Müminlere Karşı zillet, Kafirlere Karşı İzzet

Müminlere Karşı zillet, Kafirlere Karşı İzzet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

 

Soru: Bir ayeti
kerime de müminlerin vasfı olarak zikredilen “Müminlere
karşı zillet, kafirlere karşı izzet” içinde bulunmayı
izah eder misiniz?

Cevap: Genel
bir değerlendirme yaparak başlayalım isterseniz; öncelikle
bir hususun bilinmesi gerekir; Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Sahiha bu türlü ifadeleriyle aslında ideal mü’minin
vasıflarını söylüyor ve bizler için hedef gösteriyor,
tabir caizse “Böyle olmalısınız” diyor. Ardından bu
noktaya ulaşmak için imandan amel-i salihe, ahlak-ı
hasene ile mütehallık olmaktan nefis ile mücadeleye
kadar değişik yollar ve yöntemler gösteriyor.

Kur’an ve sünnetin genel anlamda gösterdigi
bu prensipler tarih içinde değişik İslami ekollerde
değişik formlar kazanmış. Mesela tarikatlarda bu mesele
bir mürşidin vesayetinde olmalı denilmiş, mürşid her
safhada müridine yol göstermiş. Sahabe mesleğini meslek
edinen topluluklarda ise bu daha değişik formüllerle
hayata konulmuş. Burada insanın tefekkürü, Allah karşısındaki
durumu, Allah’ın insan üzerindeki şefkati misali başkalarına
aynı şekilde muamele etmesi, acizliğini ciddi olarak
mülahazaya alması, ihtiyaçlarının sonsuzluğu ile fakirliğini
müşahade etmesi gibi hususlar ön plana çıkmış. Bütün
bunlarla aslında insanların arzu ettikleri ortak bir
nokta vardır; izafi ve hakiki anlamda kamil insan olma.

Evet, her bir insan için izafi veya
hakiki insan-ı kamil olma muhtemel ve mukadderdir. Ama
günümüz insanına bu pencereden bakıldığında acınılacak
bir haldedir. Ne tasavvuf terbiyesi, ne de sahabe mesleğinin
ölçüleri günümüz insanının gündemine bile girmemiştir.
Ne tefekkür, ne acziyet ve zaafiyet, ne mürşidin vesayetinde
bulunma.. bunlar bizim hayatımızda yok bugün. Bütün
bunların olmaması, olmayacak anlamına gelmemeli. İnsan
ümidini yitirmemeli, inkisara düşmemeli ve her zaman
kamil insan mertebesine ulaşma azim ve gayreti içinde
bulunmalıdır.

Yalnız unutulmamalı ki, bu seviyeye
sabahtan akşama ulaşılamaz. Uzun ince bir yoldur bu.
Sağlam bir niyetten sonra seçilen yolda sürekli temrinat
ister. Bir seviyeye ulaştıktan sonra da aynı çizgide
fasıla vermeden devam ister. “Şu noktaya ulaştım, benim
işim bitti” diyemez insan, dememeli. Zira bu yolda bugün
yapılan şey, yarın yapılacak şeyin başlangıcıdır. Öncekiler
sonrakilerin derinlik kazanmasının hem nedeni hem de
sonucudur.

Şöyle düşünmeli insan; “Elhamdülillah
ben şu mevzuda nefsini tezkiye etmemek suretiyle bir
tezkiye duygusuna ulaştım. Demek ki devamlı öyle yapmam
lazım. Nefsimi sıfırlamak suretiyle sıfırın kıymetsizliğini
anladım. Sıfırın kıymetsizliği ise beni sonsuzun kıymetini
kavrama ufkuna ulaştırdı. Öyleyse ben bu hali, bu bakış
açısını muhafaza etmeliyim.”

Evet, insan kendini sıfırlamadan sonsuza
açılamaz. Allah’ın üzerindeki mevhibelerinden herhangi
birisini nefsine isnad ettiği zaman çok yüksek bir kulenin
başından çok derin bir kuyuya düşer. Bu düşünce yapısına
sahip bir insanın terakki etmesi de mümkün değildir.
Defalarca ifade ettiğimiz gibi insan başını kaldırıp
İsrafil’in azametli heykelini bile görse kendisini bir
kuyunun dibinde sukut etmiş olarak görmüyorsa başaşağı
düşüyor demektir. Bu açından sürekli bir operasyon,
sürekli bir muameleye- ki ehlullah kulun Allah ile münasebetine
muamele demişler- ihtiyaç var.
Mumin’in aziz ve zelil görünmesi gereken yerler vardır.
Ayet bu hususu genel olarak mü’min ve kafir olarak belirtmiş.
Mü’minlere karşı zillet ve tevazu, kafirlere karşı izzet
ve azamet. Buna göre mü’min cephede, düşmanlarına karşı
aziz görünür. Aziz görünmek mecburiyetindedir. Bu tür
bir atmosferde aksi bir tutum ve davranış dış çevrelerde
yenilmiş hissini uyarır. Bu da mü’minin Allaha olan
nisbetine dokunur. Bir diğer ifadeyle “Allah’ın kulu
ve kölesiyim” diyen birinin düşmanlara karşı göstereceği
zillet Efendimiz aleyhissalatu vesselama raci olur.
Halbuki mü’minin O’na olan intisabı onun başını her
daim dik tutmasını gerektirir. Dolayısıyla diyalog adına
girilen süreçte de müslümanlar tavırlarını izzet-i İslamiye’den
taviz vermeyecek şekilde ayarlama zorundadırlar.

Evet, bizlerin her zaman küfür düşüncesine
karşı dimdik olmamız lazım. Sırtımızda taşıdığımız müslümanlığımızdan
utanmamamız lazım. Ne tarz-ı telebbüsümüzden ne selef-i
salihinin yürüdüğü caddede yürümekten utanmamalıyız.Fakat
bana öyle geliyor ki bizler daha ziyade mü’minlere karşı
aziz, kafirlere karşı zelil davranıyoruz. Özellikle
azıcık okumasını-yazmasını-konuşmasını bilen insanlar
başkalarına tepeden bakmaya başlıyor. Çok büyük şeyler
keşfetmiş gibi alemi hor ve hakir görüyorlar. Kendisini
Gazali’ye, Şah-ı Geylani’ye eşit görmeye başlıyor. Büyük
insan görmemişliğin getirdiği boşluk bu. İnanıyorum
onlardan bir kaçını görseydik, Allah’la münasebetlerinde
nasıl tavır takındıklarına şahit olsaydık utancımızdan
yerin dibine girerdik.

Diğer taraftan kafir/kafirler karşısında,
onların gücü karşısında zillet yaşıyoruz. Birer minare
olmamız gereken yerde kuyu oluyor, kuyu olmamız gereken
yerde de dimdik minare gibi görünüyoruz. Günümüzde böyle
bir terslik var; ümidim o ki bu terslik bazı terbiye
yuvalarının eski dönemde bizlere verdiği terbiyeyi elde
etmemiz ölçüsünde dengelenecektir.

Üstad’ın Sünûhât’ta verdiği bir ölçü
var. Buna göre hayat-ı içtimaiyede herkesin görmek ve
görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar
pencereden görünmek için tekavvüs ederler, boyu kısa
olanlar da görünmek için tetâvül ederler. Büyük olmanın
Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. İnsanın
şekli dahi olsa en büyük anı secdedeki anıdır. Dolayısıyla
Allah’a en yakın olduğu an da o andır. “Akrabu mâ yekûnü-l
abdü min Rabbihî fehüve sâcid” buyuruyor Allah Rasûlü;
öyleyse “fe eksirû fihâ edduâ’.” Ama boşsa bir insan,
aşağılık duygusuyla, belli komplekslerle hareket ediyorsa,
kimin ne dediğini bilmiyor, sadece nasara-yensuru demesini
öğrenmişse o boşluğunu başkalarına çalım çakarak kapatmaya
çalışır.

Evet, bu bir ölçüdür: kim açıktan
açığa kendinden, yaptıklarından bahsediyorsa, öksürükleriyle
kendini duyurmak istiyorsa, çeşitli beklentiler içindeyse,
alemin kendi başarıları(!) karşısındaki alakasızlığından
rahatsızlık duyuyorsa o boş bir insandır. Hususiyle
Allah’la münasebeti açısından kopuğun tekidir.

Soru; Herkes tarafından
sevilme Cenab-ı Hakk tarafından sevilmenin de işareti
olabilir mi?

Cevap; İnanmış,
muhlis müminler tarafından sevilme Allah tarafından
sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun bir başka anlamı
“vüdd” vaz’ edilmiş demektir onun için. “İnnellezîne
âmenû ve amilussâlihâti seyec’alü lehümürrahmânu vüddâ.”
Ama ehl-i küfür, ehl-i dalalet tarafından beğenilme
ve sevilmenin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onlar
tarafindan sevilme çok defa bizim temelluklarımızdan,
zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan
ötürü olmuştur. Dolayısıyla onların sevmesi de, alaka
duyması da, ikramda bulunması da bizim için bir şey
ifade etmez.

Onun için muhlis müminlerin sevmesine,
Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alakaya bakmak lazım.
Fakat burada da çok dikkatli olmalı. Mesela ben kalksam
desem ki; “Şunca insan beni seviyor, takdir ediyor”
kendi kendimi aldatmış olurum. Halbuki ben şöyle düşünmeliyim;
“Bunca halkın şu sevgisi benim için bir istidraçtır.
Başkalarının sevmesi, takdir etmesi, kabulü, teveccühü,
elde bir gülde bir etmesi Allah’ın bir mekridir” demeliyim.
Bunlara “Senestedricuhum min haysü lâ ya’lemûn” ayetinin
tecellileridir nazarıyla bakmalıyım. Çünkü ben beni
biliyorum. Kendimi tanımak için başkasının tarifine,
bakış açısına ihtiyacım yok.
Fakat ulvi bir gaye uğrunda biraraya gelmiş gönüllüler
topluluğu için aynı şekilde düşünemem. Onlara Allah
Rasulü’nün “Benim ümmetim dalalette ittifak etmez” ölçüsü
içinde bakarım. Milyonlarca insan belli bir noktada
birleşemez, uzlaşamaz, anlaşamaz, aynı hareket disiplinini
paylaşamaz ama bunlar paylaşıyorlar öyleyse ilahi bir
inayet var derim.

  • https://s1.wohooo.net/proxy/herkulfo/stream
  • Herkul Radyo