Mefkûre Toplumu

Mefkûre Toplumu

Bediüzzaman Hazretleri, “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” (Bediüzzaman, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri) şeklindeki sözleriyle yüksek bir gaye-i hayale bağlı yaşamanın önemine dikkat çekmiştir. Bir insanın yüksek bir hedefi yoksa veya bunu unutmuşsa ya da onu görmezden geliyorsa onun zihni, bir peyk (uydu) gibi benliğinin etrafında döner durur. Hayalinde kendisine böyle yüce bir hedef belirlemeyen ve onu gerçekleştirmeye çalışmayan biri, zamanla egoist veya egosantrist olur. Her şeyi kendi şahsına, çıkarlarına, ikbal ve istikbaline bağlar.

İnsanın kendinden, kendi egosundan uzaklaşması, dinin hükümlerine bağlı kalarak, hayatını, toplumu inşa etmeye adamasına bağlıdır. İnsan bir şeye ne kadar yaklaşırsa, ona muhalif olan şeylerden o kadar uzaklaşır. Kendine yaklaşan, yüksek mefkûrelerden uzaklaşır. Böyle biri bir adanmış olmayacağı gibi insanlığı ihya etmek için de bir hayat süremez. Ulvi bir gaye-i hayali olmayanın dünyaya bağlanmaması, dünya arkasında koşmaması, dünyevî kirlerle kirlenmemesi çok zordur.

Üstad, gaye-i hayal tabirini tercih ediyor. Ziya Gökalp de bu manada mefkûre tabirini kullanmıştır. Bugün bu manayı karşılamak için kullanılan ideal kelimesi, gaye-i hayal tabirinin ifade ettiği manaları ifadede cılız kalır. Biz dine ideal demediğimiz gibi, müceddit ve müçtehitlere de idealist demeyiz. Onlar, sımsıkı vahye bağlı birer dava adamıdırlar. Semavilikleri dünyeviliklerine ağır basar. Tekvinî emirleri mütalaaları bile semaviliklerine bağlı olarak devam eder.

Allah’ın rızasını, ahireti, i’lâ-yı kelimetullahı kendilerine gaye edinmiş mefkûre insanlarının, dava adamlarının dünya diye bir dertleri ve hedefleri olmamıştır. Onlar, ancak Din-i Mübin-i İslâm’ı dengeli bir şekilde yaşayabilme adına zaruret ve ihtiyaç ölçüsünde dünyadan istifade etmişlerdir. Yeme, içme, giyinme, mal mülk sahibi olma gibi dünyaya ait işler onların gözünde arabaya konulan benzin gibidir. Arabanın hareket etmesi için benzine ihtiyacı olduğu gibi, onların da gaye-i hayalleri istikametinde yürüyebilmeleri için bu tür dünyalık şeylere ihtiyaçları vardır. Yoksa onların gözünde bunların hiçbiri gönül bağlanacak, arkasından koşulacak, esas maksat yapılacak şeyler değildir.

Dünyaya gönül bağlamış bir insanın gerçek anlamda dava adamı olabilmesi çok zordur. Dine hizmet etme iddiasıyla ortaya çıkan bir kimsenin, dünyevî zevklerin ve şahsî çıkarların peşine düşmesi, kendisine duyulan güven ve itimadı sarstığı gibi dilinden düşürmediği dinî değerlerin de küçümsenmesine yol açar. Ona düşen vazife beklentisiz olmak, istiğna ve kanaat düsturlarını kendine düstur edinmektir. Mefkûre insanı, ruhun heykelini ikame etmek için yırtınır, dövünür, çalışır, çabalar. Dünya adına bir şeyler elde etmeyi düşünen kimse dine hizmet iddiasında bulunuyorsa yapacağı hizmetlere ancak kenarından köşesinden omuz veriyor demektir.

Hizmet inkişaf ederken biz kalb ve ruh hayatımız itibarıyla olduğumuz yerde kalırsak farkına varmadan zift kanallarına saplanırız. Hususiyle inkişafla birlikte gelen refah bizi uyutur, felç eder. Bize tüccarlık düşüncesi telkin eder, bizi dünya adına beklentiye sevk eder ve kendi hesaplarımızın arkasında koşturur. Biz de yavaş yavaş kendimizi salar, yiyip içip yan gelip kulağı üzerine yatan insanlar arasında yerimizi alırız.

Herkes kendini düşünse, dünyaya talip olsa, dünyanın arkasından koşsa da bu, mefkûre insanları için bir ölçü sayılmaz. Âlemin, sözleriyle, hâl ve hareketleriyle eğri büğrü olması, onların hedeflerine doğru koşmaları noktasında bir mazeret teşkil etmez. Bütün insanlar dalâlet içinde olsa bile onlara düşen hidayet yollarını araştırmaktır. Zira başkalarının hidayette veya dalâlette olmasının, kabrin öbür tarafında başkalarına bir faydası veya zararı yoktur. Allah orada herkese sadece kendi yaptığının hesabını soracaktır.

Mefkûre Topluluğu ve Osmanlı

Başlangıcından itibaren Devlet-i Âliye’nin hep bir mefkûresi vardı. Osman Gazi, tekfurlara karşı bir karakol gibi vazife görmüş, çeşitli kırık ve çatlaklıklar içinde kıvranıp duran Selçuklu Devletini, Batıdan ve Balkanlardan gelebilecek tehlikelere karşı korumuştur. Bu yönüyle onun gördüğü vazife, Sultan Fatih’in İstanbul’u fethinden geri kalmaz. Belki ondan daha ileridir. Çünkü o, yoklukta varlık cilvesi göstermiş, fitne ve kargaşaların başını alıp gittiği bir dönemde sağlam temeller atmış, bir düzen kurmuştur. Muratları, Fatihleri, Yavuzları, Kanunileri netice verecek bir mübarek devletin temellerini atmıştır. Bütün bunlara rağmen beklentisiz yaşamış, atın üzerinden inmemiş, cihadda askerlerinden geri kalmamış ve ruhunu çadırda teslim etmiştir. Bu açıdan çok müstesna bir insandır. Eda ettiği misyon açısından onun, Halid İbn-i Velid’den, Ebû Ubeyde İbn-i Cerrah’tan, Ukbe İbn-i Nâfi’den bir farkı yoktur. Eğer bir üstünlük varsa o da sahabenin Allah Resûlü’nden aldığı insibağın tesiriyle evc-i kemâlât-ı insaniyeye çıkmalarıdır.

Günümüzde böyle bir mefkûre topluluğunun bulunup bulunmadığı sorgulanabilir. Bunu anlamanın yolu, sahabe çizgisinde olup olmadığımıza; selef-i salihînin yolunu takip edip etmediğimize, Osman Gazi’nin, Fatih’in, Yavuz’un eda ettiği misyonu eda edip etmediğimize bakmaktır. Zira bir ağırlık her zaman aynı güçle kaldırılır. Bir dönemde belli bir güç ve enerjiyle eda edilen bir vazife, başka bir dönemde onun aşağısındaki bir güçle eda edilemez. Dolayısıyla siz de bir mefkûre topluluğu olmak, onlarla aynı safta yer almak istiyorsanız, onlar gibi bir kıvama, metafizik gerilime, iman gücüne, gaye-i hayale sahip olmalısınız. Dünya karşısında onlar kadar fütursuz, pervasız ve bağımsız olmalısınız. Dünya sevgisi kalbine girmiş ve dünyevî bağlarla bağlanmış bir insan bir yönüyle esir sayılır. Paranın, makamın, yuvanın, zevklerinin esiri olan birinin de ömrünü yüksek gayelerin peşinde değerlendirmesi mümkün değildir. Zira gözü arkada olan biri, ileriyi göremez. Beklenti içinde bulunan biri dava adamı olamaz. Bağımlı yaşayan biri seleflerimizden bize intikal eden mukaddes emaneti omuzlayamaz.

Bediüzzaman Hazretlerinin etrafında hâlelenen ilklerin de yurdunu, yuvasını düşünmeden dünyanın dört bir yanına hicret eden adanmışların da bir mefkûre topluluğu oluşturduğu söylenebilir. Onlar arkaya bakmadan dünyanın farklı ülkelerine açıldılar. Bir amele gibi müesseselerin inşasında çalıştılar. Bazen aylarca maaş alamadıkları oldu. Buna rağmen hizmetlerini aksatmadılar, amelden dur olmadılar, suizanna girmediler. “Arkadakiler bizi düşünür, ellerinde imkân olsaydı elbette gönderirlerdi.” dediler. Yaşatmayı yaşamaya tercih ettiler. Daha sonraki yıllarda bu kıvamın korunup korunamadığı konusuna gelince, o hususta bir şey diyemeyeceğim. Gerçekten bu mukaddes davanın kendilerine emanet edileceği bir nesil yetiştirebildik mi bilemiyorum. Bunun beni ciddi anlamda düşündüren ve endişelendiren bir husus olduğunu söyleyebilirim.

Kıvamın Korunması

 Bu sözlerimle kimsenin ümidini kırmak, aşk u şevkini söndürmek istemem. Fakat genel ahvalimiz ve durduğumuz yer itibarıyla tekrar ber tekrar kendimizi gözden geçirmemiz, kendimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Eğer yüksek gayelere kendimizi bağlamışsak, bunun gerektirdiği kıvamı da sergileyebilmeliyiz. Bu da sağlam bir imana sahip olmaya ve insanın bazı şeyleri kendine kabul ettirmesine vabestedir. Bunun için de herkesin iyi bir talim ve terbiyeden geçirilmesine ve sürekli motive edilmesine ihtiyaç vardır. Oturup kalktığımız her yerde Allah’la irtibatın güçlendirilmesi, Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmet olma mülâhazasının derinleştirilmesi çok önemlidir.

İnsanı olgunlaştıran şeylerden biri de, baş koyduğu davasının çilesini çekmektir. Zira çile çekmemiş, horlanmamış, ezilmemiş, pişmemiş ham insanların kendilerinden sıyrılmaları ve başkalarını düşünmeleri çok zordur.

Günümüz İslâm dünyasının problemi, dava ve mefkûre insanı eksikliğidir. Biz bugün bu eksikliğin ortaya çıkardığı arızalarla uğraşıyoruz. İlim, kitaplardan öğrenilebilir. İyi bir eğitimle bilgili ve kültürlü insanlar yetiştirilebilir. Fakat evc-i kemalât-ı insaniyeye müheyya insanlar yetiştirmek istiyorsanız, bunun yolu, ilmin yanında onlara yüksek bir gaye-i hayal vermekten geçer. Önemli olan, okuduğu ve öğrendiği yüce hakikatleri arızasız kusursuz temsil edebilecek, onları bayraklaştırarak en yüce noktalara ulaştırmayı asıl maksat edinecek insanlar, inanmış adanmış Müslümanlar yetiştirebilmektir.

***

Not: Bu yazı, 4 Ağustos 2007 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.