İnsanlığın Gerçek İnsanlığa Yükselmesi ve Toplumun Salahı

İnsanlığın Gerçek İnsanlığa Yükselmesi ve Toplumun Salahı

Hangi zaman diliminde ve nerede yaşarsak yaşayalım, bizim asıl derdimiz, insanlığın gerçek insanlık ufkuna yükseltilmesidir. Son birkaç asırdır yanlış yollarda yürüyen ve bir türlü kendine gelemeyen insanlığa ancak iyilik duygusuyla dopdolu ve mükemmelliğe talip fertler yardımcı olabilecek ve hakiki manada insan olmanın yollarını göstereceklerdir. Bulundukları her ortamda insanî değerlerin sözcülüğünü yapacak, iyilik ve güzellik duygusunun toplum tabanında adım adım yayılmasına katkıda bulunacaklardır. Kalbi insanlık için çarpan bu güzide fertlerin çaba ve gayretleri sayesinde umumi bir uyanış yaşanabilir; herkes insanlığın ortak dilini konuşmaya, aynı hedef peşinde koşmaya başlayabilir. Böyle bir atmosfer oluştuğu takdirde, kendi başına ayakta durmakta zorlanan kimseler de kitle ruh haletiyle aynı koroya dahil olur ve kaybolup gitmekten kurtulmuş olurlar.

Bir insanın imanı, heyecanı her zaman onu ayakta tutmaya yetmeyebilir. İradesi zaman zaman nefsin isteklerine mağlup düşebilir. Şayet böyle biri, herkesin iyilik ve hayır peşinde koştuğu bir topluluk içinde bulunuyorsa, o da onların heyecanıyla ayakta durabilir, kendini nefsin ve şeytanın fitnesinden koruyabilir. Tıpkı Metaf, Mina, Müzdelife ve Arafat gibi hac mekânlarında bulunan ve aynı heyecanı paylaşan kimselerin psikolojik olarak birbirlerini etkileyip beslemeleri gibi. Bütün aşk u şevkinizi kaybetseniz dahi, bu kutsal mekânlarda oluşan heyecan dalgaları sizi de önüne katıp götürür de kendinizi hiç olmadığı kadar ulvi ve manevi bir atmosfer içinde bulursunuz.

Evet, hayatın istikamet içinde yaşanması, biraz da salih bir toplum içinde bulunmaya bağlıdır. Bu açıdan bizler bir taraftan kendimiz insan-ı kâmil ufkunu yakalamaya çalışmalı, diğer yandan başkalarının da o ufku yakalaması adına elimizden gelen gayreti göstermeliyiz.

Herkesin her zaman mahiyetindeki boşluk ve zaaflara mukavemet edebilmesi, kendi ruhunun âbidesini ikame edebilmesi kolay değildir. Toplumun salâhı, mükemmel yetişen fertlere bağlı olduğu gibi, fertlerin ayakta durabilmeleri de salih bir toplumun desteğine bağlıdır. Tek başına kalan bir insan kolaylıkla devrilebilir. Korkunç dalâlet cereyanlarına, günah dalgalarına mukavemet edemeyebilir. Fakat çevresinde onun elinden tutacak, ona güç ve enerji verecek bir topluluk varsa onun ayakta kalması ve kendini muhafaza etmesi de kolaylaşır.

Kubbedeki taşlar baş başa verdiklerinde, yer çekimi gibi bir güce karşı durur ve büyük bir yapıyı ayakta tutarlar. İnsanlar da birbirine destek olduklarında hem kendileri ayakta kalır hem de bütün bir toplumu ayakta tutabilirler. Binaenaleyh, kendi istikbalimizi teminat altına almamız, bir yönüyle birbirimize güç ve kuvvet verebileceğimiz bir zemin oluşturmaya ve bu zemini kendi havamızı teneffüs etmeye müsait hâle getirmeye bağlıdır. Bu sağlanırsa, farklı sebeplere bağlı olarak koşturmanın bir yerinde birinin enerjisi, dinamosu bittiği anda, yanındaki arkadaşlarının enerji kaynağını kullanabilir, yani onların varlıkları ve destekleri ile yoluna devam edebilir. Bir yokuşta dizlerinin dermanı kesildiğinde etrafında, yanı başında olanların pozitif rüzgarı ile tırmanmaya devam edebilir.

Bazen başkalarının bizim fikirlerimize, bizim değerlerimize ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz. Bu doğru olabilir. Ama aslında bizim de oluşturacağımız sağlam bir zemine, salih bir çevreye, duygu ve düşüncelerimizi rahatça yaşayabileceğimiz bir kültür ortamına ihtiyacımız vardır ve bunun realize edilmesi çok da kolay değildir. Geniş dairede buna gücümüz yetmiyorsa bir köy çapında da olsa en azından dar dairede bunu sağlamalıyız.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere’ye teşrif buyurduğunda, yüksek feraset ve fetaneti ile böyle bir toplum yapısı oluşturmuştu. Medine’de ikamet eden çok sayıda Yahudi, müşrik ve münafığın varlığına rağmen, kısa bir sürede orada söz sahibi olmuştu. Oysaki onlar, Müslümanların işini bitirmek için gizli hücreler halinde çalışıyor ve Müslümanların arkasından sürekli gizli işler çeviriyorlardı. Kuvve-i maneviyeyi kırmak için her yola başvuruyorlardı. Fırsatını buldukları anda onlara zarar vermekten geri durmuyor; Medine’de İslâm’ın ışığını söndürmek ve Müslümanları bitirmek için ellerinden gelen her şey yapıyorlardı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah’ın nusret ve inayetiyle Medine’de öyle bir ortam oluşturmuştu ki pek çok problem zamanla çözülmüş, bataklık yavaş yavaş kurumuş, münafıklar da o salih ortamda eriyip gitmişlerdi.

Bir toplumun yapısı hatta mimarisi de orada yaşayan insanların anlayışlarına göre şekillenir. Mesela, insanların insanî ve İslâmî değerlerle donandığı bir yeri sahipleniriz. Böyle bir beldede, gittiğimiz, gördüğümüz, uğradığımız her yer heyecanlarımıza heyecan katar. Ellili yıllarda İstanbul’a gittiğimde, Beyazıt, Fatih, Süleymaniye, Yavuz Selim gibi selatin camilerini gezmiş, padişahların kabirlerini ziyaret etmiş ve bu tarihî mekânları o kadar çok sevmiştim ki sanki Medine’de dolaşıyor gibi bir duyguya kapılmıştım. Böyle bir dünyada yaşayan insan günaha alabildiğine kapalı olur.

Evet, Müslümanlığın gürül gürül yaşandığı dönemde inşa edilen şehirler insanlara âdeta Medine neşvesi yaşatıyordu. Mimarisiyle, mabetleriyle, medreseleriyle, tekye ve zaviyeleriyle, temizlik ve güzelliği ile şehirler bizim şehirlerimizdi. Nereye uğrasanız ağzından inci mercan dökülen insanlarla karşılaşıyordunuz. “Allah” denildiğinde heyecandan uçacak gibi bir hâl alan insanlarla oturup kalkıyordunuz. İçinde yaşayan insanlar faziletli olunca, şehirler de el-Medinetü’l-fâdıla (faziletli şehir) hâline geliyordu.

Sıklıkla üzerinde durduğumuz bir yaklaşımla ifade edecek olursak, dünya, problemi insanla tanıdı. İnsan, kendisine verilen iki büyük gücün, akıl ve iradenin neticesi olarak her türlü iyiliğin yanında her türlü kötülüğe de açık bir varlık olarak dünyaya geldi. Evet, onun tabiatında, genlerinde fenalığa açık yanlar vardır. O, bir kısım boşluk ve zaaflarıyla dünyaya gelir. Hırs boşluğu, şehvet boşluğu, kin ve adavet boşluğu gibi. Problemi insanda çözeceğiniz âna kadar hiçbir içtimai problemi çözemezsiniz. İnsan, gerçek insanlığa çıkmadığı sürece, yaşanan zemin, arızalı insanların zemini olur. Toplumun bu genel ahvali, o zeminde dünyaya gelen insanlara da sirayet eder. Böyle bir toplumda kâmil insanların yetişmesi de yaşaması da çok zor olur.

Gerçek insan olmayı başarabilenler, başkalarına karşı da saygılı olurlar. Kimsenin inancına, mukaddesatına, yaşantısına müdahale etmezler. Başkalarını tahkir edici bir tavra girmezler. Toplum fertleri arasında müsamaha ve tolerans hâkim olur. Nitekim uzun asırlar boyunca Müslümanlarla iç içe yaşayan azınlıklar, özgürce kendi dinlerini yaşamışlardır.

Şayet aynı mekânı paylaşan insanlar belli değerler etrafında anlaşırlarsa huzur içinde bir arada yaşayabilirler. Herkes inandığı değerleri hiçbir engelle karşılaşmadan, herhangi bir korku ve endişeye kapılmadan inandığı gibi ve özgürce hayatına taşıyabilir. Kimse bir başkasına müdahale etmez, onun üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaz. Böyle bir dünyada, küreselleşmenin avantajlarını ve mevcut teknolojik imkânları kullanarak kendi değerlerinizi, insanlık âleminin gündemine taşıyabilir, bu istikamette çok hızlı mesafe alabilirsiniz. Yeter ki bunu yaparken, elinizdeki paha biçilmez cevherleri hakikatine uygun olarak gösterebilin, o cevherlerin kıymetini düşürecek tavır ve davranışlardan uzak olarak hareket edin, herkese karşı hoşgörülü ve müsamahalı olmayı, herkesi kendi konumunda kabul etmeyi ihmal etmeyin, kin ve nefretleri tahrik etmeyin ve insanları şefkatle kucaklayın. Siz bunu yaparsanız, kucaklar size şefkatle açılır. Siz de inandığınız değerleri bütün bir insanlığa sunma, bütün insanlarla paylaşma imkanını elde edersiniz.

Hülâsa edecek olursak, adanmışların temel vazifelerinden birisi de insanlara insanlıklarını ve insanlığın ortak değerlerini bir kere daha hatırlatmaktır. Allah’a ve ahirete imanın, inkârı mümkün olmayan ne büyük bir hakikat ne büyük bir değer ve ne ölçüde insanî bir ihtiyaç olduğunu onlara göstererek onların kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla dirilmelerini sağlamaktır. Buna muvaffak olduğunuz zaman, yaşadığınız her yerde büyük bir coşku ve heyecan çağlayanı içinde yaşarsınız. Nereye baksanız kendi dünyanızdan renkler, desenler, resimler görürsünüz. Yalnız ömür kısa, yol uzun, elimizi ne kadar çabuk tutsak değer. Ne kadar hızlı hareket eder, hizmet çıtasını ne kadar yukarıda tutarsanız, Allah’ın izni ve inayetiyle insanlığa o kadar önemli şeyler sunmuş olursunuz. Ütopya peşinde değiliz. İnsanî realiteleri biliyoruz. Neyin, nereye kadar, nasıl olacağını az çok hesap edebiliyoruz. Fakat omuzlarımızdaki vazifenin büyüklüğünün de farkındayız. Eğer biz vazifemizi hakkıyla eda edebilirsek, Rabbimiz de izni ve inayetiyle yolumuzu açarsa, el-Medinetü’l-fâdılaların oluşması hayal değildir.