SORU: “Hizmette önde, ücrette geride olmak” düsturunda zikredilen “ücret” kavramına neler dahildir? Bizim için birer imtihan vesilesi olan ücretler nelerdir?
CEVAP: Ücret; karşılık, mükâfat, çeyiz, mehir manalarına gelir ve çoğulu “ücur” dur. Bir terim olarak ise; yapılan bir iş için belirlenen bedel, sa’y ve gayretin karşılığı demektir. Fıkıh ıstılahında, bir hizmet akdiyle bir ücret karşılığında meşrû olan bir işi yapmak üzere emeğini kiraya veren ve günümüzde ücretli, emekçi ya da işçi diye isimlendirilen kişiye de “ecir” denir.
Yapılan işin türüne ve çeşidine göre ücret de değişir. Bir insan, bir başkasıyla ortak çalışıyorsa, o ortaklıkta hissesine düşen kâr, onun ücretidir. Bir işçi iş sözleşmesinde belirlenen miktar kadar ücret elde eder. Bir hammal da sırtında taşıdığı yükün ağırlığınca ve gideceği yerin uzaklığına göre takdir edilen bir bedel alır ki onun ücreti de o bedeldir. Terzi ve ayakkabıcı gibi meslek erbabı, verilen işi yaptıktan sonra o işin bedelini hak etmiş olur ve alırlar. Önceden tayin edilen bir anlaşma süresi içerisinde, belirlenmiş bir ücretle sadece bir işveren için çalışan kişiler de vardır ki, bunlar tek işverene bağlıdır ve o süre içerisinde iş olmasa da ücretlerini alırlar. Devlet memurları da bunlara dahildir. Memurların aldığı ücrete “maaş” denegelmiştir ki, bu kelime de Arapça asıllıdır; “geçim” ve geçime esas teşkil edecek bir miktar manasına gelmektedir. Herhangi bir devlet müessesesinde çalışan bir memur bütün mesaisini oraya verdiği için bir manada zamanını satıyor ve ücret olarak onun karşılığını alıyor demektir.
Amel ve ücret, sa’y ve sermaye konusu, sosyal ihtilaller tarihine girmiş çok önemli bir meseledir. Nitekim; Bediüzzaman Hazretleri, “Şu âlemin ihtilâli nedir?” sorusuna “Say’in sermaye ile mücadelesidir.” diye cevap vermiştir. Zenginlerin, ücret mukâbilinde fakirleri kendilerine hizmetçi yapmalarının, yani, sermaye sahiplerinin ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmelerinin büyük ihtilallere sebebiyet verdiğine dikkat çekmiştir. Evet, sosyalistlik ve bolşeviklik sûretinde, önce Rusya’yı perişan eden, sonra da bütün dünyaya yayılan emek-sermaye kavgası zengin-fakir arasına öyle bir kin ve nefret sokmuştur ki, sabahtan akşama kadar on kuruşluk bir ücret için çalışıp didinen fakir insanların kalbine, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazanan sermaye sahiplerine karşı kin duygusu yerleşmiş, her yerde halk ayaklanmaları baş göstermiş ve bu şekilde başlayıp devam eden sınıf kavgaları senelerce sürmüştür.
İslâm toplumunda ecirlerin sömürülmesi mümkün değildir. İşçinin emeğinin karşılığı olan ücretin tam olarak ve zamanında ödenmesi dinimizin çok önem verdiği bir husustur. İslam, işçiyi korumak amacıyla sermaye sahiplerine bazı emir ve yasaklar getirmiş; mesela Kur’an-ı Kerim “Ölçü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin.” (A’raf, 7/85) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de, iş sözleşmesinde ücretin miktarının belirlenmesini ve bir işçinin daha teri kurumadan ücretinin ödenmesini emretmiştir.
Aslında, devlete ve millete ait işlerin, İslâm’ın ilk yıllarında olduğu gibi gönüllü olarak yapılması ve maişet için başka gelir vesileleri bulunması daha makbul bir yoldur. Hadd-i zatında her memur “Bu ülke benim ülkem, bu ülke için çalışmak da vazifem. Ben, yaptığım şu iş vesilesiyle milletime hizmet etmiş oluyorum; dolayısıyla, hizmetime karşılık herhangi bir ücret almayı da ayıp sayıyorum. Milletime hizmet ederken maaş da ne demek?” anlayışıyla çalışmalıdır. Fakat, kendini bir yere ve bir işe bağlayan, mesela kışlaya, adliyeye, emniyete, kaymakamlık ya da valilik dairesine sabah girip oradan ta akşam çıkan ve sürekli oradaki vazifesini düşünen bir insan, başka bir yerde daha çalışıp ailesinin geçimini sağlamaya asla vakit ve imkan bulamayacaktır. Dolayısıyla bir işe kendini adamış insanlara hayatlarını idame ettirebilecek ve başkalarına el açmayacak kadar bir ücret takdir edilmesi zaruridir.
Bu sistem insanların dine ve imana en safiyane hizmet ettikleri dönemlerde bile bir esas olarak ele alınmış ve uygulanmıştır. Cenab-ı Allah, ganimet mallarının müslümanlara taksimini meşru kılmış; hatta, ganimetin beşte birinin Allah hakkı için ayrılmasını emretmiştir (Enfâl, 8/41). Alimler, ganimetten pay verilecekler arasında Cenab-ı Allah’ın da sayılmasını, “teberrük” şeklinde anlamışlarsa da, burada müslümanların ganimet ya da o tür bir ücret alma hususundaki tereddütlerini kırmak için Cenab-ı Hakk’ın adeta “Ben de bir pay alıyorum” iması ve tenezzülât-ı ilâhiye söz konusudur. Ganimet taksimi ve bir ücret tayini Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) döneminde de, Raşid halifeler devrinde de uygulanmıştır. Vergi memurlarına, mülkî idarecilere ve kadılara maaş verilmiş; dahası, -Mevlâna Şiblî hazretlerinin Asr-ı Saadet serisinde anlattığına göre- Hazreti Ömer zamanında, davalı ve davacılar tarafından yapılabilecek rüşvet tekliflerine iltifat etmemeleri için kadılara çok yüksek bir ücret verilmeye başlanmıştır. Bir zaruret ve bir ihtiyaç bu şekilde giderilmiş; insanlar başkalarına el açma durumunda bırakılmamıştır.
Dini Hizmetler ve Ücret
Şu kadar var ki, ibâdetler ve muâmeleler konusunda Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak bir tâat olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm okuma ve okutma, dinî ilimleri öğretme, imamlık, müezzinlik, müftülük ve vâizlik gibi meslekleri îfa etme de birer taattır; dolayısıyla bunlara karşılık ücret alınıp alınamayacağı hususunda görüş ayrılıkları olmuştur. İlk dönem fukahası bu hizmetlere bedel hiçbir ücret alınamayacağı hükmünü verse de “Müteahhirun devri” de dediğimiz genelde hicrî üçüncü asırdan ve özellikle de beşinci asırdan sonra gelen âlimler Kur’ân-ı Kerîm eğitimi ve öğretiminin para karşılığı yapılabileceğine fetva vermişlerdir. Daha sonra bu fetvaya imamlık, müezzinlik, vaizlik ve müftülük gibi hizmetler de eklenmiştir. Çünkü, zamanla herkes kendi geçim derdine düşünce bu işleri ücretsiz yapabilecek insanlar azalmış ve dini hayatın zayi olması ihtimaline binaen böyle bir uygulama başlatılmıştır.
Gönül ister ki, Kur’an öğretilirken de, imamlık yapılırken de, hadis gibi dini ilimler okutulurken de hiçbir karşılık beklenmese, ücret alınmasa.. çünkü, dini anlatmak ve dinin emirlerini öğretmek Peygamberlik mesleğidir; Peygamberlik mesleğinde de ücret talebi söz konusu değildir. Fakat, bir insan, başka türlü geçimini temin etme imkanı bulamayacaksa, ailesine ve çocuklarına haram ya da şüpheli şeyler yedirmesi söz konusu olacaksa, o zaman, yaptığı iş dine hizmet bile olsa ihtiyaç miktarı bir ücret almak zorundadır. Evet, asıl arzulanan ve daha faziletli olan dine ve millete hizmet yolunda ücretsiz çalışmaktır; ama bu, ücreti bütün bütün nefyetme demek de değildir. Ücreti tamamen kaldırırsanız, arzu ettiğiniz şekilde bir iş ortaya koyamazsınız. Çünkü insanların çoğu “Ben sizden bir ücret beklemiyorum, benim ücretim âlemlerin rabbi Allah’a aittir” (Şuarâ sûresi, 26/109) mealindeki âyetin işaret ettiği Peygamber istiğnasını kavrayacak ve ona göre yaşayacak kıvamda değildir.
Evet, ücretsizlik ve beklentisizlik Peygamberlik mesleğinin şiarıdır.. çok çalışma, hep koşturma, sürekli sa’y etme, zahmet çekip meşakkatlere katlanma, hayatı istihkar ederek ölüp ölüp dirilme ama bütün bunlara bedel hiçbir şey istememe Peygamberlik mesleğinin hususiyetidir. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah’ın salat ve selamı Efendimizin ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.) efendilerimizin hep aynı cümleyi tekrar ettikleri ve aslında bu sözün bütün peygamberlerde bulunan aynı duygu ve düşünceyi yansıttığı ifade edilmektedir. Hepsinden yükselen ses, “Bu hizmetten dolayı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan ancak Rabbülâlemin’dir.” sadâsıdır. Onların herbiri kendi dönemleri itibariyle bu duyguda olan insanların prototipi olduğundan umumun kanaatini seslendirmişlerdir. Tebliğ insanı, yaptığı bu kudsî vazife karşılığında hiçbir ücret talep etmemelidir. Bu ücret, ister maddî ister manevî olsun, mutlak surette ihlâs ve samimiyete gölge düşürür. İhlas ve samimiyete gölge düştüğü zaman da, o işin tesiri kırılır. Hatta değil maddî ücret karşılığında tebliğ yapılması, yapılmakta olan tebliğden manevî bir haz ve lezzet alınmasının dahi, tebliği samimi olmaktan çıkaracağı endişesi taşınmalıdır.
Hazreti Üstad, hediye kabul etmemesinin sebeplerini anlatırken Yâsîn suresinde anlatılan ve beklentisizliğe dikkat çeken bir mübarek Zat’ı da yâd eder: Hazreti Mesih’in havarileri, bazı rivayetlerde Antakya olduğu söylenen yere gittiklerinde, zamanın idarecileri hemen onların hapsedilmelerini isterler. Havarilerin hapsedildiğini duyan Habib-i Neccar koşa koşa onların yanına gider ve ilgililere hitaben, “Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun..” (Yâsîn, 36/21) der. Kur’ân bu âyetle, bir tebliğ ve temsil insanının iki özelliğini nazara vermektedir: Birincisi, tebliğcinin önce kendisinin hidayette olması; ikincisi ise, yaptığı vazife mukabilinde kimseden bir şey istememesidir.
O Bütün Hizmetlerde En Öndeydi
Demek ki, inandırıcı olmanın referansı, beklentisizliktir. Karşılığında bir bedel alınan şey samimi olmaktan nisbeten uzaktır. Bu hususa da değinen Üstad hazretleri, “Hattâ muhabbetin de ihlâsla bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.” demiş; bir zatın, bu ihlâslı muhabbeti, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.” diyerek tarif ettiğini ve hâlisâne muhabbetin karşılıksız olması gerektiğini söylemiştir. Ona göre, halis muhabbete tam mânâsıyla anneler mazhardırlar. Hatta bu “anne” sözü öyle şumullü ve öyle umumîdir ki, yırtıcı arslandan alın da tavuğa kadar.. bütün hayvanlar âlemindeki anneler de bu muhabbetten nasiptardır. Bu nasipten dolayıdır ki, onlar yavruları için ölür ölür dirilirler ve karşılığında da hiçbir şey beklemezler. Annelerin, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat ve bir rüşvet istemediklerine delil ise, hayatlarını bile onlar için feda etmeleridir. Onlar, evlatlarına bakar, onları büyütürler; sonra bir gün gelir, o yavrular annelerini de tanımıyormuşçasına çeker gider ve kendi başlarınının çaresine bakarlar. Fakat, anne onlara sitem bile etmez. İnsanî validelerde şuur, his ve zihin olduğundan, mâzî ve sergüzeşt-i hayat orada depolanıp arşivlendiğinden, onlar yer yer çocuklarına minnet edebilir; “Ben seni ne zorluklarla büyüttüm; senin için geceler boyunca uykusuz kaldım” gibi şeyler diyebilirler. Bu hususta, hayvanî validelerin muhabbeti daha samimi ve daha hâlisânedir; onlar hiç minnet etmezler. İşte, bu katışıksız, samimi, halis ve beklentisiz muhabbete “şefkat” diyor, bütün anneleri birer “şefkat kahramanı” olarak yad ediyor ve şefkati mesleğimizin de bir esası sayıyoruz.
Enbiyâ-ı îzâm efendilerimiz ücret istememiş, karşılık beklememişlerdir ama her zaman vazife başında, hizmette önde ve her hayırlı faaliyetin bizzat içinde olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı bunun örnekleriyle doludur: Hazreti Mikdad, Uhud Savaşı’nda herkesin dağıldığı bir esnada, düşman saldırıları karşısında Allah Rasûlü’nün bir adım olsun geri gitmediğini anlatır. “Allah’ın arslanı” lakabıyla tanınan şecaat kahramanı Hazreti Ali, “Biz savaşın kızıştığı, gözlerin yuvalarından fırladığı zamanlarda Rasûlullah’ın arkasına sığınır, o sayede korunurduk.” der. Huneyn Savaşı’na bakarsanız bu sözün en güzel misalini görürsünüz: Savaşın kargaşası içinde Rasûlullah vadinin sağ tarafına doğru çekilir. Bazıları bunu bir geri çekilme gibi değerlendirir; oysa, o bir savaş taktiğidir; bozguna uğramış gibi bir tavır sergilenip düşman bir çember içine alınmıştır. Karşı cephenin askerleri zafer sarhoşluğuyla koşarken Allah Rasûlü müslümanlara, “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Yalan yok, ben Rasûlullahım; Ben Abdülmüttalib’in torunu, Abdullah’ın oğlu Muhammedim” diye seslenir, Hazreti Abbas’ın da halkı çağırmasını ister. Hazreti Abbas “Ey Akabe’de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında Rasûlullah’a söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?” diye haykırınca Ashab efendilerimiz “Lebbeyk yâ Rasûlallah” diyerek koşup O’nun çevresinde toplanırlar. O, “İşte ocak şimdi kızıştı” buyurur, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlatır; saldırıya geçilirken yine en önde O vardır.
İnsanlığın İftihar Tablosu, orada önde olduğu gibi hizmetin her çeşidinde her zaman önde bulunmuştur. Bundan dolayı da, bütün tehlike dolapları herkesten önce O’nun başında dönüp durmuştur. Kur’an-ı Kerim, müslümanlar hakkında kurulan komploları âdetâ Efendimiz’e tahsis etmiş ve şöyle demiştir: “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, ya da seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da onların tuzaklarını başlarına çevirecek şartları halk ediyordu. Allah tuzak kuranların tuzaklarını bilen ve onlara kendi komplolarıyla cevap verenlerin en hayırlısıdır. (Enfal, 8/30) Görüldüğü üzere, elini kolunu bağlayıp zindana atma, öldürme ya da belde dışına sürme gibi mekrin değişik dalga boyundaki zuhurları olan bütün komplolarda gayr-i sarih mef’ul Efendimiz’dir; bütün planlar onun üzerine yapılmıştır. Çünkü, O bütün hizmetlerde en öndedir; O’na karşı kurulan bir tuzak aynıyla din ve dava aleyhine hazırlanan bir komplodur.
Peygamberlerin Yolu
Şefkat Peygamberi, hizmette önde olsa da hiç ücret beklememiş; “Sizin için şunu yaptım, bunu ettim” dememiştir. Ashabı için nasıl büyük bir nimet olduğunu ifade ettiği anlar bile sayılabilecek kadar azdır ve Huneyn ganimetlerinin dağıtımından sonraki konuşmasında olduğu gibi o türlü hatırlatmaları da bir problemin önünü almak ve Ashabı teyakkuza davet etmek içindir. Bildiğiniz gibi, Huneyn’de elde edilen ganimetleri Allah Rasûlü, daha ziyade gönüllerini İslâm’a ısındırmak istediği insanlara dağıtmış ve bazı şahıslara hususiyet arz edecek şekilde paylar vermişti. Ancak bu taksim, Ensar’dan bilhassa gençleri biraz rahatsız etmişti. Hatta bazıları; “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, halbuki en fazla payı da onlar alıyor.” demişlerdi. Bunu söyleyenler birkaç genç de olsa, eğer bu fitne durdurulamazsa, önü alınamaz bir yangın haline gelebilir ve o yangın bazılarını ebedî ateşe sürükleyebilirdi. Çünkü, Allah Rasûlü’ne karşı yapılacak bir itiraz, insanı dinden, imandan edebilir ve ebedî hasarete uğratabilir. Bunun üzerine, Efendimiz hemen Ensar’ın toplanmasını ve aralarına başka kimsenin de alınmamasını emretti. İşte orada kendisinin nasıl bir nimet olduğunu hatırlattı: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Siz, birbirinizle düşman değil miydiniz; Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Bütün bu sorular karşısında da Ensar topluca “Evet, evet, minnet Allah’a ve Rasûlü’nedir!” demiş ve hele “Herkes evine, deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmek istemez misiniz?” hitabını duyunca hepsi gözyaşına boğulmuşlardı. Böylece o fitnenin de önü alınmıştı.
Peygamber Efendimiz’in yaptığı iyilik, insanlara doğru yolu göstermek ve Cennet’i kazandırmaktır.. kâinatın çehresine nur saçıp varlığın doğru okunmasını sağlamaktır.. tekvînî emirlerin dilini çözüp te’vile ve yoruma hazır hâle getirmektir.. hayatın gâyesini öğreterek insanları kaostan kurtarmak ve kurtuluş vesilelerini talim buyurmaktır.. beşerin geçeceği yolları nurlandırmak ve onları ebedî saadete açılan koridora ulaştırmaktır. Rasûl-ü Ekrem, insanlığa, hususîyle de kendi muasırlarına bunların hepsini, Allah’ın izniyle, bilvasıta lutfetmiştir ve karşılığında da asla “Ben size şunu yaptım, bunu ettim” dememiştir. Çünkü, Peygamber Rahmânî’dir; “yaptım, ettim, kurdum, eyledim” sözleri ise şeytânîdir. “Benim ilmim, benim tecrübem, benim gayretim ve benim başarım” lafları şeytanın hırıltılarıdır. Kutlu Nebî, böyle şeyleri hayaline ve rüyasına bile misafir etmez; çünkü O, beklentilerden, hak iddialarından ve bedel arayışlarından uzak insandır.
Nitekim, Yüce Allah, Peygamber Efendimiz’e de, “De ki: Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, ücret sizin olsun! Benim ücretim yalnız Allah’a aittir ve O, her şeye şahittir.” (Sebe’, 34/47) buyurarak, nübüvvetin ulvî ve ilâhî yönünü nazara vermiştir. Bu beklentisizliğin neticesidir ki, Allah Rasûlü, İslâm’ı tebliğden vazgeçmesi karşılığında kendisine sunulan Mekke’nin emirliği, saltanat, mal-mülk gibi cazip dünyevî teklifleri hiç düşünmeden reddetmiş; “Ay’ı bir elime, güneşi de diğerine koysalar, vallahi ben bu vazifemden vazgeçmem.” demiş; fanî şeylere değer vermemiş, üsve-i hasene olan nuranî ve rabbanî bir hayatı tercih etmiştir.
Ücret Çeşitleri
Peygamber Efendimiz yaptığı ulvî vazifesine karşılık maddi hiçbir bedel beklemediği gibi hiçbir zaman farklılık ve faikiyet mülahazalarına da girmemiş, tevazu ve mahviyetten ayrılmamıştı, ayrılmazdı da. Çok kere O’nun meclisine ilk gelenler, Peygamberin kim olduğunu bilemez; ancak sahabînin tavırlarıyla veya O konuşmaya başlayınca, Allah Rasulü’nü ayırt edebilirlerdi. O kendisini diğerlerinden ayıran herhangi bir davranışta bulunmaz, varlığını hissettirmeye çalışmaz ve bir yere girdiğinde kendisine ayağa kalkılmasını bile istemezdi. Çünkü, bunlar da bir nevi ücret sayılırdı.
Evet, ücret meselesini dar bir çerçevede ele almamak gerekir; o sadece yapılan bir iş için belirlenen maddî bedel değildir. İşlerin önünde bilinme, kıdem sahibi olma, halkın teveccühü, makam, mansıp, şan, şöhret, rütbe gibi şeyler de birer ücrettir; onlara gönül bağlama da bir çeşit ücrete dilbeste olma demektir ve o türlü beklentilere girme de bir aldanmışlıktır. Bir büyük olarak kabul görme, saygın bir insan yerine konma, mesela “abi, efendi, hoca, alim, pîr ve üstad” şeklinde çağrılma da yapılan hizmetler karşısında bir bedeldir. Bunlar, bir insanın istek ve iradesi dışında karşılaştığı şeylerse ve o insan bunlara bir istidraç olabilecekleri mülahazasıyla temkinli yaklaşıyorsa zararsız olabilir. Aksine insan, bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindeyse, başkalarının kendisine tazim etmesini arzuluyorsa, sözlerine her şeyin üstünde değer verilmesini istiyorsa, hizmetlerine karşılık kıdemine uygun bir mukabele umuyorsa, işte o zaman, “Bütün iyi işlerinizin semerelerini dünya hayatınızda tükettiniz.” (Ahkaf, 46/20) ayetinin tokadına o da müstehak olur ve ahiret meyvelerini burada yiyip bitirme, ötelere müflis olarak gitme gibi kötü bir akıbete uğrar.
Ücret kavramı çok umumîdir ve pek çok beklenti onun muhtevasına dahildir: “Bunca sene hizmet ettim, bu daire içindeki insanlar eğer insaflı iseler, artık bana siyasî imkan vermeliler ve ben de milletvekili olmalıyım” diyen; bir müsteşarlık, bir genel müdürlük gibi herhangi bir makam sevdasına düşen; parmakla gösterilen, gözünün içine bakılan, kendisine ayağa kalkılan, gittiği her yerde i’zâz u ikrâmla karşılanan ve hep baş köşeye oturtulan biri olma arzusuna kapılan.. insanların hepsi değişik ücret ve beklentilerin kulu ve köleleridir. Böyle insanlar, daima kendilerini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır; mübalâğalarla, hatta yalanlarla sürekli kendilerini methederler. Bunların hali, Üstad hazretlerinin ifadesiyle, ders aldığı Amme cüz’ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuğun ya da elmas kıymetindeki hasenâtını ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, beklentilere ve enâniyete feda eden ahmak bir insanın hali gibidir.
Hasılı, bizim vazifemiz Allah’ın adını bütün aleme duyurmak, insanlara salih amellerin yolunu göstermek ve onları bütün kötülüklerden alıkoymaya çalışmaktır. Bu vazifeyi peygamberler ve her devirde onların mesleğini temsil edenler ücretsiz yapmışlardır. Öyleyse, bizim de külfet ve hizmet zamanında nefsimizi öne çıkarıp çalışmamız, ücret alma ve maddî-manevî hazlardan istifade etme anlarında da en geride durarak adeta kendimizi unutmamız/unutturmamız icap eder. Hadd-i zatında, mesleğimizin bir esası olan şefkat de bunu gerektirir; zira şefkatte hiçbir karşılık beklememek esastır.
Bediüzzaman hazretleri “Bu dünya, dârü’l-hizmettir; dârü’l-ücret ve mükâfat değildir. Buradaki a’mâl ve hizmetlerin ücretleri berzahta ve âhirettedir; onlar orada meyve verir.” der. Öyleyse, ahirette meyve verecek amellerin neticelerini dünyada istememek gerektir. Eğer burada verilirse, o zaman da, memnun olarak değil, mahzunâne ve temkinle kabul edilmelidir. Çünkü, Cennetin meyvelerini, bu dünyada fâni bir surette yemek, akıl kârı değildir.
Keşif, keramet ve ruhani zevkler de bir çeşit ücrettir. Bunlar da beklenmemeli, istemeden verilince de gizlenmeli; gurur ve kibre değil şükür ve ubudiyette derinleşmeye vesile edilmelidir.
Gelin, biz salih amellerde ölesiye koşturalım; dine ve millete hizmetin söz konusu olduğu her yerde en önde bulunalım; en ağır yükleri biz omuzlayalım.. fakat, “şimdi mükafat zamanı” dendiğinde de hemen gerilerin gerisine kaçalım.. hatta gerilerin gerisinin gerisini arayalım ve hiç hatıra gelmeyecek bir yer bulalım. Öyle bir yerde ve öyle bir duruşla duralım ki, bize bakanlar “Acaba o büyük hizmetlerde bunun da emeği ve alın teri yok muydu ki böyle dışarda duruyor?” desinler, mükafat alacaklar sırasında bizi göremesinler ve bize de bir ücret ödemeyi düşünmesinler. Biz kat’iyen, “yaptım, çattım, kurdum, işlettim, başlattım; ilmim, bilgim, malım, mülküm, tecrübem ve kabiliyetlerim” demeyelim. Hazreti Adem’den günümüze kadar bu sözleri hep Firavunlar söylemişlerdir; bu sözleri söyleyen ve bu mülahazaları taşıyan kimseler de içlerinde az çok firavunluk taşıyorlar demektir. Hiçbir peygamber “ben yaptım, ben ettim” iddiasında bulunmamıştır. Peygamberler ve onların takipçileri hep “O” demiş, O’nu göstermişlerdir; her devrin Firavunları da sürekli “Ben” diye kükremiş ve nazarları kendilerine çevirmeye çalışmışlardır. “Peygamberlerin yolu mu, firavunların izi mi?” dense ve bir tercihte bulunması istense her mü’minin yöneleceği istikamet bellidir. Öyleyse, bizim yapmamız gereken de o yöne dönmek ve sık sık istikamet üzere olup olmadığımızı kontrol etmektir.