Kalb ve Ruh Kahramanları

Kalb ve Ruh Kahramanları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Değişik vesilelerle, İslâm’ı en güzel şekilde
yaşayan kimselerin sofîler olduğu ifade edilmişti. Bu sözden maksat nedir ve bu
ifadede nazara verilen kalb ve ruh kahramanlarının genel özellikleri
nelerdir?


Cevap: Soruya geçmeden önce önemli bir hususu
hatırlatmakta fayda var. Kim olursa olsun, hiç kimsenin Müslümanlığı asla hafife
alınmamalıdır. Mebdeden müntehaya kadar herkesin, İslâm adına ortaya koyduğu
ameller nezd-i ulûhiyette makbul olabilir. Daha başta kelime-i tevhid ve
kelime-i şehâdet Cennet’in kapısını açan sırlı birer anahtar gibidir. Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem):

مَنْ قَالَ: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ دَخَلَ
الْجَنَّةَ

(Tirmizî, İmân 17) buyurmak suretiyle, “Lâ ilâhe illallâh”
diyen herkesin Cennet’e gireceğini müjdelemiştir. Daha önce bu hadis söz konusu
olduğunda bir arkadaş, “Ya amel olmazsa!” demişti. Biz kimsenin kalbini, niyet
ve iç mülâhazalarını bilemeyeceğimize göre, bu konuda kat’î bir şey söylememiz
doğru olmaz.

نَحْنُ نَحْكُمُ بِالظَّاهِرِ

kaidesince, biz zahire göre
hüküm verir ve kelime-i tevhidi söyleyen bir kimse hakkında hüsnüzanda
bulunuruz.


Bir savaşta Üsâme b. Zeyd Hazretleri, düşman saflarında bulunan birisiyle
savaşırken, tam onu öldüreceği esnada o kişi, kelime-i şehâdet getirir. Ancak
Hz. Üsâme, adamın içinden gelerek değil de kılıç korkusuyla bunu söylediğini
düşünerek onu öldürür. Hazreti Üsâme gibi büyük bir sahabînin hislerine kapılıp
gayz ve nefretle bir insanı öldüreceğine ihtimal verilemez. Demek ki, meselenin
temel esprisini bilemiyordu. Çünkü o dönemde her şey ter ü taze olarak
bildiriliyor ve sahabe tarafından da hemen hayata geçiriliyordu. Allah Resûlü
(aleyhissalâtu vesselâm) bildirmeyince onlar nereden bileceklerdi ki! İşte bu
durum, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verildiğinde, O;

هَلْ شَقَقْتَ عَنْ قَلْبِهِ

“Yarıp kalbine mi
baktın?”
diyerek Hz. Üsame’ye öyle itap ediyor ki, Allah Resûlü’nün bu
cesur komutanı ve Zeyd b. Harise’nin mahdum-i âlisi olan Hz. Üsame: “Keşke şu
ana kadar Müslüman olmasaydım.” diyecekti. Bunun mânâsı şudur: “Keşke bu
hâdiseden sonra Müslüman olsaydım da Efendim’in bu itabına maruz kalmasaydım.”


Başkalarına Hüsnüzan Nazarıyla Bakmak


Meseleyi bu kriterlere göre değerlendirdiğimizde şunu söyleyebiliriz: İbadet
ü taatini şöyle böyle yerine getiren insanlar da inşaallah râh-ı felahta ve
selamettedirler. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle
buyuruyor:

مَنْ صَلَّى صَلَاتَنَا وَاسْتَقْبَلَ قِبْلَتَنَا وَأَكَلَ
ذَبِيحَتَنَا فَذَلِكَ الْمُسْلِمُ الَّذِي لَهُ ذِمَّةُ اللَّهِ وَذِمَّةُ
رَسُولِهِ فَلَا تُخْفِرُوا اللَّهَ فِي ذِمَّتِهِ

“Her kim bizim
namazımızı kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi de yerse, işte o, Allah ve
Resûlü’nün ahd ü emânını hak eden bir Müslüman’dır. Artık Allah’ın ahd ü emanına
hıyanet etmeyiniz.”
(Buhâri, Salât 28) Evet, hadiste belirtilen amelleri
yerine getiren bir insan, asla hafife alınacak birisi değildir.


Vâkıa, bazı âlimler, mukallidin imanının makbul olup olmadığı meselesi
üzerinde uzun uzadıya durmuşlardır. Onlara göre muhakkik, vicdanının ses ve
soluğunu duyarak meselelere yaklaşan, delillere dayanan, Hz. Pîr’in yaklaşımıyla
hadsin gözüyle bakan, hadsin kulağıyla dinleyen ve hadsin hâsıl ettiği hislerle
hareket eden; hareket edip imana müteallik meseleleri bu ufukta
değerlendirebilen insandır. Mukallit ise sadece taklitle yetinen kişidir. Bu
sebeple bazen bu insanlar hakkında: “Bunlar amelî yanı olmayan nazarî
Müslümanlardır.” şeklinde konuşmuş olabiliriz. Fakat böyle bir durumda bile
hüsnüzan cihetini tercih etmek gerekir. Meselâ namazını eda eden bir adamın
namazdayken başını kaşıdığını veya amel-i kesîr yaptığını gördük. Burada bile,
“Belki bana öyle göründü.” demeliyiz. Çünkü Allah bizi onunla imtihan ediyor
veya hüsnüzannımızın seviyesini bize göstermek için, bizi bizle test ediyor
olabilir. Evet, acaba biz, falanın pantolonu çekmesiyle mi, takkesini kafasında
oynatmasıyla mı yoksa başka bir amel-i kesîriyle mi imtihan ediliyoruz,
bilemiyoruz. Bu açıdan her zaman hüsnüzannı esas almalı ve çevremize bu nazarla
bakmalıyız.


Sofîlikte Farklı Çizgiler


Şimdi asıl konumuza dönecek olursak; sofîliğin de farklı yol ve çizgileri,
çeşitli makam ve mertebeleri vardır. Meselâ bir sofî, seyr u sulûk-i ruhânîde
kalb ve ruh hayatındaki basamakları kat ede ede belli bir noktaya ulaşabilir.
Bazen olur ki İmam Rabbânî, Muhyiddin b. Arabî ve Şâh-ı Geylânî gibi zatlar
ulaştıkları bu noktada kendilerinin de, kendi konumlarının da farkına varırlar.
Bu sebeple nefis muhasebesinde bulunurken kendilerini çok ağır bir şekilde
sorgulamalarının yanında aynı zamanda: “Benim ayağım bütün evliyanın
omzundadır.” diyebilirler. İşte bu gibi sözler o zatın kendi konumunun farkına
varmasını ifade eder. Hatta bazen bizim gibi avam insanlarda bile bu durum
yaşanabilir. Ancak bu gibi hâllerde insan, Allah’la münasebetini kavi tutmuyorsa
–hafizanallah– böyle bir farkına varma onu egoizme veya egosantrizme sevk
edebilir.


Evet, büyük zatlardan bazıları kendilerinin farkında olarak zirvelere
çıkabilir ve çıktıkları zirvelerde sahip oldukları farkındalığı yaşayabilirler.
Eğer onlar başkaları hakkında suizanna girmez, başkalarını hafife alma gibi bir
yanlışlığa düşmezlerse ulaştıkları zirvelerdeki durumlarını koruyabilirler;
koruyabilir, kalbî ve ruhî hayatta zirveleşerek birer âbide şahsiyet hâline
gelebilirler.


Hiç Kimse Teminat Altında Değildir


Fakat zirvede de olsa, hiç kimsenin elinde “Sen artık korkmayabilirsin.”
şeklinde bir teminat ve bir beraat yoktur. Hâl böyle olunca insan nasıl
korkmayacak ki? Kaldı ki bir kutsî hadis-i şerifte Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

لَا أَجْمَعُ عَلٰى عَبْدِي خَوْفَيْنِ وَأَمْنَيْنِ

“Ben
kuluma iki emniyeti de iki korkuyu da birden vermem.”
(İbn Hibbân, es-Sahîh
2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483) Dolayısıyla unutulmamalı ki, burada
kendini emin bilen bir insanın akıbetinden korkulur. Diğer bir tabirle,
akıbetinden korkmayanın akıbetinden endişe edilir.


Bakmaz mısınız, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi elfü elfi salâtin ve
selâm) ahval ve etvarına! O, insanlığın kurtulması ve yeniden doğuşuna vesile
olması için gönderilmiştir. Evet, insanlığın yeniden var olması ve ufkunun
açılması, O’nun dünyayı teşrifi ve mesajı sayesinde mümkün olmuştur. O (aleyhi
ekmelüttehâyâ), insanlığın mânevî babasıdır. Kim bilir belki de Efendimiz’in bu
mevzuda ifade buyurduğu:

كُنْتُ نَبِيًّا وَآدَمُ بَيْنَ الْمَاءِ
وَالْطِّينِ

“Âdem (aleyhisselâm) toprakla su arasında iken ben
nebi idim.”
hadis-i şerifi de bununla ilgilidir. Yani Âdem’in evladı,
Âdem’in önünde bir varlıktır. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) dua ve
münacatlarına bakacak olursak, Allah’tan nasıl korktuğunu görebiliriz. Teminat
altında olmasına rağmen birçok şeyden Allah’a sığınmıştır. Biz Allah Resûlü’nün
bu tavrını, saygımızın gereği O’nun rehberliğine verebiliriz. Yani “Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu dualarıyla bize nasıl dua edeceğimizi
gösteriyor” diyebiliriz. Fakat bununla birlikte O’nun bu mülâhazalarda
hissesinin az olmadığını da görmek gerekir.


Zirvelere Rağmen İnsanlardan Bir İnsan Olmak


İşte vilâyetin bir diğer çeşidinde zirvelerde dolaşma ve baş döndürücü
noktalara ulaşmaya rağmen kendini âhâd-i nâstan birisi gibi görme çok önemli bir
esas ve prensiptir. Böyle bir vilâyete ulaşan insanlar, hiç kimseyi hafife
almazlar. Başkalarını hafife alma bir yana onlar sürekli kendileriyle yüzleşir,
kendileriyle hesaplaşır ve kendileriyle yaka paça olurlar. Bu yönüyle böyle bir
vilâyet önceki vilâyetten daha kıymetli ve daha değerlidir.


Hz. Ömer Efendimiz:

حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba
çekilmezden evvel sürekli kendi kendinizle hesaplaşın.”
buyurmuştur. Esasen
herkesin kendisiyle böyle bir hesaplaşması olmalıdır. Aklından geçen, hayalini
kirleten, bir zıpkın gibi tasavvurlarına saplanan çirkin ve sevimsiz
mülâhazaları hafıza defterine kaydederek, yatmadan evvel onları gözden geçirmeli
ve kendi kendine demelidir ki: “Allah’ım ben ne kadar pespaye bir insanmışım.
Nasıl oldu da bu çirkin mülâhazalar, temiz bir güzergâh olması gerekli olan
zihnime misafir oldular.”


Evet, herkes kendisine bakmalı ve başkalarını kendisinden âlî görmelidir. “Şu
şahıs meselelerin nazarîsinde kalmış, Mızraklı İlmihal’i dahi aşamamış.” diyerek
kimse hakkında suizan etmemelidir. Zira Hz. Pîr’in ifadesiyle, nefis cümleden
ednâ, vazife ise cümleden âlâdır. Başka bir hak dostu ise aynı hakikati şöyle
dile getirmiştir: “Herkes yahşî, ben yaman; herkes buğday ben saman.” Evet,
kendi hatalarıyla uğraşan bir insan, başkalarını hafife almayacak ve kimse
hakkında suizanna girmeyecektir. Başkalarına bakarken, “Niye başını yere koyduğu
zaman kalkmayı unutacak kadar namazlaşmıyor; iftar vakti geldiği zaman niye
iftar edeceğini unutmuyor?” gibi düşüncelere kapılmayacaktır.


Dini yaşamada kılı kırk yararcasına hassasiyet sahibi olan insanların,
kendileri adına mülâhazaları belki şöyle olmalıdır: “Doğrusu, sahip olduğum bu
imkânlarla, bulmam gerekenleri bulmam, benim için bir vecibeydi. Fakat falan
kişi bu imkânlara sahip olamadı ki! Kur’ân’la sağlam tanışamadı, âb-ı hayat
çeşmesine veya menhelü’l-azbi’l-mevrûda ulaşamadı, elimizdeki nurefşân kitaplara
sahip olamadı, Abdülkadir Geylânî, Şâzilî ve Mustafa el-Bekrî gibi büyük zatları
tanıyamadı. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın, hakkım ve liyakatim olmadığı hâlde
bütün bu nimetleri bana ikram ve ihsan etmesi karşısında benim de ona göre bir
tarz-ı ubûdiyet sergilemem gerekir. Ben başka türlü davranırsam tepetaklak
giderim!”


Zira Cenâb-ı Hak, bir insanı eğer harem odasının kapısının önüne almışsa,
sübjektif mükellefiyet adına ona yüklediği bazı sorumluluklar var demektir. Hz.
Pîr, İhlâs Risalesi’nde: “Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek
kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var;
ortada tutunacak yer bulamaz.” diyor. Yani mazhariyete göre bir cereme vardır.
Harem odasına alınan, orayla alâkalı gönlüne bir kısım şeyler duyurulan insan,
oranın hakkını veremediği takdirde, koridordaki veya umumî kabul salonundaki
insanların muamelesine tâbi tutulmaz; tutulmaz ve belki de sokağa atılır. Bu
açıdan ismet sıfatına sahip olan ve masuniyetle mahfuz bulunan enbiyâ-i izâm
hakkında Cenâb-ı Hakk’ın ağır ifadeleri vardır. Çünkü onların sahip oldukları
mazhariyetler çok büyüktür.


İbadete Karşı İştiha


Bu itibarla sofîlik önemli bir yoldur. Onlar meselenin amelîsini
duymuşlardır. Amelîden kastımız da yapılan amellerin kalb ve ruh hayatına bağlı
götürülmesidir. Meselâ ibadet ü taat tabiatınızın bir yanı hâline gelirse, yeme
ve içmeye duyduğunuz arzu kadar ibadete de arzu duyarsınız. İmanda derinleşme
dediğimiz husus da işte ancak o zaman gerçekleşir. Evet, imana müteallik
meseleler tabiatınızın bir derinliği hâline gelmişse, içinizde O’na karşı bir
iştiha oluşur ki, işin hakikati de budur.


Hz. Pîr; “Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i
hayatına gir.” diyor. Demek ki, kalb ve ruhun; cismaniyet, beden ve nefsânilik
üzerinde bir derece-i hayatı var. Şayet böyle bir derece-i hayat; tedebbür,
tezekkür, tefekkür ve amelle ihraz edilecekse, bu ihmal edilmemelidir.


Şimdiye kadar milyonlarca asfiya, evliya, ebrar ve mukarrabîn peygamberane
bir azim ve kararlılıkla bu mevzuda çok ciddî gayret göstermiş ve kat-ı merâtip
etmişlerdir. Allah’ın izni ve inayetiyle –İmam Rabbânî Hazretleri’nin bu konuda
farklı bir mülâhazası mahfuz– hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmışlardır. Nazarîyi
amelîye çevirmiş ve “bal”ın sadece ismini duymakla kalmamış, tatmış ve onun ne
olduğunu anlamışlardır. Size bal veya kaymağı ne kadar mükemmel ve baş döndürücü
tasvir ederlerse etsinler, onları ağzınıza alıp, dil ve damağınız arasında
gezdirmedikten sonra hakikî mânâda onların tatlarının nasıl olduğunu asla
anlayamazsınız. Meselâ şu an size başınızı döndürecek ölçüde Cennet tasvir
edilse, “Bir dakika rü’yet-i cemâl, binlerce sene Cennet hayatına mukabildir”
denilse bile, bunlar yaşanmadıktan sonra ne kadar anlaşılabilir ki!


İşte kalb ve ruh hayatıyla ilgili meseleler de aynen bunun gibidir. Onlar
ancak yaşanınca anlaşılır. Arapça’dan dilimize geçmiş bir atasözü vardır:

مَنْ لَمْ يَذقْ لَمْ يَعْرِفْ

“Tatmayan bilmez.” Yani bir
insanın kalb ve ruh hayatını bizzat tatması ve onunla içli dışlı olması lazım
ki, ne olduğunu anlayabilsin. Bu açıdan hakiki mânâda inananlar kalb ve ruh
kahramanları olmuştur. Bir kez daha belirtelim ki, bu ifadelerimizle onların
dışındaki inanan insanların imanını hafife aldığımız zannedilmesin. Hiçbir
mü’min, asla kendi imanıyla alâkalı şek ve şüpheye düşmemelidir. Burada
anlatılmak istenen kalb ve ruh kahramanlarının ufkundaki iman derinliği, iman
enginliğidir.