İdarecilikte Ciddiyet ve Şefkat

İdarecilikte Ciddiyet ve Şefkat
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Yumuşak ve esnek bir idareci olunursa, insanların âmirleriyle iyi geçindikleri ancak disiplinli çalışmadan taviz verdikleri; sert olunduğunda ise daha ciddi çalıştıkları ancak bu sefer de başta bulunan insana karşı sevgi beslemedikleri, uyumsuz ve kırgın bir ruh hâline girdikleri görülmektedir. İdeal bir idarecinin bu konudaki tavrı nasıl olmalıdır?


Cevap: İdarecilik, mebdede anne ve babada başlayan, daha sonra ailede yaşa-başa göre devam eden, sonra da hayatın hemen her kademesinde karşı karşıya kaldığımız bir vazife ve sorumluluktur. Buna göre, mektepte müdür, sınıfta öğretmen, kışlada komutan, fabrikada işveren idareci olduğu gibi; tek bir şahısla alâkalı mesuliyeti bulunan kişi de idareci demektir. Fakat zannedildiği gibi idarecilik, hele âdil bir idarecilik kolay bir iş değildir; zorlardan zordur ve zor olduğu için de hakiki mânâda idarecilikte başarılı olan insan sayısı bir hayli azdır.


İşkolik mi, İşinin Abide Şahsiyeti mi?


İdeal bir idarecilik için ciddi bir iş ahlakına sahip olmak ve disiplinli hareket etmek elbette ki çok önemlidir. Fakat istenen seviyede kâmil bir idarecilik için sadece bu vasıflar yeterli değildir. Meselâ idareci konumunda bulunan öyle insanlar vardır ki, kendini yaptığı işe adamıştır, çok ciddi bir disiplin içinde vazifesini yerine getirmektedir; öyle ki, yirmi saat mesai yaptığı hâlde, evine gidip orada dahi işiyle alâkalı bir kısım projeler üzerinde çalışmaktadır. Ne var ki bu insanlar zamanla çevresi tarafından işkolik olarak algılanmış, bu hâllerinden rahatsızlık duyulmuş ve yürüdükleri yolda yalnız kalmışlardır. Hâlbuki ulvî bir mefkûre uğruna koşturup duran birinin, yaptığı işe tutkun ve düşkün olması, hatta o işin tiryakisi hâline gelmesi olumsuz bir vasıf olarak ele alınıp küçümsenecek bir husus değildir. Evet, üzerine aldığı vazifeyi en başarılı bir şekilde yerine getirmek için gece-gündüz çalışıp duran, âdeta yaptığı o işte fâni olan, oturup kalkıp sorumluluk sahasında bir arıza çıkmaması ve falso yaşanmaması için gayret sarf eden insanlar “işkolik” olarak değil, belki mesleğinin adamı, işinin abide şahsiyeti olarak görülmelidir.


Hele rahat ve rehavetin söz konusu olduğu günümüzde, keşke herkes, çok ciddi bir iş ahlakına sahip olarak, anne-babasının, çoluk-çocuğunun, daha doğrusu üzerinde hakkı bulunan hiç kimsenin hukukunu zayi etmeksizin, yaptığı işi tam bir titizlik ve kemal-i ciddiyetle yerine getirebilse. Böyle bir durum –biraz önce de ifade edildiği gibi– “işkoliklik” olarak vasıflandırılamaz, aksine o, büyük insanlara mahsus yüce bir ahlak ve takdir edilmesi gereken güzel bir sıfattır. Bu güzel ahlaka sahip olan insanlar işlerine o kadar bağlıdırlar ki, abdestlerinin, istibralarının içine dahi onu sokarlar. Hatta ihtiyaç mahallinde o türlü mülâhazalar hoş görülmese de, fakat onlar orada bile boş durmama adına işleriyle ilgili plan ve projeleri düşünürler. Eğer bir insan mesul olduğu işle –hele de o iş yüce ve yüksek bir mefkûreye aitse– dertlenip onunla bütünleşmişse, artık o insan oturur kalkar hep o işle alâkalı problemlerin çözümüyle meşgul olur. İşte siz böyle bir insana “kolik” kısmını bir tarafa atıp iş ahlakı ile serfiraz, işiyle bütünleşmiş iş kahramanları nazarıyla bakabilir ve onun bu hâlini “Ne güzel bir haslet, ne mübeccel bir tavır!” sözleriyle yâd edebilirsiniz.


İkna Metodu ve Dert Ortaklığı


Fakat hakiki bir lider tek başına yol yürüyen insan demek değildir. O, beraberinde bulunan insanlarla –tabiî onların güç ve takatine, kabiliyet ve donanımına göre– mesafe kat eden, arkasında bulunanları yüce ve yüksek bir hedefe yönlendirip sevk eden, bir gaye istikametinde onları da alıp peşinden sürükleyen insan demektir. Bu da, idarecinin, maiyetinde bulunanların aklına hitap etmesi, gönlüne girmesi, derdini anlatması ve neticede yaptıkları işe, işin ehemmiyetine onları ikna edip inandırmasıyla gerçekleşir. Evet, gerçek lider gönlündeki ızdırabı maiyetindekilerin ruhuna duyurur, dimağına aşılar ve dert edindiği esasları âlemin derdi hâline getirir. Meselâ o: “Allah bize bu kadar imkân ve lütuflarda bulunmuş. Bize böyle güzel bir iş ortamı bahşetmiş. O zaman bize düşen de santimini zayi etmeksizin, rantabl bir şekilde bu imkân ve lütufların değerlendirilmesidir. Eğer biz bunları değerlendirmez ve heba edersek, bütün bunların hesabını Rabbimiz bize tek tek sormaz mı? Böyle bir vebalin altından nasıl kalkar, bunun hesabını nasıl veririz?” diyerek, yaptıkları iş hususunda muhataplarını şuurlandırmalı, ikna edip inandırmalıdır. Hem, verilmek istenen mesaj öyle bir kere söylemekle de gönüllerde mâkes bulmayabilir. Bu sebeple rehabilitasyon yapıyor gibi, uygun bir üslupla mesele tekrar ber tekrar ifade edilmelidir. Ayrıca idareci konumunda bulunan kişi, bu meseleleri bizzat kendisinin dile getirmesiyle tepkiye sebebiyet verecekse, o zaman yapılması gereken, insanların tepki vermeyeceği birisini bulup bu önemli mevzuları ona söylettirmektir. Gerekirse bu konuda bir veya birkaç seminer düzenlenir, konferanslar tertip edilir ve bu meselenin ehemmiyeti anlatılmaya çalışılır. Yoksa bir idareci, sürekli olarak kendisi boyunduruğun bir tarafından tutuyor fakat berikiler hep geriye kaykılıyorsa işlerin düzgün bir şekilde yürümesi adına o, maiyetindekilerin yüklerini de omuzlarına alma ve onları da çekip götürme mecburiyetinde kalacaktır ki, bu da belli bir müddet sonra işlerin artık götürülemeyecek hâle gelmesi demektir. Bundan dolayı lider, arkasındakileri de koşmaya ikna etmeli, onlara bir maratonda koşucu olma duygu ve düşüncesini aşılamalı ve böylece müşterek çalışma ve gayretlerle uzun soluklu bir şekilde işlerin devamını temin etmelidir.


Bir idarecinin bunu gerçekleştirebilmesi için de, beraber çalıştığı insanların görüş ve düşüncelerini asla hafife almaması, küçük görmemesi ve onların yaptıklarını/yapabildiklerini hoşgörüyle kabullenip takdir etmesi, sa’y u gayretlerini kamçılaması gerekir. Meselâ, istediği keyfiyette bir iş ortaya konmasa da; “Arkadaşlar! Bu mevzuda ortaya koyduğunuz ceht ve gayret dolayısıyla size çok teşekkür ederim. Vâkıa yapılması gereken işler şunlardı ama sizin yaptığınızı da takdir etmemek mümkün değil.” demek suretiyle, eksiklikler karşısında dahi yapıcı ve müspet bir tavır ortaya koymasını bilmelidir. Böylece insanları kendisi hakkında saygısızlığa ve tepkiye itmemiş ve onlar nezdinde kendi kredisini heba etmemiş olur. Çünkü bir idareci beraberinde bulunanları suçlayıp durduğunda, onlardaki suçlama duygusunu tetiklemiş, kendinden uzaklaştırmış ve hatta onları kendinden kopacak bir yola sevk etmiş olur.


Anne-Babadan Daha Öte Bir Şefkat


Hakiki bir idareci, birbirinin rağmına gelişebilecek, birbirine zıt gibi görünen vasıfları, aynı anda, tam bir denge içinde kendinde bulunduran muvazene kahramanıdır. Bu açıdan o, fevkalade şuur, fevkalade ciddiyet ve fevkalade disiplinin yanı başında, alabildiğine bir sevgi ve şefkatle çevresindekilere muamele eder. Yani bir taraftan konumunun gerektirdiği vakar ve ciddiyeti muhafaza eder, o vakar ve ciddiyete halel getirecek ölçüde maiyetindekilerle senli benli olmaz, laubaliliklere girmez. Fakat diğer taraftan tam bir şefkat meleği gibi her türlü dert ve sıkıntılarında onların yanında olur ve üzerlerine tir tir titrer. Meselâ, onlardan bir tanesinin işe gelirken yüzünün ekşi olduğunu fark ettiğinde, bir anne ve babadan daha ziyade bir şefkatle hemen yanına varır; eşi, çocukları ya da başka birisiyle bir problemi olup olmadığını veya bir borcu, bir sıkıntısı bulunup bulunmadığını anlayıp öğrenmeye çalışır. Öyle ki, o şahsın kendi anne-babasının bile üzerine gitmeyeceği ölçüde bir ihtimamla işin üzerine gider, yüreğini ortaya kor ve alternatif çözüm yolları araştırır. Ve bu tavrı bir kere değil, her türlü dert ve sıkıntıda ortaya konulması gereken bir vazife bilir.


Misalleri çoğaltabilirsiniz. Meselâ siz bir muallimseniz, talebelerinize karşı belli bir mesafe ayarlaması yapar, vakar ve ciddiyetinize halel getirebilecek oyun ve eğlencelerde onlarla beraber olmazsınız. Çünkü bir oyun münasebetiyle öğrencilerle aynı laubaliliği paylaşan, bir mânâda onlar gibi çocuklaşan bir muallimin ciddiyetini muhafaza etmesi; muhafaza edip başka bir zaman sözünü onlara dinletmesi çok zordur. Fakat dert ve sıkıntıları karşısında da bir sıyanet meleği gibi hemen yanlarında beliriverir ve onlara kol kanat gerersiniz. Yüzünü ekşiten bir talebe gördüğünüzde kâkül-ü gülberlerini okşar ve sıkıntısını size açacak samimiyet ve sıcaklık ortaya korsunuz. Öyle ki, anne-babasına bile açamayacağı dert ve sıkıntılarını çok rahatlıkla size açar, sizi sırdaş ve dert ortağı edinirler. İşte hangi birimin başında bulunursa bulunsun, bir idareci bu iki meseleyi at başı götürebiliyorsa idarecilikte o ölçüde başarılı demektir. Yoksa mesele sadece sizin ciddiyet ve sertliğinize bağlı kalırsa, sizin ciddiyetiniz muhataplarınızca huşunet şeklinde algılanır, yaptıklarınız değişik yorumlara uğrar, “işkoliklik” gibi olumsuz mazmunlara bağlanır ve neticede siz kredi kaybına uğrayarak sözü dinlenmez bir idareci konumuna düşersiniz. Öyle ki ölesiye koşturduğunuz durumlarda bile yaptıklarınız menfi vasıflarla yaftalanıp menfi nazarlara maruz kalır.


Ayrıca, insan bu dengeyi koruyamayıp yanlış yaptığı durumlarda da yanlışında ısrarcı olmamalı ve hemen o yanlışı telafi yoluna gitmelidir. Diyelim ki siz, yaptığı bir hatadan dolayı bir öğrencinizi haşladınız, mücerred bir ikazla uyarmanız mümkün iken, sert bir üslupla kalbini kırdınız. İşte böyle bir durum karşısında, ilk fırsatta, onu hemen bir kenara çekip çok rahatlıkla cüzdanınızın ağzını açmalı, ikramda bulunmak veya harçlık vermek suretiyle gönlünü almaya çalışmalı ve “Hakkını helal et bana. Eğer hakkını helal etmezsen bırakmam, bırakamam seni!” diyebilmelisiniz. Böylece, yapılan yanlış hemen telafi edilirse, o kırılmış kalb de yeniden sarıp sarmalanır ve sizinle olan irtibatını yenilemiş olur. Evet, bizim mesleğimizin çok önemli bir esası şefkattir. Disiplinin yanında şefkat, iş ahlakının yanında şefkat, nizamî yaşamanın yanında şefkat.. şefkat, şefkat, şefkat…


Bakmaz mısınız İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayatına! O Şefkat Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) söyleyeceklerini hep umuma söylemiş, kimseyi doğrudan doğruya itap etmemiştir. Yanında bir insan horlanıp hakir görüldüğünde ise hemen onu müdafaaya koyulmuştur. Meselâ, bir gün yeni Müslüman olan bir zat, Peygamber Efendimiz’e gelerek O’ndan yardım istemişti. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o adama istediklerini vermişti. Fakat o, bununla yetinmeyerek hoşnutsuzluğunu izhar etmişti. Bunun üzerine sahabî efendilerimizden bazıları bu saygısızlığı cezalandırmak üzere harekete geçmiş, o şahsın üzerine yürümüşlerdi. Fakat âlemlere rahmet olarak gönderilen O Yüce Nebi, onlara mâni olmuş ve başka şeyler de vererek o adamı memnun etmişti. Sonra da ashaba dönüp onlara şöyle bir misal vermişti: “Birisi devesini kaçırır ve insanlar o deveyi yakalamak için koşarlar. Fakat esirmiş deve iyice küstahlaşır ve var gücüyle kaçar. Devenin sahibi elinde bir tutam otla gelir ve: ‘Benimle devem arasına girmeyin!’ der. Sonra da yavaşça devenin yanına yaklaşır, zimamını boynuna takar ve çekip götürür.” Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu misali verdikten sonra ashabına dönmüş ve: “Eğer o adamı bana bırakmasaydınız siz de onu iyice uzaklaştırmış ve ateşe atmış olurdunuz. Benimle ümmetimin arasına girmeyin, ashabımı bana bırakın!” buyurmuştur. (Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125)


Bu açıdan diyebiliriz ki, “disiplinli olacağız, disiplinli olup insanları hizaya getireceğiz” deyip huşunet ve hırçınlık gösterirsek onları kendimizden kaçırmış ve uzaklaştırmış oluruz. Bunun yerine, ciddiyeti elden bırakmadan, içten bir muhabbet ve engin bir şefkatle insanları kucaklamalı ve onlara kol kanat germeliyiz. Öyle ki, gözümüzün içine bakmalı ve anne-babalarından beklediklerini bizden bekler hâle gelmelidirler.


Hâsılı, bizim terbiye anlayışımızda mutlaka disiplin bulunmalı, muhakkak ciddiyet korunmalı fakat diğer taraftan fevkalade şefkatli ve kucaklayıcı olunmalıdır. Bu ikisi at başı götürüldüğü ölçüde ideal bir idarecilik ortaya konuyor demektir. Zira teveccüh teveccühü netice verir. Bu, ilâhî bir ahlaktır. Cenâb-ı Hak: فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ Anın Beni ki anayım sizi!” (Bakara Sûresi, 2/152) buyuruyor. Bu açıdan biz de elimizin altındakileri kucaklar, bağrımıza basar, şefkat ve re’fetle onları sarıp sarmalarsak, onlar da istenen ölçüde bir sadakat sergiler ve elden geldiğince vazifelerini tastamam bir şekilde yerine getirmeye çalışırlar.