İçindekiler
Soru: Hadis-i şerifte, her hak sahibine hakkının verilmesinin gerekliliği vurgulanıyor. Bunu dengeli yapmanın yolu nedir?
Cevap: Esasen bu mevzuda, aynı mazmuna sahip meşhur iki hadis vardır. Birinde (Buhârî, savm 54; Müslim, sıyam 182), Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) bazı sahabilere nasihatleri, diğerinde ise (Buhârî, savm 50), Ashab-ı Kiram’dan Hazreti Selman-ı Fârisî’nin, diğer bir sahabi olan Ebu’d-Derdâ hazretlerine olan nasihati ve bunu öğrenen Allah Resûlü’nün, “Selman doğru söylemiş.” diyerek onu tasdik etmesi söz konusudur.
Bahis mevzuu edilen hadislerde ve benzeri âyet ve hadislerde de belirtildiği gibi insanın yerine getirmesi gereken görevler ve riayet etmesi gereken haklar vardır. Allah hakkı, nefsin hakkı, anne baba hakkı, eş hakkı, çoluk çocuğun hakkı, bakıma muhtaç akrabaların hakkı, himaye ve vesayetimize muhtaç kimselerin hakkı, üzerimizdeki hakların başlıcalarıdır. Bir mü’minin hiçbir hakkı ihmal etmeden her hak sahibine hakkını vermesi çok önemlidir ve bir o kadar da dengeli olunması gereken bir konudur.
Zât-ı Ulûhiyet’in Hakkı
İnsanın üzerine terettüp eden haklar aynı derecede değildir. Bazıları çok daha önceliklidir. Elbette bütün hakların başında Zât-ı Ulûhiyet’in hakkı gelir. Bizi varlık sahnesine çıkaran, can veren, insan olarak yaratan, şuurla donatan, diğer varlıklardan üstün kılan, İslâmiyetle şereflendiren O’dur. O’nun hakkına denk bir hak yoktur. Bir milyon sene yaşasak ve bütün ömrümüzü ibadetle, dine hizmetle geçirsek yine de Rabbimizin hakkını eda edemeyiz. Nitekim bir hadis-i şerifte, ömrünü ibadetle geçiren bir kulun, yaptığı bütün ibadetlerin bir gözün şükrüne bile mukabil gelmediği beyan edilir. (Hâkim, el-Müstedrek, 4/278)
Sadi’nin Gülistan’ında ifade ettiği üzere her nefes iki şükrü gerektirir. Zira insan nefes alamasa ölür, aldığı nefesi veremese yine ölür. Bir nefes alıp vermede bile Allah insana iki defa hayat bahşeder. Zat-ı Ulûhiyet’in hukukuna bu açıdan bakarsanız, nasıl altından kalkılması güç ağır bir yük olduğunu, başka haklarla mukayese ve muvazene edilemeyeceğini anlarsınız. Aynı şekilde O’na ibadet etmenin nasıl tabii bir sorumluluk olduğunu da. Çünkü sadece kendisine ibadet ettiğimiz Mabud-u Mutlakımız, hayatın gayesi yapılmaya tek hak sahibi Maksud-u Bi’l-istihkakımız O’dur. O’na kulluk etmek insan olmamızın gereğidir. Şayet Allah’ın hakkını eda etmeye kalksak, başka hiçbir hakka sıra gelmez.
Bununla beraber Cenab-ı Hak bizden üzerimizdeki nimetlerin büyüklüğü ölçüsünde bir vazife istemiyor. Belki yirmi dört saatin sadece bir saatini namaza ayırmamızı, senenin bir ayında oruç tutmamızı, kazancımızın kırkta birini zekât olarak vermemizi ve imkânımız olduğu takdirde ömrümüzde bir defa hacca gitmemizi istiyor. Eğer bir insan nail olduğu nimetler karşısında bu kadarını da çok görüyorsa ona “insaf!” denir.
Öte yandan Allah Teâlâ, Kendi hakları yanında başka hakları da hak kabul etmek ve bizden onların da karşılığını eda etmemizi istemek suretiyle Kendine karşı sorumluluk ve vazifelerimizi daraltıyor, küçültüyor. Âdeta “Bana karşı şu kadar kulluk yaparsanız, Ben bundan razı olurum.” buyuruyor. Kulluk ve ibadeti kolaylık esasına bağlıyor. Üstelik O’na karşı vazifelerimizi yaptığımız takdirde bizlere ebedî Cennet nimetlerini vaat ediyor. Bütün bunlar da O’nun engin merhametinin bir tecellisidir.
Allah Resûlü’nün Yolu
Sahabe efendilerimiz, Allah hakkının büyüklüğünü çok iyi kavramışlardı. Birçoğu itibarıyla, dinin her bir Müslümana yüklediği objektif hükümlerin yanında, Allah’a daha fazla ibadet etmek istiyorlardı. Hatta bir seferinde onlardan bazıları gece boyu ibadet etmeye, hiç aralıksız oruç tutmaya, ailelerinden uzak durmaya karar vermişti. Bu hususta gayri tabii yollara başvurmaya niyetlenenler dahi vardı. Ne var ki bu, Peygamber Efendimiz’in yolu değildi. Çünkü O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâmil manada ibadet ü taat yapmanın yanında ailesiyle meşgul oluyor, ashab-ı mesalihi (ihtiyaç sahipleri, ihtiyaçlarının görülmesi için başvuran kimseler) dinliyor ve toplumun sorunlarıyla meşgul oluyordu. Zamanını çok iyi planlıyor, işleri çok iyi taksim ediyor, mesaisini çok iyi tanzim ediyor ve böylece yapması gereken bütün işleri arızasız, kusursuz götürüyordu. Fakat sahabe efendilerimiz bir bakıma şöyle düşünüyorlardı: “Allah, âyet-i kerimenin açık beyanıyla Nebiyy-i Ekrem’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir. (Fetih sûresi, 48/2) O bir peygamberdir. Ama biz O’nun gibi değiliz. Allah bizden her şeyin hesabını soracak. Bu yüzden biz dünyadan el etek çekip ibadetle dolu bir ömür geçirmeliyiz.”
Ne var ki onların bu düşüncesi, Nebiyy-i Ekrem’in (aleyhisselatu vesselam) sünnetine muhalifti. Allah Resûlü onlara, ruhunda kolaylık bulunan yaşanabilir bir din teklif ediyordu. Onlar yapmaya azmettikleri o ağır kulluğa bugün güç yetirseler de yaşlandıklarında altından kalkamayabilirlerdi. Nitekim Abdullah İbn-i Amr İbn-i As nafile oruç tutma hususunda Hz. Peygamberin hafifletme çabalarına rağmen kendisinin daha fazlasına güç yetirebildiğini söylemişti. Ancak yaşlandığında, “Keşke Allah Resûlü’nün bana yaptığı tavsiyeleri tutsaydım.” itirafında bulunmuştu. (Buhârî, savm 54; Müslim, sıyam 182) Sahabenin en âbidlerinden olan bu sahabi, yaşı ilerlediğinde, önceden yaptığı ölçüde kullukta bulunmakta zorlanmış fakat başladığı ibadetleri de bırakmak istememiştir.
Hakikat ve orta yol bu olmakla birlikte, bu şekilde düşünen sahabenin durumunu da yanlış değerlendirmemek gerekir. Onların inhiraf ettiğini düşünmek doğru değildir. Onların niyetleri, Allah rızasını kazanmak ve bunun yolu olan kullukta kendi sınırlarını zorlamaktı. Onların bu azim ve kararlılıkları Allah Teâlâ’nın hakkını teslim etme düşüncesine dayanıyordu. Bu sayede ahirette Resulüllah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) ayrı düşmeyeceklerine inanıyorlardı. Fakat bu mevzuda, peygamber ölçüsünde itidali koruyamamışlardı. Allah Resûlü de müstakim ve fıtri olan yolu onlara tavsiye etmişti.
Mevzu-u bahis olan hadislerdeki mazmun şu idi:
“Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, bedeninin hakkı var, ehlinin hakkı var… Her hak sahibine hakkını ver.”
Buradan anlaşılan mana şudur: Bir mü’min, dinî emirleri yerine getirme konusunda kusur etmeyeceği gibi, aynı zamanda nefsinin haklarına da riayet etmeli, ailesinin hukukunu da gözetmelidir.
Mü’min için yerine getirilmesi gereken hakların hiçbirini ihmal etmeme, önemli bir gaye olmalıdır ve bunu yaparken bir hak diğerine mâni olmamalıdır. Allah yolunda yapılan ibadet u taat dahi insanın kendisini, ailesini, anne babasını, çocuklarını ihmal etmesine engel olmamalıdır. Mesela, Allah yolunda hizmet etmek, anne-babanın hukukunu çiğnemeye bir gerekçe olamaz. Zira Cenab-ı Hak, Kendisine ibadet etmemizi emrettikten hemen sonra anne babaya ihsanda bulunmamızı emretmiştir. (İsrâ sûresi, 17/23) Hele hele bir kimse, ihmal ve tembelliğine gerekçe bulma adına ibadeti veya hizmeti öne sürüyor ve böylece anne-babasının, eşinin, çoluk çocuğunun hukukunu ihlal ediyorsa, onun cürmü çok daha büyük olur. Bu konuda çok insaflı ve dengeli olmak zorundayız.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’la olan güçlü münasebetine, sorumluluğunun ağırlığına, üzerine terettüp eden vazifelerin büyüklük, ciddiyet ve hassasiyetine rağmen ailesinin hakkını gözetme konusunda bize teferruat gelebilecek hususları dahi ihmal etmiyordu. Her gün ikindi namazı sonrası ezvâc-ı tâhirâtın yanına uğruyor, hâl ve hatırlarını soruyor, ihtiyaçlarını gideriyordu.
Sadece şu örnek bile O’nun haklara riayette ne kadar hassas olduğunu gösterir: Vefat ettiği hastalığında, Aişe Validemiz’in yanında bulunmayı arzu etmişti. Muhtemelen o mübarek anamızın Allah’a açık ayrı bir yanı, ayrı bir hususiyeti vardı. Fakat Allah Resûlü, sağlığında, sırasıyla eşlerinin yanında kalıyor ve onların hukukunu ihlal etmiyordu. Birinin evinde bulunduğu sırada bu arzusunu sadece, “Yarın neredeyim?” sözüyle dile getirdi. Durumu anlayan mübarek analarımız da O’nun arzusunu yerine getirdiler. Bu nasıl bir hassasiyettir Allah aşkına! Oysaki mübarek eşleri dahi olsa kimsenin Peygamber’e karşı hak iddia etmesi söz konusu olamazdı. O’nun bütün ümmetinin her bir ferdinin üzerinde öyle büyük bir hakkı vardır ki hiçbirimizin o hakkı ödememiz mümkün değildir. O olmasaydı ne Ebu Bekir imanı bulurdu, ne Aişe Aişe olurdu ne de başkaları hidayete ererdi. Akif’in ifadesiyle: “Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet”
O (sallallahu aleyhi vesellem), evlatlarının hakkını, hatırını gözetmede de çok hassastır. Hz. Fatıma, Hz. Ali’nin de teşvikiyle Efendimiz’e gelir ve bir şeyler talep eder. Fakat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), daha muhtaç durumda bulunan kimselerin varlığını dile getirerek onun bu talebini yerine getiremeyeceğini söyler. Fakat Efendimiz, Hz. Fatıma’nın üzülmüş olabileceğini bildiği için hemen arkasından evine gelir. Hazreti Fatıma ile Hazreti Ali uzanıyordur. Kalkmak isterler, mani olur. Onların yanına oturur, istedikleri dünyalıklardan daha hayırlı olduğunu söyleyerek onlara bazı zikirler, bazı dualar öğretir ve kızının gönlünü alır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/203) Görüldüğü üzere İnsanlığın İftihar Tablosu, ağır peygamberlik misyonunu bihakkın yerine getirmesinin yanı sıra zimmetine terettüp eden hiçbir hukukta da kusur etmemiştir.
Haklar ve Mesai Tanzimi
Şayet mesainizi çok iyi tanzim eder, vakit israfına girmezseniz, Allah’a ibadetin ve yapacağınız hizmetlerin yanında üzerinize terettüp eden daha başka hakları da yerine getirme imkanı bulursunuz. Her hak sahibine hakkını vermek istiyorsanız hayatınızı çok disiplinli ve planlı yaşamak zorundasınız. Hangi günde, hangi saatte ne yapacağınız belli olmalı ki hiçbir vazife ihmal edilmesin. Saniyesini israf etmeden vaktinizi çok iyi değerlendirmelisiniz ki diğer işlere vakit kalsın. Mesela önemli bir konuda istişare mi yapacaksınız, vaktinizi laf-ü güzafla israf etmemelisiniz. Önceden ne konuşacağınızı, ne diyeceğinizi iyi düşünmeli, hatta irticalin esnekliğine bırakmadan meselelerinizi bir yere not etmelisiniz. Aksi takdirde söz sözü açar, hikâye uzar gider ve yarım saatte halledilmesi gereken bir iş saatlerinizi alır götürür. Bu sefer ne kitap okumaya ne sohbet-i Canan’a ne de ailenizle ilgilenmeye vakit bulabilirsiniz. Fakat zamanınızı verimli kullanırsanız, kitabınızı da okursunuz, yatmadan evde çoluk çocuğunuza da yetişirsiniz ve onları tebessümlerinizden mahrum etmezsiniz.
Esasen aile fertlerinin içtimai bir mukavele yapar gibi belli konularda oturup anlaşmaları, ne zaman ne yapacaklarına karar vermeleri ve sonrasında da bu kararlara uymaları ailenin huzur ve saadeti açısından oldukça önemlidir. İstemeden bir hak ihlali söz konusu olduğunda da hesap vermesini, birbirinden özür dilemesini ve helallik istemesini bilmelidirler. Mesela gelmeniz gereken saatte eve gelememişseniz, eşinizin karşısına geçmeli, durumunuzu izah etmeli, “Lütfen hakkını bana helal et.” diyebilmelisiniz. Aynı şekilde kadınlar da kocalarının hukukuna riayette kusur etmemeli, kendilerine düşen vazife neyse onu yerine getirmelidirler.
Hakkına girdiğiniz kişi kapınızda size hizmet eden, maaşını sizin verdiğiniz, yemeğini sizin ikram ettiğiniz bir kimse dahi olsa, bir hak ihlali söz konusu olduğunda yapmanız gereken şey bundan farklı değildir. Aynı şekilde onun karşısında da dize gelmesini bilmeli ve helallik dilemelisiniz. Bu kadındır, bu erkektir, bu hizmetçidir, bu çocuktur, bu eşimdir, bu annemdir, bu babamdır vb. mazeretlerle kendinizi avutursanız, öteye ağır kul haklarıyla gidersiniz. Büyük buluşmada ne sizin uyduracağınız hikâyelere kulak verirler ne de öne süreceğiniz mazeretleri dinlerler. Orada her şey açılır, ortaya dökülür ve siz de Allah huzurunda hicaptan hicaba girer, iki büklüm hâle gelirsiniz. Her hak sahibinin sizden hakkını alacağı âna kadar da çok ciddi hırpalanırsınız. Bu yüzden, üzerimizdeki bütün hakları yerine getirelim, Allah huzuruna bir hakla gitmemeye bakalım ve kendi kendimizi aldatmayalım.
***