Kemmiyet ve Keyfiyet

Kemmiyet ve Keyfiyet

Kemmiyet, sayısal durumu, keyfiyet ise niteliği ifade eder. Keyfiyet dediğimizde fertlerin iç derinliğini, imanını, ihlasını, ihsanını, takvasını anlarız. Farklı bir tabirle keyfiyet, Müslümanlığın, insanın hâl ve tavırlarına, söz ve davranışlarına, fikir ve düşüncelerine aksetmesi; onun tam özümsenmesi ve tabiata mâl edilmesidir. Kemmiyetin de keyfiyetin de kendine göre ayrı bir önemi vardır. Fakat ikisi arasında bir öncelik sıralaması yapmak gerekiyorsa elbette keyfiyet başta gelir. Kemmiyet ehemmiyetsiz değildir; fakat keyfiyete nispeten önemi daha azdır. Fakat kemmiyet olmadan da keyfiyetten bahsedilemez.

Kemmiyete de keyfiyete de yerinde ve gerektiği ölçüde önem verilmelidir. Bir yandan çok insana açılma hedeflenmeli, öte yandan farklı faaliyetlerle onların keyfiyetleri artırılmaya çalışılmalıdır. Bu açıdan hem hak ve hakikat adına tebeyyün eden kendi duygu ve düşüncelerimizi, günümüzün teknik imkânlarını da sonuna kadar kullanarak, ulaşabildiğimiz herkese duyurmayı hem de İslam’la tanışan insanların sadık ve vefalı birer Müslüman hâline gelebilmeleri adına elimizden gelen her şeyi yapmayı kendimize şiar edinmeliyiz. Yani her zaman ve zeminde kemmiyet mülahazalarımızı, keyfiyetle derinleştirmeye bakmalı ve bunun temadisi adına emin rehberleri, mürşitleri takip etmeliyiz.

Keyfiyet-Kemmiyet Dengesi

İrşad ve tebliğde kemmiyet ve keyfiyet işin iki önemli yönüdür ve bu ikisinin arasındaki denge muhafaza edilmelidir. Fakat maalesef kemmiyet itibarıyla büyüme, çok defa keyfiyetin rağmına gerçekleşir. Bu denge gözetilemediği takdirde, güç ve kuvvetin artması, sayıların büyümesi, maddî imkânların genişlemesi, kıvam ve kalitenin düşmesine yol açabilir. Dışa doğru genişleme ve inkişafla birlikte, içe doğru derinleşme de artmalıdır ki sağlıklı bir büyüme gerçekleşebilsin.

İnsan bünyesi de böyledir. İnsanın sağlıklı ve mükemmel bir bünyeye sahip olabilmesi için, kemiklerinin, adalelerinin, sinir sisteminin, dimağının, zihnî melekelerinin birlikte ve dengeli bir şekilde gelişmesi ve büyümesi gerekir. Kemik, sinir ve kas sistemine paralel olarak beyin mekanizması gelişmeyen bir insan, kendisinden beklenen fonksiyonları yerine getiremez. Böyle birine, mütekamil bir insan olarak değil, bir hilkat garibesi gözüyle bakılır.

Genişleme ve Derinleşmede Sahabe Örneği

Sahabeyi büyük yapan hususlardan biri de dış ve iç inkişaflarını birlikte sürdürmeleri idi. Onlar gündüzleri i’lâ-i kelimetullah adına kendilerine düşen sorumlulukları titizlikle yerine getirirken, gecelerini de namazla, niyazla, Allah karşısında iki büklüm bir vaziyette geçiriyorlardı. Bir taraftan Allah’ın adını uzak diyarlara götürme adına olağanüstü bir performans sergiliyor, diğer yandan da Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi öğrenip kendi hayatlarında tatbik ediyorlardı. Zat-ı Ulûhiyet’e yaklaşmak için sürekli yeni yollar arıyor, O’nun rızasını elde etmek için her fırsatı değerlendiriyorlardı. Onlar bir bakıma Kur’ân için hazır hâle getirilmiş saf ve engin dimağlarını nazil olan âyetleri anlama istikametinde kullanıyor, âyetleri kendi aralarında müzakere etmek sureti ile sürekli farklı enginliklere yelken açıyorlardı. İşte bu sebepledir ki onlar sağdan soldan esen fırtınalardan etkilenmiyor, toprağa kök salmış ağaçlar gibi yerlerinde dimdik duruyorlardı.

Sahabeden sonra da İslâm’ın ilk çağlarında iç ve dış genişleme birlikte devam etmiştir. Müslümanlar bir taraftan cepheden cepheye koşup cihanın dört bir yanında fütühatlarla gönüllere girerken, diğer yandan da ilim ve irfanda derinleşmeyi ihmal etmemişlerdir. Âlimler her tarafta harıl harıl İslâmî ilimlerin tedvin ve tedrisiyle meşgul olmuşlardır. Tarlada sabanın arkasında çift sürerken bir yandan da dinî meseleleri konuşmuş, tek bir hadisin tespiti için uzun yolculuklara katlanmışlardır. Kur’ân’ın “Allah’ın indirdiği şekliyle” okunması adına vücuh ve kıraat ilimlerini geliştirmiş ve bunları kırsaldaki, köylerdeki insanlara kadar ulaştırmışlardır. Her tarafta medreseler açmış, ders halkaları teşkil etmiş, talebeler yetiştirmiş, eserler telif etmiş ve baş döndürücü bir ilmî faaliyet ortaya koymuşlardır.

Şayet açılım ve genişlemelerle birlikte yerimizde sapa sağlam durmak istiyorsak bizim yapmamız gerekli olan şey de budur. Her inkişafla birlikte durduğumuz yere yeni kökler salmalı, bir iki kazık daha çakmalıyız. Büyütülen çadırın yerinde sağlam durabilmesi için daha çok ve daha sağlam kazıklara ihtiyaç duyması gibi, biz de dış dünyadaki açılımlarımızla birlikte keyfiyette daha çok derinleşmeliyiz ki kayma ve sapmalardan, dağılma ve devrilmelerden salim kalabilelim.

Genel bir ilke olarak sahabenin mualla mevkiini korumaya çalışıyor ve onları sorgulamama mevzuunda çok hassas davranıyoruz. Fakat şunu unutmamak gerekir ki Hz. Osman döneminden sonra bir kısım fitne ve karışıklıklara sebep olanlar, yalancı peygamberlerin arkasında yerini alanlar, başkaldıranlar, büyük çoğunluğu itibarıyla yeni Müslüman olmuş ve yeterince İslâm’ı tanıyamamış ve hazmedememiş kimselerdi. Onlar, işleyen bir sistemin içine girmiş olsalar da henüz bu sistemin nasıl kurulduğunu, nasıl işlediğini, uğrunda ne kadar göz nuru döküldüğünü, beyin sancısı çekildiğini, ne tür ızdıraplara maruz kalındığını bilmiyorlardı. Bu yüzden çeşitli problemlere sebep olmuşlardı. Daha sonraki dönemlerde de içinde yaşadıkları toplumda problem olanlar, yeterince ruhî olgunluğa erişmemiş ham ruhlar ve hazırcılar olmuştur.

Muvaffakiyetin Sırrı: Keyfiyet

Bediüzzaman Hazretlerinin de üzerinde durduğu üzere irşat ve tebliğ vazifesinin yerine getirilmesi günümüzde farzlar üstü bir farzdır. Mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri muhtaç sinelere duyurabilmeyi en büyük gaye-i hayal görürüz. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmek için devrin şartlarına göre ne yapılması gerekiyorsa yaparız; müesseseler açar, eğitim faaliyetleriyle meşgul olur, içtimai problemlere çözümler üretmeye çalışır, açılabildiğimiz kadar dünyaya açılırız. Fakat bunun yanında kemmiyete paralel olarak keyfiyeti de ihmal etmeyiz. İ’la-yı kelimetullah uğrunda her türlü mehâliki göğüsleyip, bela ve gailelerle yüzleşirken, beri tarafta da Kur’ân cemaati olarak onda derinleşme yolları ararız. Aksi takdirde bünye, üzerine binen yükü taşıyamaz ve biz de kazanma kuşağında kaybedenlerden oluruz.

Evet, bir taraftan farklı kültür ve inanç coğrafyalarına açılırken diğer yandan kalb ve kafamızı beslemez, iç dünyamızı ihmal edersek, omuzladığımız yükün altında eziliriz. Şayet sevk ve idare adına temsil ettiğimiz konumlarımız büyürken, buna paralel olarak kalbî ve ruhî hayatımız enginleşmezse, vücudu büyümesine rağmen kas ve kemik sistemi yeterince gelişmeyen bir insan gibi oluruz; ayakta duramayız, belki de felç geçiririz. İnkişaflarla, nimetlerin çoğalmasıyla birlikte küstahlaşabiliriz. Yeme, içme, rahat etme tiryakisi olabiliriz. Dinimiz, diyanetimiz, toplumumuz veya insanlık adına külfet ve meşakkat isteyen hizmetlere omuz veremeyebiliriz. Rahatımızdan fedakarlıkta bulunamayabiliriz. Nimet zannettiğimiz şeyler bizim için birer nikmete dönüşebilir. Problemlerin altında kalıp ezilebiliriz. 

Bu itibarla, her bir araya geldiğimizde, mukavemet sistemimizi geliştirme ve manevi açıdan güçlenme meselesini gündemimizin birinci sırasına almak; insanları cismaniyetten kurtarıp kalb ve ruhun hayat derecelerine yükseltme işini öncelemek; oturup kalktığımız her yerde iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah üzerinde durmak; iman ve Kur’ân’a dair eserleri duyarak, anlayarak, karşılaştırarak, müzakere ederek, daha derince okumak; tembel zihinleri yeniden harekete geçirmek, heyecanı sönmüş ruhlara yeniden heyecan üflemek zorundayız. Tevbe suresinin 122. ayetinde ifade edildiği gibi, özellikle bir zümrenin diğerlerinin talim ve irşadıyla meşgul olması çok önemlidir. Bu, gayret ve ciddiyet isteyen oldukça mühim bir meseledir. Zira işin burası tamam olduktan sonra, dışa dönük diğer işleri yürütmek çok çok kolaylaşır.

Maalesef bu konuya yeterince ağırlık verdiğimiz söylenemez. Önceliklerin tespitinde hata edebiliyoruz. Müesseseler açma, onları idare etme, sosyal aktiviteler düzenleme falan derken okuma, düşünme ve manevi beslenmeye gerektiği kadar zaman ayıramıyoruz. Belli faaliyetlerin yapılması, plan ve projelerin geliştirilmesi, sevk ve idare gibi işleri daha önemli görebiliyor, toplantı ve istişarelerimizi sadece bunlara hasredebiliyoruz. Hatta yer yer kendimizi okumadan, tefekkürden, evrad ü ezkardan müstağni bile görebiliyor, bürokratik işlere aldanabiliyoruz. İşleri evirip çevirme, etrafı görüp gözetme bizi keyfiyetten uzaklaştırabiliyor. Oysaki evrad u ezkardan uzak kalan, bizim duygu ve düşüncemizi aksettiren kitapları okumayan, manevi dünyası itibarıyla sürekli yenilenmeyen bir insan kurumaya mahkûmdur, kim olursa olsun.

Bu konuda kendimizi bir kere daha gözden geçirmeye şiddetle ihtiyacımız var. “Biz, hak ve hakikati muhtaç gönüllere duyurma adına ön saflarda canla başla mücadele veriyoruz. Dolayısıyla okumaya, müzakereye, tefekküre vaktimiz kalmıyor.” gibi düşünceler şeytanın dürtülerinden başka bir şey değildir. Bu tür düşünceleri bir kenara bırakarak, çay sohbetlerimize, arabayla yolculuklarımıza kadar bütün aktivitelerimizin arasında okumaya, dinlemeye, düşünmeye, müzakereye yer ayırmalıyız. Dinleyerek, izleyerek, okuyarak, müzakere ederek canlı ve diri kalmaya bakmalıyız. Kullukta derinleşme ve ilmen-zihnen-kalben enginleşme her zaman en önemli hedefimiz olmalı. Bulunduğumuz her yeri bir mescit ve medrese hâline getirmeliyiz. Eğer ayakta durabiliyor ve yaptığımız işlerde muvaffakiyetle serfiraz oluyorsak bunun Allah’a teveccüh sayesinde olduğunu bilmeliyiz. Bu konuda bir kusur yaşandığında göklerin başımıza yıkılacağından, yerin yarılıp bizi içine alacağından korkmalıyız. Allah yolunda yapılan her hizmet, açılan her kurum önemlidir ama Allah’la irtibatı güçlü tutmanın, bin tane üniversite açmaktan, dünyayı idare etmekten daha önemli olduğunu unutmamalıyız.

***

Not: Bu yazı, 24 Haziran 2004, 15 Ağustos 2007 tarihlerinde yapılan sohbetlerden hazırlanmıştır.