Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku

Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın garip olarak başladığı
ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor.
Diğer taraftan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),
risaletinin ilk zamanlarında iki Ömer’den biriyle dinin teyit buyrulması için
dua ediyor. Bu açılardan, bir beldede, iman ve Kur’ân hizmeti adına ilk adımlar
atılmaya çalışılırken, muhatap seçiminde, öncelikli olarak o beldenin garipleri
sayılabilecek kimseler mi, yoksa toplumun önderleri sayılan şahıslar mı esas
alınmalıdır?


Cevap: Değişik münasebetlerle üzerinde durulmaya
çalışıldığı gibi “gurbet” kavramının bizim mülâhazalarımız içinde çok önemli ve
oturmuş bir yeri vardır. O mülâhazalar çerçevesinde konuyu hatırlayacak olursak
şunları söyleyebiliriz: Herhangi bir yararı olmayan yahut ne bir yararı ne de
bir zararı söz konusu olan gurbetler olduğu gibi, faydalı ve Hak nezdinde makbul
gurbetler de vardır. Sorunuzdaki hadis-i şerifte beyan buyrulan gurbetin ise
ikinci kategoride değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ayrıca bilinmesi gerekir
ki, gurbet fertler için mevzubahis olabileceği gibi, aileler, toplumlar hatta
bir millet ve ümmet için de söz konusudur. Mesela inandıklarını ifade ve tatbik
etme imkânlarından mahrum bulunan ve yaşadıkları ortam içerisinde yabancılık
çeken fertler garip olduğu gibi, değişik kanallardan gelen baskılarla preslenen
ve günümüzün moda tabiriyle “mahalle baskısına” maruz bırakılan aileler de
gariptirler. Nitekim bir kısım İslâmî eserlerde; namaz kılınmayan muhitte
bulunan bir mescidin, fâsık bir kimsenin kalbinde ve okunmayan bir evdeki
Kur’ân’ın, zalim bir erkeğin nikâhı altındaki sâliha kadının, serkeş ve arsız
bir kadınla aynı evi paylaşan sâlih erkeğin ve hâlinden anlamayanların içinde
âlim kimsenin gurbeti olmak üzere fert ve toplum hayatında yaşanan çeşit çeşit
gurbetlerden bahsedilir. Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en büyük gurbet, hâlden
anlamayanların arasında bulunan mânâ erlerinin gurbetidir ve bu mânâdaki
gurbetin en büyüğü de, Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem)
gurbetidir, sonra da derecesine göre nübüvvet yolunu temsil etmeye çalışan
temsilcilerin gurbeti gelir.


İslâm Coğrafyası ve Gurbet


Gurbet denilince, günümüzde bütün bir İslâm dünyasının yaşamış olduğu gurbet
içre gurbetleri hatırlamamak mümkün değildir. Zira 1,5 milyara varan nüfusuyla
tarihin hiçbir döneminde ulaşamadığı bir kemmiyete kavuşmuş bulunsa da, ne yazık
ki bu mübarek coğrafya, şimdilerde, tarihin hiçbir devrinde yaşamadığı ölçüde
hüzünlü bir gurbeti iliklerine kadar hissetmektedir. Evet, dünyanın değişik
yerlerinde bulunan az sayıdaki dertli sine ve onların Allah rızası
istikametindeki bir kısım mini gayretleri istisna edilecek olursa –ki o mini
gayretler içinde de istenen seviyede, ihlâs, samimiyet ve kardeşliğin
korunabildiği iddia edilemez– İslâm coğrafyasında Müslümanlar hesabına ne halk
ne de idareciler seviyesinde, sağlam bir plan ve projeye dayanan, ileriye matuf,
kayda değer, ciddi bir çalışmanın var olduğu söylenemez. Bu açıdan denilebilir
ki, bizim dünyamız bir mânâda hesapsız ve mefkûresiz insanlar dünyasıdır. Evet,
başka ülke ve milletlerin karşısında âciz, bir silleyle sarsılabilecek, bir
kıvılcımla efradı birbirine düşürülüp birbirinin kurdu hâline getirilebilecek
içler acısı manzarasıyla bu coğrafya, katmerli gurbetler altında sürüm sürüm bir
hâldedir. Yüce Rabbimizden niyaz ederiz, bu ümmete, ulvî gaye ve yüksek mefkûre
sahibi, canını dişine takıp dünyanın dört bir bucağında diriliş soluklayan,
kardeşleriyle el ele yürürken çevresine hep emn ü eman hisleri neşreden ve bu
yolda attığı her adımını şer’-i şerifin kat’î nasslarıyla test eden müstakîm
mü’minler bahşeylesin; bahşeylesin de asırlar boyu yaşanan bu hazin gurbeti
onlar vesilesiyle hitama erdirip İslâm âleminin yüzünü bir kez daha güldürsün.


İlk Garipler


Asıl konumuza dönecek olursak, sorunuzda da ifade edildiği üzere
Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; “

بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ،
فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ


İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı
gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı
dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Müslim,
İman/232; Tirmizî, İman/13) buyuruyor.


Hadis-i şerifteki, “İslâm garip olarak başladı.” mübarek
beyanını, bu dinin; edasından, üslubundan, yolundan, mesajından, hâlinden
anlaşılamayan bir cahiliye atmosferinde neş’et ettiği ve onu temsil edenlerin bu
tür gurbetlerle imtihan olduğu şeklinde anlayabiliriz. Çünkü bilindiği üzere
Mekke müşrikleri uzunca bir zaman İslâm’a karşı direnmiş, onun bir avuç
müntesibine boykottan komploya, ondan her türlü eza ve işkenceye kadar
yapmadıkları despotluk ve zulüm bırakmamışlardı. Bir diğer taraftan İslâm, ilk
neş’et ettiğinde gariplerle temsil edilmiştir. Evet, o ilk temsilcilerinin
içinde toplumun ileri gelenlerinden hemen hemen hiç kimse yok gibidir.
Hatırlayacaksınız, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Dihyetü’l-Kelbî
(radıyallâhu anh) ile Roma imparatoru Hirakl’e mektup gönderdiğinde, Hirakl Ebû
Süfyan’ı çağırtmış ve ona bazı sorular sormuştu. O sorulardan birinde de,
Peygamber Efendimiz’i kastederek “O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir,
zenginler mi garipler mi?” diye sormuş; Ebû Süfyan da, “garipler” diye cevap
vermişti. İşte bu garipler, kendi toplumları içinde çok garip karşılanmış ve
ciğersûz denecek ölçüde çok garip muamelelere maruz bırakılmışlardır. Fakat o
mü’minler bunların hiçbirine takılmamış, her türlü “akabe”yi aşarak, Allah’la
münasebetlerini kusursuz denebilecek ölçüde devam ettirmiş ve din-i mübîn-i
İslâm’ın intişarında tarihin daha sonraki hiçbir döneminde görülemeyecek ölçüde
Allah’ın yüce adının bir bayrak gibi gönül burçlarında dalgalanmasına vesile
olmuşlardır.


İslâm’ın İzzeti ve Hazreti Ömer


Sorunuzun diğer vechesini teşkil eden hadis-i şerif ise, “

اللَّهُمَّ أَعِزَّ الْإِسْلَامَ بِأَحَبِّ هَذَيْنِ الرَّجُلَيْنِ
إِلَيْكَ بِأَبِي جَهْلٍ أَوْ بِعُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ


Allah’ım, şu iki adamdan –Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan– sana en sevimli
olanı ile İslâm’ı güçlendir.”
şeklindedir. Bu mübarek sözlerinin devamında
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “O iki kişiden Allah’a sevimli
olanı Ömer’di.”
(Tirmizî, Menâkıb, 18; Müsned, 2/25) buyurmuştur.


Bu beyan-ı nebevî her şeyden önce O Nebi-yi Zîşan’ın sinesindeki tebliğ aşk
ve iştiyakını göstermektedir. Nebiler Serveri’nin, uykularını kaçıracak ölçüdeki
o emsalsiz tebliğ sancısını değişik misalleriyle defaatle arz etmeye
çalıştığımdan burada sadece, Cenâb-ı Hakk’ın, ilâhî kelamında, O’nun hakkında,
Neredeyse –Kur’ân’a inanmıyorlar diye– Kendini helâk edeceksin!”
şeklindeki takdir edalı ta’dîlini hatırlatıp geçmek istiyorum.


İşte ihtimal Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o toplum içinde
Hazreti Ömer ve Ebû Cehil gibi kimseleri gözüne kestirmişti. Onların İslâm için
çok faydalı olabileceklerini, onlar vesilesiyle nice insanın kurtuluşa
erebileceğini düşünüyordu. Elbette ki hidayetleri için dua ettiği kimseler bu
iki zattan ibaret değildi. Belki pek çok kimsenin hidayeti için tek tek
isimlerini zikrederek Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarıyordu. Mesela, onlardan biri
Seyyidina Hazreti Hâlid (radıyallâhu anh) idi. Müslüman olmak için huzur-u
risaletpenâhîlerine geldiğinde Kâinatın İftihar Tablosu ona, “Hamdolsun
Allah’a ki, seni hidayete erdirdi. Ben zaten senin gibi akıllı bir insanın
İslâm’a yöneleceğini umuyordum.”
demişti. Demek ki, Hazreti Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Hazreti Halid ve onun gibi
din-i mübîn-i İslâm’a hizmet edebilecek, toplum içinde parmakla gösterilip
gözünün içine bakılan şahısların iltihakını bekliyor ve onlar için dua ediyordu.
Bizim gibi sıradan insanların bile, bazı zatlar hakkında, “Allahım, onun kalbini
imanla doldur, hem öyle doldur ki, tepeden tırnağa âdeta her tarafında iman
nümayan olsun.” diyerek dua ettiğimizi düşünecek olursanız, o En Büyük
Mübelliğ’in bu konuda nasıl yana yakıla yalvardığı zannediyorum daha iyi
anlaşılacaktır.


Çünkü çevresine müessir olabilecek bu tip insanların kazanılması hak ve
hakikatin intişarı adına çok önem arz eder. Bunlardan bazen bir düzine, bazen
birkaç, hatta bazen bir insanın “evet” demesiyle bile arkadan fevç fevç
dehaletler olabilir. Allah Resûlü’nün Yahudiler hakkında böyle bir ümit
taşıdığını biliyoruz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların kanaat önderi
diyebileceğimiz önde gelenlerinden birkaç kişinin Müslüman olmasıyla o dinin
müntesipleri üzerinde olumlu pek çok değişimin gerçekleşebileceğini düşünüyordu.
Ne var ki, Abdullah ibn Selâm, Vehb ibn Münebbih gibi birkaç kişi istisna
edilecek olursa, o toplumun önde gelenleri, geleceğini bildikleri ve hatta ne
zaman geleceğini dahi bildikleri dine ve onun resûlüne sıcak bakmadı; bakmadı ve
böylece hem kendileri hayatlarının en büyük kaybını yaşadı ve hem de onları
takip eden, onların peşinden giden nice insana hayatlarının en büyük haybet ve
hüsranını yaşattılar. Eğer o dönem Huyeyy b. Ahtab, Ka’b b. Eşref gibi şahıslar
Efendiler Efendisi’ne karşı küstahlıkta bulunup O’na saygısızca dil
uzatacaklarına O’nu anlamaya çalışsalar, büyüklüğünü kabul edebilseler ve
İslâm’a azıcık sıcak bakabilselerdi herhâlde onların peşinden giden nice insan
da hak ve hakikati kabullenmiş olurdu.


İşte meseleye bu perspektiften bakıldığında, karakteri ve toplum içindeki
konumu itibarıyla Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz’in
(aleyhissalâtü vesselâm) gözünden kaçması düşünülemez. Dolayısıyla da Efendiler
Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun hakkında Cenâb-ı Allah’a dua
etmesi –yukarıda zikredilen mülâhazalar ışığında bakıldığında– gayet yerinde
olur. Evet, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh)
kastederek, “Allahım onunla bu dini aziz kıl.” diye yalvarması O’nun hem tebliğ
sancısı, hem de fetanet ufku açısından gayet muvafık düşmektedir.


Zaten Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bereket dolu hayatlarına baktığımızda
bu hususu açık ve net bir şekilde görebiliriz. Çünkü onun Müslüman olmasıyla, o
dönemde çeşitli eziyetlere maruz kalan Müslümanların Allah ve Resûlü’ne olan
inançları daha bir kuvvetlenmiş, Kâdir-i Mutlak olan Rabb-i Kerimlerinin havl ve
kuvvetine itimatları daha bir artmıştır. Evet, Abdullah ibn Mes’ud hazretlerinin
de ifade buyurdukları gibi Hazreti Ömer’in İslâm’a dehaletiyle Müslümanlar
ruhlarındaki izzeti bir kere daha derinlemesine duymuştur. Allah Resûlü’nün bu
âlemdeki terakkisini tamamlayıp kendi ruh ufkunun enginliklerine yürümesinden
sonra da, Hazreti Ömer, Allah Resûlü’nün ikinci halifesi olmuş, İslâm’ın
intişarında çok önemli hizmetlerde bulunmuş, pek çok beldeler fethetmiş ve dünya
muvazenesini tehdit eden iki devleti hizaya getirerek Müslümanların bu
muvazenede hak ettikleri konumu ihraz etmelerine vesile olmuştur. Evet, ne
taraftan bakarsanız bakınız, o zat, tarihin emsalini kaydetmekten âciz kaldığı
müstesna bir kâmet, müstesna bir şahsiyettir.


Kimseyi İhmal Etmeye Hakkımız Yoktur


Buraya kadar anlatılanlardan şu sonuca varabiliriz. Allah Resûlü’nün
(aleyhissalâtü vesselâm) hayat-ı seniyyelerine bir bütün olarak bakıldığında O
Rehber-i Ekmel’in bütün ömrü boyunca hem toplumun ileri gelenleriyle meşgul olup
ilgilendiği, hem de kendini ifade edemeyen, ezilen, parya muamelesi gören
gariplere kucak açıp onlarla alâkadar olduğu görülür. Evet, Hazreti Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) bütün hayatı boyunca âdeta bu iki ucu bir
araya getirmek için kendini helak edercesine çabalayıp durmuştur. Tabiî o engin
sinesini bu iki ucun arasında kalan toplum kesimlerine de hep açık tutmuştur.


Meselenin bize bakan yönüne gelince: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde
de açık ya da kapalı, şöyle veya böyle dünyanın hemen her yerinde bir kast
sisteminin yaşandığı bir vakıadır. Ayrıca insanların donanımları nazar-ı itibara
alındığında toplumlar içinde her iki kesimin de her zaman mevcut olacağı
muhakkaktır. O hâlde gönüllüler hareketinin temsilcilerine düşen de, toplumun
hiçbir kesimini ihmal etmeksizin herkesi kucaklamak olmalıdır. Evet, vicdan
olabildiğince geniş tutulmalı, herkesin konumuna saygı duyulup diyalog zeminleri
oluşturulmalı, toplumun bütününe kucak açılmalı, hatta gelmeyen/gelemeyenlerin
dahi ayağına gidilmelidir. Bulunulan coğrafyanın şartları göz önünde tutularak
bir taraftan, toplumda önemli yerler ihraz eden akademisyen, parlamenter vb.
gibi söz söyledikleri zaman referans olabilecek kimselerle diyalog köprüleri
kurulmalı; diğer taraftan da yaşadıkları içtimaî hayat içerisinde değişik
mazlûmiyet, mahkûmiyet ve mağduriyetlerin zebunu olmuş gariplere el uzatıp
onlara destek olunmalıdır. Çünkü mesleğimiz herkese açık bir peygamber
şehrahıdır. Bundan dolayı bir taraftan içtimaî yapıda önemli konumları ihraz
etmiş insanlara hak ettikleri bir seviyede muamelede bulunulmalı, saygıda kusur
edilmemeli, düşünce dünyamızın daha başka gönüllere ulaştırılması adına onların
referanslarından istifade edilmeli; diğer yandan da içtimaî statüde daha alt
tabakalarda kalmış olan insanlara imkân hazırlanıp onların içine düştükleri
kompleksten çıkmalarına ve kendilerini ifade etmelerine yardımcı olunmalıdır.
Böylece o garipler, ezilmiş ve düşmüşlüğü tatmış olmanın verdiği anilmerkez bir
hızla şahlanacak ve Allah’ın izni ve inayetiyle üzerlerine düşen vazifeyi
hakkıyla yerine getireceklerdir.


Gurbetin İksiri Kurbet


Sözün başında koskocaman bir coğrafyanın hüzün dolu manzarasına işarette
bulunmuştuk. Fakat şu husus da asla unutulmamalı ki, İslâm dünyası Asr-ı
Saadet’ten bu yana pek çok gurbet yaşamış, ancak o gurbetlerin hepsi Allah’a
kurbet sayesinde zamanla aşılmıştır. Zaten gurbetin Allah’a kurbet ve düzgün
temsilden başka bir iksiri yoktur. Bir kısım pansuman tedbirlerle ne bir
mahallenin ne bir müessesenin ne de bir grubun baskısından yani gurbet
yaşamaktan kurtulmak kat’iyen mümkün değildir. Pansuman müdahaleleri çare olarak
görmek parya muamelesi altında ezik olarak yaşamaya devam etmek mânâsına gelir.
Evet, bütün gurbetler evvela Allah’ın izin ve inayetiyle, sonra da kimliğinden
fedakârlıkta bulunmayan, başkalaşmaya karşı direnen, dimdik duran, her defasında
bir kere daha bir İslâm mütefekkirinin ifadesiyle, “Yeniden bir kez daha İslâm”a
diyebilen iyi temsilcilerin göz dolduran temsilleriyle aşılmıştır.


Asrımızın Müslümanları olarak biz de dileriz ve Rahmeti Sonsuz’dan niyaz
ederiz ki, İslâm Dünyası; Moğol ve Haçlı işgalleri, Asya’da yaşanan
hercümerçler gibi hazin ve büyük gurbetlerden sıyrılıp kurtulduğu gibi, son
asırlarda içine düştüğü ve günümüzde en ağır şekilde yaşadığı hercümerçlerden de
bir an önce kurtulur. Ne var ki, bunun da ancak Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü
vesselâm) on dört asır evvel müjdelemiş olduğu o kendini ıslaha adamış kurbet
eri garipler sayesinde gerçekleşeceği asla unutulmamalıdır.