Mescidin Fonksiyonları

Mescidin Fonksiyonları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Asr-ı Saadet’te mescidin fonksiyonları nelerdi?
Günümüz şartlarında camilerimizin hem mimari hem de içtimaî hayattaki yeri
zaviyesinden Asr-ı Saadet’teki ruhla yeniden şekillendirilmesi hangi hususlara
bağlıdır?


Cevap: Bu mübarek mekânlar için, biz, “bir araya
getiren, cem eden” mânâsındaki “câmi” ifadesini kullandığımız gibi, “secde
edilen yer, secdegâh” mânâsındaki “mescid” kelimesini de kullanırız. Mescide,
rükû edilen yer mânâsında “merka” veya ayakta durulan yer mânâsında “makam”
denilmemiştir. Çünkü bu iki husus, her ne kadar namazın çok önemli iki rüknü
olsa da, bunlardan hiçbiri insanın Allah’a o en yakın hâlini ifade eden secde
hâliyle mukayese edilemez. Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bu
yakınlığı ifade etme adına

أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ
سَاجِدٌ

“Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde hâlidir.” (Müslim,
Salât 215; Ebû Davud, Salât) buyurur. Zira secdede, Allah’ın büyüklüğünü
ifadenin yanında insanın kendi küçüklüğünü ortaya koyma gibi iki mü-lâhaza bir
araya gelir; gelir ve bu iki mülâhaza bir araya gelip örtüşünce Allah’a en yakın
olma hâli zuhur eder. Evet, kul, tevazu, mahviyet ve hacâlet içinde başını yere
koyduğunda ve hatta mümkün olsa başını topraktan daha aşağı götürme azmiyle
secdeye kapandığında Allah’a kurbet hâsıl olur. Bir yerde secdenin bu hâli şu
sözlerle ifade edilmişti:



“Baş-ayak aynı yerde, öper alnı seccade,
İşte, insanı yakınlığa
taşıyan cadde..!”


Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, mescit, kendi gurbetlerinden sıyrılıp
Allah’a yakınlık peşinde koşanların ve bu kurbeti, iksir gibi bilenlerin sık sık
koşup boşaldıkları, deşarj oldukları, belki diğer bir mânâda şarj oldukları
mübarek mekânın adıdır.


Caminin Kuşatıcı İkliminde Hall u Fasl Edilen
Meseleler


Başta ifade edildiği gibi, “cem eden, toplayan” sözlük mânâsından hareketle
cami kelimesini “insan-ların bir araya gelip toplandığı mekân” mânâsında
kullanıyoruz. Fakat insanların bir araya gelip toplan-masını sadece cemaatle
namaz eda etme şeklinde anlamak meseleyi daraltma olur. Caminin bu cem etme
özelliğini daha geniş çerçevede ele almalıyız. Tabiî, onun bu özellik ve
fonksiyonlarını en güzel şekilde anlayabilmek için de öncelikle devr-i
risalet-penahiye bakmamız gerekir. İşte bu açıdan o altın çağa baktığımızda,
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) mesajını sunma, bazı
meseleleri istişare etme, aldığı kararları infaz etme, bir problem karşısında
alternatif çözümler üretme gibi değişik maksatlarla sahabe-i kiramı mescitte
topladığını görüyoruz. Dolayısıyla caminin, namaz için insanları cem eden bir
yer olmasının yanı başında, aynı zamanda Müslümanlığa ait pek çok meselenin
halledildiği bir mekân olduğu anlaşılmaktadır. Evet, o kutlu mekân, yerine göre
bir mektep, yerine göre bir medrese, yerine göre bir tekye, yerine göre de bir
ibadethane vazifesi görür. Ayrıca cami, insanların bir araya ge-lerek itikâf
yaptıkları, nefsaniyet ve cismaniyetten tecerrüt ettikleri, Hz. Pîr’in enfes
ifadesiyle hayvaniyetten çıkıp cismaniyeti bıraktıkları, kalb ve ruhun derece-i
hayatına yükselip seyahatlerini o yörüngede sürdürdükleri mübarek mekânın
adıdır. Bu yönüyle o, sadece erkeklere mahsus bir mekân da değildir. Usûl ve
şartlarına riayet edildiği, genel hava bozulmadığı sürece camiler, kadınlar için
de bir araya gelip ibadet edecekleri kutlu mekânlardır. Çünkü Asr-ı Saadet’te
mescit, erkeğe açık olduğu gibi kadına da açıktı.


Söylenilen bu hususları biraz daha açacak olursak; Mescid-i Nebevî’de halka-i
zikirler teşekkül eder, değişik ad ve unvanlarla Zat-ı Vacibü’l-Vücud anılırdı.
Aynı zamanda orada sohbet halkaları oluşur ve Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm
(aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) o mübarek mekanda sohbet ederlerdi.
Dışarıdan yeni gelen bir şahıs da hemen o halkaya dâhil olurdu. Allah Resûlü de,
herkesin kendisini rahatlıkla görebileceği bir yerde dururdu. Zaten O’nu görme
bile başlı başına ruhlarda inşirah hâsıl etmeye yetiyordu. Çünkü O’nu görmede
insibağ vardır. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselâm)
öyle bir ciddiyeti, Allah karşısında öyle bir duruşu vardı ki, garazsız bir
insan O’nu görür görmez hemen çok rahatlıkla dize gelir ve “Sen Allah’ın
Resûlü’sün” derdi. Bunun farkında olan sahabe efendilerimiz de, O’nu temaşaya,
gözlerinin mimiklerine varıncaya kadar O’nu yakından takibe can atarlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine teveccüh
etmiş o insanlara, gönlünün o apak ilhamlarını boşaltırdı. Allah Resûlü, sohbete
o kadar önem veriyordu ki, bir gün bir sahabi efendimizin şartları zorlayarak o
halkanın içine girmeye çalışmasını takdir etmiş; halkanın arkasında oturmanın
dûnhimmetlik olduğunu ifade buyurmuş; halkada yer bulamadığından dolayı ayrılıp
giden birisi için ise

فَأعْرَضَ فَأعْرَضَ اللّٰهُ تَعَالَى عَنْهُ

“O
geri döndü, Allah da ondan yüz çevirdi.”
ikazında bulunmuştu. (Buhari, İlm
8; Müslim, Selam 26)


Mescid-i Nebevî’de Kabul Edilen Yabancı
Heyetler


Bütün bunların yanında Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh)
mescitte elçileri kabul buyu-ruyordu. O’nu görmek, dinlemek, doğru okumak ve
O’nun ahval-i şahsiye-i âliyesini temaşa etmek üzere dört bir taraftan heyetler
geliyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’yi harem bölgesi ilan
etmiş olmasına rağmen, orada yabancı elçi ve heyetleri de kabul ediyordu. En
sahih hadis kaynaklarında geçtiği üzere Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) Necran
Hıristiyanlarını Mescid-i Nebevî’de kabul etmiş ve onlar orada günlerce
kalmıştı. Evet, Necran Hıristiyanları Mescid-i Nebevî’de yiyip içmişler, orada
yatıp kalkmış, aynı zamanda orada kendi ibadetlerini yapmışlardı. Böylece o
Zat’ın (aleyhissalâtü vesselâm), gece ve gündüzünü okuma ve O’nu (sallallâhu
aleyhi ve sellem) daha iyi tanıma imkânını bulmuşlardı. Her ne kadar onlar,
önyargı ve sabit mülâhazalarından tamamen sıyrılamasalar da, Hazreti Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm bu imkânı çok iyi değerlendirmiş, onların gönüllerine girmesini
bilmiş ve İslâm’a karşı belli ölçüde kalblerinin yumuşamasını temin etmişti.
Zira netice itibarıyla görüyoruz ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)
onları ibtihala çağırdığında, yani “kimin hak kimin batıl üzere olduğunu anlamak
için çoluk çocuğumuzu getirip ‘yalancı isek Allah’ın laneti üzerimize olsun’
diye yemin edelim” teklifinde bulunduğunda, böyle bir şeye teşebbüs edememiş,
Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çıkmama sözü vererek oradan
ayrılmayı tercih etmişlerdi. Daha sonra ise onlar, Hz. Pîr’in bir yerdeki
ifadesiyle, İslâm’ın havz-ı kebiri içinde eriyip gitmişlerdir.


Görüldüğü üzere mescit, devr-i risalet-penahide çok engin bir vazife
görüyordu. Orada Kur’ân ve Sünnet talim ediliyor, içtihat ve istinbatlar
yapılarak fıkıh mülâhazasının temelleri atılıyor ve gelecekte inkişaf edecek
İslâm düşüncesi mayalanıyordu. Damla orada derya oluyor, zerre de güneşe
dönüşüyordu. Maalesef biz zamanla o camilerin kapılarını kapadık ve sadece beş
vakit namazda açtık.


Kadın-Erkek Herkese Açık Mimarî Anlayış


Ben şahsen ecdadımızın yaptığı her şeyi takdir ve tebcille karşılarım. Onlar
çağlar boyu İslâm ve Müslümanlar için çok güzel hizmetler yapmışlardır. Fakat
camileri, çoluk çocuk, kadın erkek herkesin rahatlıkla içine girip her türlü
ibadetlerini yapabilecekleri bir mimarî felsefeye tâbi tutmamalarını bir
eksiklik olarak görüyorum. Neden bizim camilerimizde, sırf kadınlar için,
erkeklerin müşâhedesi altında ezilmeden, harama girme durumuna düşmeden, rahat
hareket edebilecekleri, kendi mahremiyetlerine muvafık bir kısım ihtiyaç yerleri
düşünülmemiştir? Neden o camilerin bir kenarında mahremiyetle muhat, kadınların
da itikâf yapabilecekleri, hususi bir kısım itikâfhaneler inşa edilmemiştir?
Evet, bu ve benzeri imkânlardan kadınlar niçin mahrum bırakılmıştır? Devr-i
risalet-penahide kadınlar erkeklerin arkasında namaza duruyorlardı.
Zannediyorum, hiçbirimiz dini yaşama mevzuunda o nezihlerden nezih Asr-ı Saadet
insanlarından daha hassas ve daha titiz olduğumuz iddiasında değiliz. Çünkü
levsiyat akan sokak ve çarşılarımız ve buralarda kirlenen, kararan kalb ve ruh
dünyamız bizim nasıl bir hâlde olduğumuzu göstermeye yeter.


Evet, kadınlara yönelik ihtiyaçların bütün yönleriyle ele alınmamasını,
caminin tamamiyeti adına bir eksiklik ve gedik olarak görüyorum.


Bu sebeple, camilerimizin kendine has o büyüleyen güzellikleri, yabancılar da
dâhil, herkesin tema-şasına açık hâle getirilmelidir. Evet, herkes, o kutlu
mekânların maddî-mânevî baş döndüren güzellikle-rini, estetik yönünü, mimarî
fevkaladeliğini temaşa edebilmelidir. Bu maksadın tahakkuku için de
cami-lerimizin hangi mimarî felsefenin tesirinde kalınarak inşa edildiğinin,
kubbelerin, mukarnasların, nakış ve çizgilerin hangi mânâya geldiğinin düşünülüp
müzakere edilebileceği zemin ve ortam oluşturulmalıdır.


Mescide Gidiş ve Orada Bulunma Adabı


Esasında A’râf sûresindeki bir âyet-i kerimede cami ve mescitlerin kapısının
herkese açık tutulması gerektiğine işaret edilmektedir. Söz konusu âyet-i
kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

يَا بَنِي اٰدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ
عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُۤوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ
الْمُسْرِفِينَ

“Ey Âdem’in evladı! Her namaz vaktinde mescide giderken,
süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah
israf edenleri asla sevmez.
(A’râf Sûresi, 7/31) Dikkat edildiğinde
görüleceği üzere burada muhataplara يَا بَنِي اٰدَمَ “Ey insanoğulları” diye
seslenilmekte; “Ey Müslümanlar”, “Ey Mü’minler” veya “Ey namaz kılanlar” gibi
bir hitap ifadesi kullanılmamaktadır. Böyle bir üslubun tercih edilmesi, yani
Hz. Âdem’e izafe etmek suretiyle hitapta bulunulması, Müslüman olmayan insanlara
da camilerin kapılarını açmamız gerektiğine bir işaret olarak anlaşılabilir.
Böylece dine, dindara, cami ve mescidlere karşı belli bir önyargı içinde bulunan
kimi insanlar, mescide geldiklerinde, o mescidin im-rendiriciliği karşısında
zamanla önyargılardan sıyrılabilir, o güzel mekânı sevip onun o sıcak ve
kucak-layıcı ikliminde eriyebilirler.


Âyetin devamında mahall-i içtima olan mescitlerimize giderken kılık
kıyafetimize dikkat etmemiz isteniyor. Günümüz anlayışı içinde de insanlar bir
toplantıya gidecekleri zaman günlük iş güç elbiseleriyle oraya gitmiyor, hususî
hazırlık yapıp öyle gidiyorlar. Bilhassa cuma namazıyla ilgili varid olan
hadislere baktığımızda meselenin daha titiz ele alındığını görürüz. Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) cuma namazına gidecek Müslümanlara, gusül abdesti
almalarını, misvak kullanmalarını, güzel koku sürünmelerini, cuma için ayrı bir
elbise edinmelerini tavsiye buyurmuştur. (Bkz. Buhari, Cuma 2; Ebu Davud, Salât
219)


Başka bir hadis zaviyesinden meseleye bakacak olursak, Mudar kabilesinden
bazı insanlar Mescid-i Nebevî’ye gelmişlerdi. Bunlar imkânsızlıktan dolayı
yünden elbiseler giymişlerdi. Fakat sıcak olunca terlemişlerdi ve bunun
sonucunda yün kokusu mescidin içine yayılmaya başlamıştı. Bunun üzerine Allah
Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) gözleri dolmuş ve onları o türlü urbalardan
kurtarmak ve daha rahat elbise giymelerini temin etmek için sahabe-i kirama
himmet teklifinde bulunmuştu.


Evet, mescitler birer toplantı yeri olması itibarıyla oraya başkalarını
tiksindirecek bir keyfiyette git-mekten uzak durulmalıdır. Mü’minlere düşen,
ter, ağız kokusu gibi rahatsız edici bir kısım olumsuzluklar olsa da onlara
katlanmak olmalıdır. Fakat diğer taraftan insanları öyle bir katlanma
mecburiyetinde bırakmamak gerekir. Bu mevzuda ne kadar hassas olunmalıdır?
Bağışlayın, meselâ kronik bir boğaz faranjiti veya reflüsü olduğundan dolayı
başkalarını rahatsız edici bir koku söz konusu ise, vakit geçir-meksizin tedavi
yollarına başvurup o hâlin çaresine bakılmalıdır. Hiç kimsenin yanındaki bir
mü’mini rahatsız etmeye hakkı yoktur. Bu tür rahatsız edici hususlar Kur’ân’a,
ibadet ü taate kendini salmış bir insanın dikkat ve konsantrasyonunu
dağıtabilir.


Bu açıdan mescide giden bir insan en temiz, en güzel elbiselerini giyerek,
imkânı varsa güzel kokular sürünerek, imrenilir bir hâl ve vaziyette oraya
gitmeye çalışmalıdır. Böyle bir davranış aynı zamanda mü’minlere karşı saygılı
olmanın ifadesidir. Diğer yandan insanın, Allah’a en yakın olduğu secdegâha,
orayı hafife alıyormuşçasına çirkin kokularla, kirli bir hâlde girmesi uygun
değildir. Siz bir büyüğün karşısına çıkarken bile kendinize çekidüzen
verirsiniz. Namaz ise Allah’ın huzuruna çıkmaktır. O, hadd-i zatında bir
miraçtır. Şimdi böyle bir yolculuğa çıkan kimsenin Allah’a karşı saygının gereği
olarak azami derecede temkin ve tedbirli olması gerekmez mi?


Âyetin devamında ayrı bir hususa daha dikkat çekme adına şöyle
buyruluyor:

وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُۤوا

Yani; ey insanlar!
Mescide gittiğiniz zaman temiz ve güzel elbiselerinizi giyin, en güzel heyet ve
surette bulunun. Ne var ki, ne giymede, ne yemede, ne de içmede israfa gitmeyin
ve hadd-i itidali koruyun. Zira Allah, diğer yerlerde olduğu gibi burada da
israf edenleri sevmez. Meselâ “Ben her gün yeni bir cübbe giyeceğim.”, “Mescide
gitmek için her gün elbisemi ütüleyeceğim.” gibi düşünceler bu mevzuda israf
sayılabilir. İşte âyet-i kerime, yeme içme hususunu da hatırlatarak câmi bir
emirle bize her yerde ve her işte hadd-i vasatı takip etmeyi, hiçbir zaman
itidali elden bırakmamayı ve her zaman sırat-ı müstakîm üzere olmayı tavsiye
buyurmaktadır.