Canlanmanın ve Diri Kalmanın Yolları

Canlanmanın ve Diri Kalmanın Yolları

Soru: Zaman içerisinde eski canlılığımızı kaybedip durgunlaşabiliyor ve bazı noktalarda duyarsızlaşabiliyoruz. Bu tür olumsuz durumlara maruz kalmama ve canlılığımızı koruma adına neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki çok parlak ve cazip işlerle meşgul olan bir insanda bile aynı işi yapmaktan dolayı zamanla bir bıkkınlık hâsıl olabilir. Sürekli aynı şeyleri yapma, hep aynı formatları takip etme, işin başındaki heyecanı alıp götürebilir. Dünyevî işlerle uğraşanlarda durum böyle olduğu gibi doğrudan kalbî ve ruhî hayatı ilgilendiren yüce hakikatlerle meşgul olan insanlarda da benzer hâller yaşanabilir. Bazı hususlara dikkat edilmediği, şekil ve üslupta bir yenilenmeye gidilmediği takdirde, meşgul olunan hakikatler zatında ulviyetlerini korusalar da onlarla meşgul olan insanların nazarında matlaşıp renk atabilir, cazibesini kaybedebilir. Yaptıkları işleri büyük bir aşk ve şevkle yapan insanlarda zamanla heyecan yorgunluğu ortaya çıkabilir. Allah muhafaza bu durum da Cenab-ı Hakk’ın inayet ve teveccühünün kesilmesine sebep olabilir.

Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve teveccühü, ilâhî vahyi hep orijinal şekliyle duyup hisseden, kabul edip yaşayan ve böylece hep diri ve canlı kalan, sürekli kendini yenileyen, yapageldiği şeyler aynı bile olsa kalıplarla oynayabilen, böylece de hep yeni kalabilen kimselerin üzerinedir.  Onlar, ülfet ve ünsiyetin kurbanı olmazlar. Yaptıkları işlerde ülfete düşmemek ve bayatlamamak için sürekli formatları değiştirir, aşk ve şevklerini devam ettirecek vesileler araştırır, yeni yol ve yöntemler keşfederler. İbadetlerin Allah tarafından vaz edilen şekillerine ve dinî emirlerin ruhuna dokunmayacak farklılıklar ve yenilikler ortaya koymak suretiyle metafizik gerilimlerini muhafaza ederler.

Ne var ki yapılan işlerin mana ve muhtevasının unutulması, şekil ve suretlere bağlanması, prosedürlere kurban edilmesi, zamanla bu insanların da aşk u şevkini söndürebilir. Mesela birileri bir dergi çıkarmak için bir araya gelir, oturur, konuşurlar. Gelen yazıları kendi aralarında değerlendirir, uygun gördüklerini seçer, onları dergiye yerleştirir, mizanpajını yapar, derginin kapağını tespit eder… veya derginin reklâm, satış ve pazarlaması hakkında kafa yorarlar. Belki bunları da, Allah için yapılabilecek işlerin en mükemmeli olarak görürler. İş rutine bağlandığından, yaptıkları işin şekil ve kalıpları onları meşgul etmeye başlar da bu arada neyi niçin yaptıklarını unuturlar. Yaptıkları işin mana, muhteva ve gayesinden adım adım uzaklaşırlar. Halbuki biz bir mecmua çıkarıyorsak, bir yazı yazıyorsak, bir kitap basıyorsak bunun asıl hedefi, Allah’ı daha iyi tanıtma, farklı yol ve vesileler bularak O’nu insanlara bu vesilelerle bir kere daha anlatma, anlatıp onların his ve heyecanlarını tetiklemedir. Şayet yazdıklarımız, çizdiklerimiz, yaptıklarımız, okuduklarımız bizi marifetullah adına iki adım ileriye götürmüyorsa, onların hepsini bir çukura atıp üzerine de taşlar yığsak sezadır.

Mesele gayeyi unutmaya gelmişken burada, farklı münasebetlerle üzerinde çokça durduğumuz bir meseleyi müsaadenizle bir kere daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Sadece Allah’ın rızasına talip olarak bir yola çıkan bazı kimseler zamanla bu ulvi hedeflerini unutur, takdir ve alkışlara aldanır da ufku kapanır. İnsanlar parlak ve göz alıcı işler yaptıklarında alkışlayanları çok olur. Gittikleri yerlerde onlardan bahisler açılır. Kendilerine takdir ve övgüler yöneltilir. Elde bir gülde bir olurlar. Şayet ihlasta derinleşememişlerse, Allah’la güçlü münasebetler kuramamışlarsa alkış sarhoşu hâline gelmeleri işten bile değildir. Kendilerine yönelen nazarları kaldıracak güçte olmadıkları için, kalb ve ruh hayatlarında kırılma ve çatlamalar baş gösterebilir.

Oysaki Allah yolunda yürüyen insanlara gereken, marifetin sarhoşu, muhabbetin sarhoşu, aşkın sarhoşu, iştiyak-ı ilahinin sarhoşu olabilmektir. Onlar yağmur taneleri gibi sağanak sağanak başlarından aşağı yağan takdirler karşısında bir kenara çekilip Bediüzzaman gibi, “Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem, bî-ihtiyarem, el aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî! (Ya Rab, yalnızım, kimsesizim, zayıfım, çaresizim, hastayım, acizim, ihtiyarım, iradesizim, Senin dergâhından aman dileniyorum, affını istiyorum, yardımını talep ediyorum!)” diyebilmelidirler. Bu mülahazalarla Allah’a iltica eden insanlarda sönme, pörsüme, renk atma olmaz.

Alkış tufanları altında duyması gerekli olan iç sesi duyamayan, takdirler karşısında boğulan insanların salim düşünebilmeleri, meselelere objektif bakabilmeleri ve istikametlerini koruyabilmeleri mümkün değildir. Böyleleri manevi açıdan kör, sağır ve kalbsiz hâle geleceklerinden gerek kendi iç dünyaları gerekse bütün bir varlık hakkında doğru değerlendirmeler yapamaz ve isabetli analizler ortaya koyamazlar. Çünkü baktıkları yere bütüncül bir nazarla bakamaz ve işin arka planını göremezler. Şöhretle, servetle, güç ve iktidarla başı dönmeyen, bakışı bulanmayan ve sarhoşluk yaşamayan kimseler ise daha salim düşünür, aklı başında insanların yapacağı işleri yapmaya devam ederler.

Evet, Allah’la münasebet güçlü tutulamadığı takdirde şöhret, servet ve saltanat insan ruhunu felç eden ve öldüren birer musibet hâline gelebilir ki tarih bu şekilde yere serilen isimlerle doludur. Saltanat, insanların safvetini alıp götürmüştür. Güç ve iktidarı elde eden niceleri manevî kıvamlarını kaybetmişlerdir. Kıvam korunamamışsa, aynı şekilde bazı şeyler biliyor olma, belli bir müktesebata sahip olma, yazıp çizme gibi şeyler de insanlara kazanma kuşağında kayıplar yaşatabilir, sert esen rüzgârlar gibi insanları önüne katıp sürükleyebilir. Böyleleri, “Ben biliyorum.” der, kendi bilgi ve müktesebatlarına güvenirler. Halbuki Allah “ben” diyeni sevmez. Bir yerde iki tane ben olmaz. Allah’ın olduğu yerde başka bir benlikten bahsedilemez. Dolayısıyla bunlar, ahsen-i takvime mazhar yaratıldıkları hâlde kendilerini bir darlık içine hapsetmiş ve öldürmüş olurlar.

Tekrar asıl konumuza dönecek olursak, yeni kalmak isteyen biri sürekli kendini yenilemelidir. Maddî bünyemizin ayakta kalması bile kendi içinde yenilenmesine bağlıdır. Hücrelerimiz zamanla ölürler fakat yerine yenileri gelir. Vücudumuzda bir kırılma, yırtılma, yaralanma olduğunda bu şekilde kalmaz; kırılan yer kaynar, yırtıklar, yaralar kapanır. Derimiz kabuk atar, dökülür ve yenilenir. Hepimiz hayatımızı böyle bir yenilenmeye borçluyuz. Kim bilir belki de Cenab-ı Hak fizikî yapımızdaki değişimlerle, dönüşümlerle, yenilenmelerle manevi hayatımız hakkında da bize bir ders, bir mesaj veriyordur.

Söz dönüp dolaşıp yine sohbet-i Canan’a geldi. Zira yenilenmenin önemli vesilelerinden biri de her sohbeti, sohbet-i Canan’a çevirebilmektir. Bir araya geldiğimizde vaktimizi dünyeviliklerle ve hatta uhrevilik şeklinde görülen dünyeviliklerle heba etmemeliyiz. Bilakis kalbî ve ruhî hayatımızı canlandıracak mevzular konuşmalı, iman hakikatlerini ders veren eserleri müzakere etmeliyiz. Şayet çözmeyi düşündüğümüz problemler varsa bunları Zât-ı Ulûhiyet’e yaklaşma istikametinde ortaya konulacak cehd ve gayretle halledebileceğimize inanmalıyız. Bunun dışında kalan her şeyi tali görmeliyiz. İsterse bu, bir ülkenin veya bir coğrafyanın topyekûn ihyası adına plan ve projeler yapmak olsun. Zira plan ve projeler yapsak da, bu plan ve projeleri gerçekleştirme istikametinde gayret ortaya koysak da şayet manevi hayatımız adına bir yenilenme yaşamıyorsak, yaptığımız bu güzel işlerin içinde boğulur gideriz. Yaptığımız hizmetlerle birileri dirilir veya dirilmez, yeni bir dünya kurulur veya kurulmaz, bunları bilemeyiz fakat neticede biz çürür gideriz.

İşte bu itibarladır ki işi evirip çevirip sohbet-i Canan’a getirmek, mülahazaları hep Zat-ı Ulûhiyet’e yönlendirmek, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisini gönüllere işlemek, sahabenin yolunu işler hâle getirmek mecburiyetindeyiz. Ancak böyle ayakta kalabiliriz. Şayet bu cazibe merkezlerine bağlı kalmaz, onların çekim gücünden koparsak kendi fezamızın (uzayımızın) boşluğuna savrulur gideriz.