Kalblerin Telifi

Kalblerin Telifi

Son birkaç asırdır İslâm dünyası, ne yazık ki, birbirine yabancılaşmış, birlik beraberlik duygusunu kaybetmiş ve bu haldeyken tiranlıklar altında ezilen ve inleyen toplumların ülkeleri hâline geldi. Bu ülkelerde gücü ele geçiren tiranlar, sağladıkları bir kısım avantajlarla bazılarını yanlarına çekiyor, rakip ve düşman gördükleri kesimleri ise ötekileştiriyorlar. Kirli siyasetleriyle insanlar arasına fitne tohumları saçıyor, kin ve nefretleri körüklüyor ve insanları birbirine düşürüyorlar. Farklı farklı cepheler oluşturmak suretiyle toplumu parçalıyor, ayrıştırıyor, kutuplaştırıyorlar.

Bütün tiranlar kibir ve paranoya hastalığına müptela oldukları için her şeyi kendi üzerlerine alıyor, her olaydan kendilerine göre bir mana çıkarıyor, hiç olmayacak şeylerden endişe ediyor, korkuyor ve bu yüzden de akla hayale gelmedik zulümler işliyorlar. Kendi saltanatlarına zararı dokunabilecek herkesi düşman görüyor ve onları sindirmek, tesirsiz hâle getirmek için üzerlerine yürüyorlar. Kendi ellerinden çıkmayan hiçbir başarıyı hazmedemiyor, kendilerine mâl edilmeyen hiçbir güzelliğe tahammül edemiyorlar.

Eğer tiranların hasım listesine girdiyseniz, ülkenize ve insanlığa hizmet adına ne kadar güzel işler yaparsanız yapın yine de onların saldırısından ve hışmından kurtulamazsınız. Sizin yapacağınız en hayırlı hizmetlere bile bir kulp takmasını bilirler. Akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimin hiçbir şekilde itiraz edemeyeceği en makul ve en hayırlı işleri bile karalamaktan bir an bile geri durmazlar.

Toplum fertleri arasına bir kere iftirak tohumları saçılıp toplum farklı kamplara bölününce, insanlar sudan sebeplerden ötürü bile birbirlerine düşerler. Herkes birbirini rakip gibi görür, birbirinin ayağına çelme takmaya çalışır. Aynı kıbleye yönelen, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan insanlar bile sırf mezak, meşrep ve mezhep farklılığından ötürü çatışma yaşarlar. Kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma gibi ulvî duyguların yerini; haset, çekememezlik, adavet gibi şeytanî duygular alır. Bu da tevfik-i ilahînin gelmesine engel olur, yani Allah Teâlâ birbirini sevmeyen, birbiriyle yaka paça olan insanlardan inayet elini çeker.

Çağımız enaniyet çağı olduğu ve bu dönemde her şey dünyevi menfaatler etrafında örgülendiği için bu tür ihtilaf ve çatışmaların yaşanmasına ortam çok müsaittir. Bu sebeple küçük bir kıvılcım bile çatışmaları tetikleyebilecek kadar güçlü hâle gelmektedir. Bunda en büyük etken, enaniyetlerin bir buz parçası değil, belki birer aysberg (buzdağı) hâline gelmesidir. Bunları eritmek kolay olmayacaktır. Erimeye başladıkları andan itibaren senelere ihtiyaç vardır. Velhasıl, tiranların cirit attığı, çeşit çeşit zulüm ve baskıların yaşandığı, ayrışma ve çatışmaların doruğa ulaştığı bir çağda mesuliyet şuuruna sahip Müslümanlara düşen vazife, başta bu tür ayrışmaların zeminini ortadan kaldırmak, şöyle veya böyle oluşan ayrılıkların açtığı yaraları tedavi etmek, toplum bünyesinde meydana gelen yıkık ve çatlakları onarmak ve yeniden kalbleri telif etmenin yollarını aramaktır.

Bu arada birileri durmadan etrafa levsiyat saçabilir, kötü kokular neşredebilir; zihinleri karıştırıp iyiliklerin önünü kesmeye çalışabilir. Ancak mü’min, imanı gereği bu gibi şeylere hiç takılmamalı, yapılan kötülüklere aynıyla mukabelede bulunmamalı. Temsil edilen konuma yakışmayacak ve yaraşmayacak her hâlden uzak durmalı. Kur’ân’ın ifadesiyle iyilikle kötülük asla bir olmaz. (Fussilet sûresi, 41/34) Kim ne yaparsa yapsın, hangi kötülüğü irtikap ederse etsin, Müslümanca tavır ve davranışlardan ayrılmamalı, herkese iyilikte bulunmayı prensip edinmeli. Kötülüğe kilitlenmiş kimseler yaylarına zehirli oklar yerleştirip size attıklarında, siz okunuzun ucuna bir tane gül yerleştiriverin. İslâmî ve insanî duygu ve düşüncelerinizi bu tavrınızla ortaya koyun. Ancak bu suretle yaşanan korkunç tahribatın önüne geçebilir ve yıkılan değerleri tamir edebilirsiniz.

Fitne ve fesadın, ihtilaf ve iftirakın ortadan kaldırılmasında, toplum fertleri arasında birlik ve beraberlik ruhunun tesis edilmesinde, semavi değerler mecmuasını bütün insanlığa sevdirme vazifesine kilitlenmiş insanlara çok şey düşüyor. Şayet onlar da mevcut akıntıya kapılır, kin ve nefretlerine yenik düşerlerse kamplaşmalar, çatışmalar, kavgalar büyüyerek devam eder. Ki Allah katiyen böyle bir şeyi sevmez. Zira Kur’ân’ın ifadesiyle Cenab-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e en büyük lütuflarından biri, onların kalblerini telif etmesi, birbirine ısındırmasıdır. (Enfâl sûresi, 8/63)

Kur’ân, mü’minler arasındaki ilişkinin kardeşlik ilişkisi olduğunu söyler. (Hucurât sûresi, 49/10) Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mü’minleri, tuğlaları birbirine kenetlenmiş sağlam bir binaya benzetir. (Buhârî, mezâlim 6; Müslim, birr 65) On şiddetinde bir deprem dahi böyle bir toplumu yıkamaz; hatta onda çatlak dahi meydana getiremez.

Birileri bu kardeşlik hukukunu ihlâl etmiş olabilir. Birleştirici ve uzlaştırıcı olması beklenirken, tam tersine toplumu bölmüş parçalamış olabilir. Fakat bize düşen, misliyle mukabelede bulunmak suretiyle var olan problemleri büyütmemek, çoğaltmamaktır. Misliyle mukabelede bulunma bir yana, Kur’ân’ın tavsiyesine uyup kötülükleri bile iyilikle savmaya çalışmak ve böylece yaşanan problemleri en aza indirmek, mümkünse yok etmektir.

İyiliğin, insanları cezbeden, kendine çeken, kendi etrafında dönen bir uydu hâline getiren sihirli bir gücü vardır. O, öyle sırlı bir güç kaynağıdır ki bir kere onun yörüngesine giren kimse bir daha ondan kurtulamaz. Siz kötülükleri iyilikle savabilirseniz, hiç ummadığınız kişiler bile size candan dost oluverir. Size zulmedenler, gadredenler bir gün başları önlerinde mahcup bir edayla, utana sıkıla yanınıza gelip sizden özür diler. Siz o zaman da karakterinizin gereğini sergiler, iyilikten ayrılmaz, Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini dersiniz. (Yusuf sûresi, 12/92) Bunu, zamana emanet etmek lazım. Bizler iyiliği bir şiar hâline getirir, birleşme ve uzlaşma istikametinde hareket edersek, Allah da tevfikini bize yar eder, semavî nimetlerini başımızdan aşağıya yağdırır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Belki iyiliğin kadr u kıymetini bilemeyecek derecede seciyesi bozuk, namert insanlar olabilir. Ama genel anlamda insan, ihsanın (iyiliğin) kölesidir. Bu açıdan herkese, karakterine, konumuna, durduğu yere göre ihsanda bulunmak lazım. İyilik yaptığınız kimseler sizinle samimi dost olmasalar bile en azından yaptığınız iyiliklerle onların gayzlarını, kinlerini ve nefretlerini kırmış ve böylece karşınıza çıkacak problemleri azaltmış, yürüdüğünüz güzergâhı emniyet altına almış olursunuz. Şayet birine taş atar, diğeri hakkında olumsuz sözler söyler, öbürüyle ilgili kirli satırlar yazarsanız, onlar da karakterlerinin gereğini yaparlar.

Doğrusu çok zor bir dönemden geçiyoruz. Bu sebeple bizlere işin zoru düşüyor; kirleri göz yaşlarıyla yıkamak, hiddet ve şiddeti gönül heyecanlarıyla defetmek düşüyor. Eğer vazife ve misyonunuz tamir ve ıslah ise zora talipsiniz demektir. Zira tahrip çok kolay, tamir ise çok zordur. Bir elbiseyi örmesi günlerinizi alır. Ancak bir ipliğini çekerek o  elbiseyi sökebilirsiniz. Bir taşını çekerek bir binayı yıkabilirsiniz. Onu tekrar asli şekline döndürmek ise aylarınızı, bazen yıllarınızı alır.

Hâsılı, zaman zaman intikam duygularına bağlı hareket eden, ölçü ve kıstas tanımayan zalim ve müstebitlerin tazyikleri karşısında sıkışabiliriz. Yediğimiz tekme ve tokatlardan ötürü sarsılabiliriz. Yaşanan korkunç tahribatı düşündükçe uykularımız kaçabilir; kalkıp deli gibi koridorlarda dolaşabiliriz.  En nihayetinde insanız. Fakat Rabbimize duyduğumuz imanın gücüyle sarsılsak da devrilmeyiz; inkisar yaşasak da ümitsizliğe düşmeyiz. Çünkü yaşanan fırtınaların gelip geçici olduğunu, zifiri karanlıkları aydınlık günlerin takip edeceğini, hiçbir zulmün devamlı olmadığını biliriz.

***

Not: Bu yazı, 27 Temmuz 2015 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.