Manen Canlı Kalmanın Yolu

Manen Canlı Kalmanın Yolu

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Soru: Hizmetin ilk günlerindeki safvetin korunabilmesi, metafizik gerilimin devam ettirilebilmesi ve yeni dava adamlarının yetişmesi için gerekli olan şeyler nelerdir?

Cevap: Öncelikle, soruda da işaret edilen bir hakikatin altını çizmek istiyorum. Gerçekten hizmetin ilk yıllarında insanlar çok samimi ve fedakâr idiler. Allah rızasından başka hiçbir beklentileri yoktu. Hizmet gönüllüleri arasında müthiş bir vifak ve ittifak vardı. Daha çok okuyor, daha çok düşünüyor, daha çok müzakere ediyorlardı. Okumaya, araştırmaya ve öğrenmeye karşı çok ilgililerdi. Bu itibarla günümüze nispeten ilim-irfan açısından daha derindiler. Mesela Risale-i Nurları aşkla iştiyakla okur, onlardaki hakikatleri anlamaya çalışırlardı. Risalelerde ele alınan mevzulara öyle vâkıf idiler ki, nerede hangi konu nasıl ele alınıyor çok iyi bilir, gerektiğinde kıyaslamalar yapar, şerh ve haşiyeler düşerlerdi.

Ben eskiden kitap okunmadan, dua edilmeden kalkılan bir meclis hatırlamıyorum. Bazen Kur’ân âyetlerini mütalaa ediyor, bazen Efendimiz’in hadis-i şeriflerini anlamaya çalışıyor, bazen Risale-i Nurlardaki iman hakikatlerine yoğunlaşıyorduk. İlmî ve dinî meseleleri öğrenme, anlama ve başkalarına da anlatma noktasında ciddi bir ceht ve gayret söz konusuydu. İnsanlar, okuyup öğrendikleriyle önce kendi boşluklarını doldurmaya, sonrasında da onları muhtaç sinelere ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bütün bunlar da onları manevî ve itikadî açıdan besliyor, canlı ve diri tutuyordu. İnsanlarda ayrı bir heyecan vardı. Yapılan hizmetlerde de bütün bunların bereketini görüyorduk.

Maalesef daha sonraki yıllarda bu okuma heyecanını kaybettik, dolayısıyla da beslenme kaynaklarımızdan uzak düştük. Okumayan, öğrenmeyen insanların kıvamını koruyabilmesi, hizmet aşk ve şevkini devam ettirebilmesi çok zordur. Bazıları hâlâ ilim aşkını, okuma heyecanını korusa da bunların sayısı artmadı. Halbuki dairenin genişlemesiyle birlikte bunların sayılarının da artması gerekirdi. Fakat maalesef böyle olmadı. Keyfiyet, kemmiyet ölçüsünde gelişmedi.

Bunun önemli bir sebebi, zamanla insanlarda ülfet ve ünsiyetin hâsıl olmasıdır. Hizmetin ilk yıllarında insanlar okudukları eserlerden müthiş bir lezzet alıyorlardı. Her şey onlara yeni, taze, orijinal geliyordu.

İnsanları, zamanla oluşacak ülfet ve ünsiyetten kurtarmak için yeni bir okuma şekli geliştirmeye, meseleleri daha derin ve engince ele almaya ihtiyaç vardı. Fakat ne yazık ki ilmî ve dinî hakikatleri insanlara sunanlar bunu yapamadı, ele aldıkları mevzulara yeni açılımlar getiremediler. Kıdemle birlikte ülfet de ortaya çıktı. Halkın teveccühüne aldandılar. Nasıl olsa halk, anlatılan her şeyi dinliyor diye onlar da aynı şeyleri tekrar etmeye devam ettiler. Bu yüzden zamanla en orijinal hakikatler bile insanların gözünde cazibesini kaybetmeye başladı.

Oluşan bu ülfeti izale etmenin, kaybedilen aşk u heyecanı yeniden elde etmenin yolu, daire içinde bir kere daha okuma seferberliği başlatmak, insanımızı yeniden ilme, irfana, araştırmaya, öğrenmeye çekmektir. Bunun için de yeni okuma tarzları geliştirmeli, yeni formatlar bulmalıyız. Farklı eserleri ve fikirleri birlikte müzakere etmeli, bunlar arasında mukayeseler yapmalı, yeni sonuçlara ulaşmaya, yeni ufuklar yakalamaya çalışmalıyız. İnsanların ilgi ve merakını yeniden imanî hakikatlere, onları anlatan eserlere çekmeli, onlardaki orijinal fikirlerin farkına varmalarının yolunu açmalıyız. Ne yapıp etmeli, okuma mevzuunda insanları bir kere daha harekete geçirmeli, onların heyecanlarını tetiklemeliyiz. Eğer bunu başaramazsak, ülfetten sıyrılamaz, metafizik gerilimimizi muhafaza edemeyiz.

Sâbıkûn-u Evvelûn

İster peygamberlerin, isterse onların yolundan giden büyüklerin rahle-i tedrisine oturan ilk insanlar (sâbıkun-u evvelûn) her zaman çok farklı olmuşlardır. Onlar, rahle-i tedrisine oturdukları zatı kâmet ü kıymetiyle tanıyıp o insibağı yaşadıklarından dolayı farklı bir ufkun insanı olmuşlardır. Hz. Bediüzzaman’ın çevresinde hâlelenmiş insanlara bu gözle bakabilirsiniz. Risaleleri çok iyi okumuş, Üstad’ı çok iyi anlamışlardır. Sordukları sorularla ondan hakkıyla istifade etmesini bilmişlerdir. Risaleleri çok cazip, çok orijinal bulmuşlar, bu feyz menbaına karşı gönüllerini bütün fakülteleriyle açmışlar, istidatları nispetinde ondan alabildiklerini almışlardır. Belki de talebelerinin Bediüzzaman’a tam bir teveccühle yönelmeleri ve hasr-ı himmet etmeleri onun da ilhamlarının önünü açmış ve ona yepyeni şeyler söyletmiştir.

Evet, herkesin böyle bir kıvam sergilemesi çok zordur. Bunun için çok iyi bir ameliyat-ı fikriye geçirmek; yani meseleleri yeniden ele almak, yeniden okumak, yeniden düşünmek, yeniden tahlil ve analiz etmek gerekir. Bunun nasıl bir usulle yapılacağı üzerinde ayrıca kafa yorulabilir ve bu konuda farklı yol ve yöntemler bulunabilir. Nasıl bir yöntem takip edilirse edilsin hedeflenen şey, ele alınan mevzuları nüanslarıyla kavrayabilmek, engince duyabilmek, ima ve göndermeleri anlayabilmek ve onların derinliklerine dalabilmektir. Bunu yapabildiğimiz takdirde en iyi bildiğimiz mevzuları bile tüm yönleriyle anlamadığımızı görecek ve keşfettiğimiz yeni manalar karşısında ayrı bir zevk ve heyecan duyacağız. Netice itibarıyla ülfetin boğucu, ezici ve öldürücü atmosferinden kurtulacak, okuduğumuz eserlere farklı bir bakış açısıyla bakabilecek ve onları yeniden ter ü taze duyabileceğiz.

Her bir mevzuu, o alanda yazılmış başucu eserleriyle birlikte müzakere ve mütalaa etmeli. Bu yolda yeni usuller geliştirmeli ve ısrarla bunların üzerinde durmalıyız. Ben günümüzde ciddi anlamda kitap okunduğu kanaatinde değilim. Dolayısıyla bilmemiz gereken temel meseleler de bilinmiyor. Daha da kötüsü, çoklarında bilme adına merak da yok. Bir mü’min nasıl olur da Allah’tan kendisine indirilmiş olan kitabı merak etmez, dinine ait meseleleri öğrenmeye çalışmaz! Bu durum beni fevkalâde rahatsız ediyor. İman ve Kur’ân’a dair yazılmış eserlerin, üzerinde düşünmeden düz bir şekilde okunup geçilmesi de rahatsız ediyor. Anlamaya çalışmıyor, anlamasak da anlamış gibi davranıyoruz. Maalesef sathi bilgiler, sığ anlayışlar bugünün ihtiyaçlarına cevap vermiyor, efkârları tatmin etmiyor ve onlarda yeni bir aşk u şevk uyandırmıyor.

Formalitelere Hapsolmama

Okuma aşk u heyecanını kaybetmenin yanında zamanla içine düştüğümüz diğer bir problem de formalitelerle meşguliyetin bizi asıl hedefimizden alıkoymasıdır. İşin başlangıcında makamlar, payeler, rütbeler yoktu. Ne tayin heyetleri vardı ne müfettişler ne de müdürlükler. Herkes eşit kabul ediliyor, aynı kategoride mütalaa ediliyordu. İnsanlarda birbirine karşı derin bir hürmet ve muhabbet hâkimdi. Bir araya gelince bizim için hayat kaynağı olan meseleler müzakere ediliyordu. Ellerine geçen kitapları didik didik ediyor, okudukları her meseleyi derinlemesine bilmek, öğrenmek istiyor, eğer anlamadıkları bir şey olursa onu da bir bilene soruyorlardı. Herkes, kendi meselelerimizi başkalarına arızasız kusursuz ifade edebilecek bir donanıma sahip olmaya çalışıyordu. Bütün himmetler mükemmel insan yetiştirmeye hasrediliyordu. İ’lâ-i kelimetullah davası dışında kalan her şey teferruat sayılıyor ve önemsiz görülüyordu.

Zamanla insanlar bazı makamları tuttular. Kimisi bir kurumun temsilcisi oldu, kimisi bir yerin sorumluluğunu üstlendi, kimisine daha başka vazifeler tevdi edildi, bir kademede tavzif edildi. Zamanla farklı farklı heyetler teşekkül etti, birimler oluştu. Toplantıları toplantılar takip etti. Belki bütün bunlar büyümenin ve müesseseleşmenin kaçınılmaz neticeleriydi. Fakat asıl problem, insanların bu makam ve payelere takılıp kalmaları, bunların tali şeyler olduğunu unutmaları ve asıl hedeflerinden sapmalarıydı. Dahası, yer yer sun’i gündemler icat etmeleri ve bunlarla hem kendilerinin hem de başkalarının vaktini heba etmeleriydi. Önemli vazifeler yaptıkları vehmiyle okumayı, evrad u ezkârı ihmal etmeleriydi.

Esasında idarecilik, müdürlük, genel müdürlük gibi vazifeler, sadece, iman ve Kur’ân hizmetlerinin ahenk ve istikrar içerisinde yürümesi adına başvurulan birer vesileydi; gaye olmamalıydı ve haddinden fazla önem atfedilmemeliydi. Bir insan hangi makam ve konumu tutarsa tutsun, kendisini, bir mektubu bir yere götürmek, bir selamı bir kimseye ulaştırmak için tutulan bir ulak, bir amele gibi görmeliydi. Ona düşen vazife, sistemin düzenli işlemesi adına kendisine biçilen rolü oynayabilmek, konumunun hakkını verebilmekti.

Tekraren söyleyeyim, adanmışlar açısından bu makamların hiçbiri, üzerinde durulacak, gönül bağlanacak şeyler değildir, olmamalıdır. Zira emaneten üstlendiğimiz bütün bu makamlar, muhtaç gönüllere Allah ve Resûlü’nü duyurma adına çıktığımız yolda birer vesileden, vasıtadan başka bir şey değildir.

Eğer temsil ettiğimiz makamları asıl hedef hâline getirirsek, vesileleri gaye yerine koymuş oluruz. Şayet bunları kendimizi ifade etme, bilinme, görünme adına birer fırsata çevirirsek, üzerimize aldığımız emanetleri istismar etmiş oluruz. Hele hele sahip olduğumuz makam ve payeleri şahsi çıkar elde etme adına kullanır ve kendi hesaplarımızın arkasına düşersek bunun adı düpedüz ihanet olur. Gaye-i hayal haline getirdiğimiz şeyler hasıl olduktan, ifasına ömrümüzü harcadığımız vazifeler yapıldıktan, canı-cananı uğrunda feda etmeye hazır halde yollarına düştüğümüz maksudumuza vasıl olduktan, Hakk’ın rızası ufkumuzda tüllendikten sonra biz bilinsek ne olur bilinmesek ne olur! Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar yerine getirildikten sonra varsın adımız, namımız bilinmesin. Hatta ucub ve riya marazından azade kalmamız için bilinmemek daha selametlidir.

Yaşanan Dağınıklığın Sebepleri

Bizi beslenme kaynaklarımızdan uzaklaştıran amillerden biri de içtimai hayatın içine girmemiz, farklı meşguliyetlere açılmamız, değişik plan ve projelerin arkasında koşmamız oldu. Birer gereklilik görerek girdiğimiz bu işler zamanla bizi çepeçevre sardı; muhaverelerimizin temel mevzuları arasına girdi, hayal dünyamıza kadar sirayet etti. Böyle olunca, bir araya geldiğimizde belki hizmet diyerek birçok şey konuştuk fakat asıl konuşmamız ve üzerinde yoğunlaşmamız gereken ana meselelerimizi unuttuk. Bu da, okuma-anlama şevkimizi, bunlara muhtaç olduğumuz hissini aldı götürdü. Hatta bazılarımızda “Bunları okusam ne olur okumasam ne olur, anlasam ne olur anlamasam ne olur!” şeklinde tuhaf bir istiğna duygusu belirdi. Bilmedikleri halde kendilerini biliyor zannettiler. Şekiller, kalıplar, formaliteler geldi, mana, muhteva ve özün yerini aldı. İnsanlar, kalbî ve ruhî hayatımızın temel gıdası olan imanî hakikatlerden uzak kaldıkça farklı arıza ve problemler de baş göstermeye başladı.

Farklı sahalardaki açılımların hizmet adına önemli kazanımları olduysa da bunlar aynı zamanda işi farklı bir zemine çekti. Açılımlarla birlikte bir kısım insanlar kendini salmaya başladı. Dünyanın farklı ülkelerinde İslamî centerlar, diyalog merkezleri, kültür lokalleri, eğitim müesseseleri açma; oralarda idareci veya öğretmen olarak çalışma, toplumun farklı kesimleriyle sosyal münasebetler kurma, rical-i devletle görüşme, hoşgörü ve diyalog adına farklı kesimlerden insanlarla el sıkışma ve kucaklaşma gibi şeyler bizi kendi dünyamızdan, kendi düşünce ortamımızdan uzaklaştırdı, aldı bizi başka dünyalara götürdü. Ne yazık ki çoklarımız günümüzde böyle bir dağınıklık yaşıyor.

Hülasa-i kelam, şayet kaybettiğimiz kıvamı yeniden elde etmek, insanların aşk u şevkini yeniden canlandırmak, yeniden derlenip toparlanmak istiyorsak, saff-ı evveli teşkil edenler gibi bir kere daha ilim, araştırma ve hakikat aşkına açılmalı, beslenme kaynaklarımızla tekrar sıkı bir irtibata geçmeli, herkeste bunlara karşı iştiyak hasıl etmeye çalışmalıyız. Bunun için yeni formatlar bulmalı, farklı okuma usulleri geliştirmeli ve ne yapıp edip insanların merakını bizim için menhelü’l-azbi’l-mevrud (tatlı su kaynağı) sayılan eserlere celbetmeliyiz. Kendini i’la-i kelimetullah davasına adamış yeni gönül erlerinin yetişmesi, bu devranın devamı ancak bununla mümkündür.

Evet, arkasında koştuğumuz gaye-i hayalimizin gerçekleşmesi adına bir kısım organizasyonlar kuracak, sistemler geliştireceğiz. Fakat bunlar bizim için tali meselelerdir. Bizim toplanmalarımız, bir araya gelmelerimiz en temelde okumaya/okutmaya, öğrenmeye/öğretmeye, kendimizi ve başkalarını geliştirmeye, dua ve evrad u ezkâr yapmaya matuf olmalıdır. Ondan da gaye rıza-ı ilâhî ve i’lâ-i kelimetullahtır.

***

Not: Bu yazı, 30 Mayıs 2007 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.