünden kurtulmuş olurlar; masumlar vefat ettiğinde ise bir nevi şehitlik makamına yükselirler. Herkes istihkakına göre mazhariyet veya maruziyet yaşar.

İstiğfar ve Muhasebeye Yönelmek

Yağmura rahmet deriz. Zira o, Allah’ın rahmetinin tecessüm etmiş hâlidir. Ehlullah her yağmur damlasıyla birlikte yeryüzüne bir tane de meleğin indiğini söyler. Fakat yeryüzüne inen damlalar bizim günahlarımızla karşılaştığında farklı bir hâl alabilir, sellere sebep olabilir, rahmet iken gazaba dönüşebilir. Bazen de bulutlar, taşıdıkları yağmur damlalarını insanlardan kıskanır, Allah’ın rahmeti yeryüzüne hiç inmez ve bu sefer de kuraklık yaşanır. Bu tür durumlarda, inanan gönüllere düşen vazife, tevbe ve istiğfarla Allah’a dönmek, O’na yalvarıp yakarmaktır. Bir kuraklık mı oldu, çoluk çocuğumuzu da yanımıza alarak yağmur duasına çıkmalı ve yüreğimiz hoplayarak bir gün iki gün, bir hafta iki hafta O’na yalvarıp yakarmalı, ağlamalı sızlamalıyız. Zira her şeyin zimamı O’nun elindedir. O murat buyurursa tabiatın çehresi değişir. Birileri bu tür mülâhazaları önemsemeyebilir, hafife alabilir, önemli değil. Mü’min, her şeyin, Rabbinin tasarrufunda olduğuna inanan, bunu kalbinin derinliklerinde duyan insandır.

Sağlam bir mesnedi var mıdır yok mudur, Seyyidina Hz. Musa (aleyhisselam) zamanında şiddetli bir kuraklık olur. Hz. Musa da inananları yanına alarak yağmur duasına çıkar. Kaç gün boyunca duaya devam ederler ama bir türlü yağmur yağmaz. Hz. Musa, aczini-fakrını Cenab-ı Hakk’a arz ile bunun sebebini sorar. Hak Teâlâ, aralarında bulunan günahkâr biri yüzünden yağmur vermediğini söyler. Hz. Musa onun kim olduğunu sual etse de, Cenab-ı Hak, kulunun ayıbını ifşa etmeyeceğini bildirir. Bunun üzerine Hz. Musa ashabından toplu olarak Allah’a tevbe ve istiğfar etmelerini talep eder. Cenab-ı Hak da rahmetini gönderir.

Hz. Ömer, bir kıtlık yaşandığında başını yere koyar, “Allah’ım benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i helak etme!” der.

Yaşanan bir felaket karşısında acaba kaç müftü efendi, kaç imam efendi cemaatini toplamış, “Allah belki günahlarımızdan ötürü bizi cezalandırıyor. Gelin, ne olur, bugün sabaha kadar hacet namazı kılalım, ellerimizi açıp Allah’a yalvaralım, Allah’ım bizim günahlarımız yüzünden ümmet-i Muhammed’i mahvetme, diyelim” şeklinde bir çağrıda bulunmuştur? Yaşanan kuraklıkları, depremleri, tsunamileri kendi günahlarına bağlayan, bunlar karşısında ciddi bir nefis muhasebesi yapan kaç tane hakiki mü’min vardır?

Yaşanan belâ ve sıkıntıları fatura etmemiz gereken birileri varsa o önce kendimizdir, zulümlerimiz, haksızlıklarımızdır. Neylersiniz ki bunları anlayamayacak ölçüde derin bir gaflet içindeyiz. Allah türlü türlü belâlar gönderiyor ama biz yine de nefsimizle yüzleşmiyor, yaptığımız hata ve günahları gözden geçirmiyor, tevbe etmiyor, O’na dönmüyoruz. Biz gafletten kurtulmadığımız, uykudan uyanmadığımız sürece ilahî ikazlar gelmeye devam eder, başımızdan belâ-musibet eksik olmaz. Başımıza gelen musibetleri dua ve istiğfarla, tazarru ve niyazla değil de, körlük ve nankörlükle karşılarsak musibeti ikileştirmiş oluruz.

Son olarak şunu da ifade etmek gerekir ki dua, sadece sıkıntılı zamanlara münhasır değildir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine bakılacak olursa, duanın bütün bir hayatın içine serpiştirildiği görülür. Her fırsatta dua vesilesiyle Cenab-ı Hakk’a aczimizi, zaafımızı ifade eder, O’nun havl ve kuvvetine sığınırsak, bu hâlimiz inşaallah belâ ve musibetlere karşı paratoner vazifesi görür. Bu yüzden, gönlümüzden tazarru ve niyazı, dilimizden duayı eksik etmemeliyiz. Bununla, her an Allah’a muhtaç olduğumuzu ortaya koymalı, bu konuda asla müstağni bir tavra girmemeliyiz. İnsanlara karşı olabildiğince müstağni olmak esas iken, Allah karşısında aczimizi, fakrımızı, zayıflığımızı hâl-i pürmelâlimizi ortaya koymamız esastır. Semavî-arzî afetleri duayla karşılayalım, onlara karşı duayla sütreler ve siperler oluşturalım ve böylece onların zararlarından emin ve azade kalalım.