Acz u Fakr Yolu

Acz u Fakr Yolu

     İnsan olarak her gün farklı meşguliyetlerin içine giriyor, farklı tercihlerde bulunuyoruz ancak çoğu zaman yaptığımız işlerde, bulunduğumuz tercihlerde Cenab-ı Hakk’ın rızasının olup olmadığını bilemiyoruz. Belki farkına varmadan işlerimizin içine bencillik karıştırıyoruz.. Allah’ı anlatıyoruz zannıyla bilgiçlik taslıyoruz.. vifak ve ittifaka gelen ilahî inayeti şahsî kabiliyet ve istidatlarımıza nispet etmeye kalkıyoruz… Kim bilir günlük koşuşturmacalarımızda bunun gibi daha ne hatalara düşüyoruz. Müslümanlığı hakkını vererek yaşamanın önünde çoklarının farkında bile olmadığı bu tür gizli tehlikeler söz konusudur ve gerçekte hayatını muhasebe ve murakabe ekseninde götürmeyen, Allah (celle celaluhu) karşısında günde birkaç defa kendini sıfırlamayan kimselerin bu tür tehlikelerden uzak durması çok zordur.

     Aslında varlığımız üzerinde biraz düşünmeyi, Cenab-ı Hak karşısındaki konumumuzu mülahazaya almayı hep bir ufuk olarak tutsak, gizli şirk ifade eden tavır ve ifadelerden uzak kalabilir ve Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini fark ettikçe “yapıyorum” yerine “yaptırıyor” demeye başlarız. Kendi azim, gayret, irade ve cehdimizin O’nun meşietinin gölgesinin gölgesinin gölgesi olduğunu fark ederiz. Bu konuda kat etmemiz gereken epeyce bir mesafe var. Allah karşısındaki konumumuza göre bir kulluk tavrı belirlemek ciddi bir cehd ü gayret istiyor. Aksi takdirde hiç farkına varmadan Allah Teâlâ’nın lütuflarını kendimize mâl etme gibi bir hataya düşüyoruz. Bu da O’na, O’nun olanda ortaklık iddiası manasına şirkin bir çeşididir.

Mazhar Olunan Nimetler

     Bizler Cenab-ı Hakk’ın sayısız ve harikulade lütuflarına mazharız. Her şeyden önce yoklukta kalmamış varlık sahasına çıkmışız. Var olmakla kalmamış canlı olmuşuz. Canlı olmanın yanında insan yaratılmış; akıl, şuur, irade ile donatılmışız. Bunun yanında Allah Teala’ya kul, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olmakla şereflendirilmişiz. Aynı zamanda Din-i Mübin-i İslâm’ın fesada maruz kaldığı bir zamanda ıslahçılar safında yerimizi almışız. Ömrümüzün geri kalan kısmını başımızı hiç yerden kaldırmadan secdede geçirsek yine de bu nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Fakat bu nimetlerin kadr ü kıymeti bilinemezse, bu küfran-ı nimet insanı tepetaklak baş aşağı da getirebilir.

     Allah Teâlâ bazı şahıslara daha hususi surette lütuflarda da bulunur. Kimilerine mal ü menal, kimilerine makam ve mansıp, kimilerine güç ve iktidar, kimilerine de şan ve şöhret lütfeder. Onlar bu nimetlerin kimden geldiğini bilir ve şükürle nimetlerin sahibine yönelirlerse kazanırlar. Aksi halde, sahip oldukları nimetleri kendilerinden bilir ve nankörlük yaparlarsa bu sefer de bunlarla kendilerini mahvederler. Tıpkı kaynaklarda ibretlik hayatlarına yer verilen Bel’am İbn-i Baura ve Bersisa gibi. Kim bilir tarihte Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve nimetlerini suiistimal eden ve bu yüzden de mahvolan nice Bel’am ve Bersisalar gelip geçmiştir.

     Esasında tarihin uzak köşelerine gitmeye de gerek yok. Günümüzde de Allah’ın güç, kuvvet, iktidar, şan, şöhret ve itibar verdiği niceleri, bu imkânları kendilerinden bildikleri için zehirleniyorlar. Âlemin teveccüh ve alkışına aldanıyor, kibir ve gurura kapılıyor ve kendilerini âdeta bir mihrap hâline getiriyorlar. Her şeyin kendilerine bağlanmasını, her meselenin kendilerine sorulmasını, her müşkülün kendilerinde çözülmesini, herkesin kendilerinin sözünü dinlemesini arzu ediyorlar. Derken tarihe kirli bir sayfa olarak kaydediliyor, dünyalarını da ahiretlerini de berbat ediyorlar.

     Dikkat etmediği takdirde herkes kaybedebilir. Kendilerini kudsî bir davaya adayanlar da benzer tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına gönül veren insanlar, sergüzeşt-i hayatlarına bir göz atacak olsalar, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine hiç ummadıkları nice sürpriz nimetler lütfettiğini göreceklerdir. Allah hizmet erlerini öyle nimetlerle serfiraz kıldı ki işin başlangıcında hayal dahi edilemeyen noktalara gelindi. Talebelerin kalabileceği bir iki tane ev açtığımızda sevinçten uçuyor, bunu gözümüzde çok büyütüyorduk. Evler yurtlara dönüştüğünde, yurtların sayısı çoğaldığında ayrı bir hayret daha yaşamıştık. Arkasından sadece Türkiye’de değil dünyanın farklı ülkelerinde yüzlerce okul açıldı. Okulları kültür lokalleri, diyalog merkezleri ve daha başka müesseseler takip etti. İşin sonu nereye varır, dün bunları veren Allah yarın daha neler lütfeder onu da bilemiyoruz.

     Bugüne kadar yapılan hizmetler bizim şahsî dehamıza, minnacık güç ve iktidarımıza verilemez. Bu takdirde sebeplerle sonuçlar arasında büyük bir uyumsuzluk ortaya çıkar. Belli ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Dolayısıyla bize düşen kulluk vazifesi de Cenab-ı Hakk’ın bu fevkalade lütufları karşısında şükür ve hamdle O’na yönelmektir. Esasında şükür adına ne yaparsak yapalım yine de işin hakkını veremeyiz. Sabahlara kadar namaz kılsak, başımızı secdeden kaldırmasak, ara vermeden oruç tutsak, her sene hacca gitsek yine de nail olduğumuz sonsuz nimetlerin şükrünü eda edemeyiz. Bu yüzden, Allah için her ne yaparsak yapalım, bize düşen, yaptığımız ibadet ü taatleri yetersiz görerek sürekli,

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يا مَعْبُودُ، مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يا مَعْرُوفُ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يا مَشْكُورُ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يا مَذْكُورُ، مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يا مَحْمُودُ، مَا سَبَّحْنَاكَ حَقَّ تَسْبِيحِكَ يا مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ   

    “Ey Mabud-u Mutlak Maksud-u bi’l-istihkak, azamet ve ululuğuna yakışır şekilde kullukta bulunamadık. Ey her şeyden daha ayan olan Zat, Seni hakkıyla bilemedik. Ey şükredilmeye tam layık olan Rabbimiz, Sana hakkıyla şükredemedik. Ey her dilde zikredilen, Seni hakkıyla zikredemedik. Ey tüm övgü ve hamdlerin mercii, Sana hakkıyla hamd ü senada bulunamadık. Ey göklerin, yerin ve bunların içindeki her şeyin kendisini tesbih u takdis ettiği Zat-ı Ecell ü A’lâ, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik.” deyip inlemektir.

“Şükrederseniz Artırırım”

     İnsan, bütün hayatını acz u fakr, şevk u şükür duyguları içinde yaşamalı; aklına ne zaman “bir şey yaptım” mülahazası gelecek olsa hemen yukarıdaki cümlelerle durumunu Allah’a arz etmelidir. Eğer böyle yaşamaya muvaffak olur, nail olduğumuz nimetlere şükür duygusuyla yaklaşırsak, Allah da nimetlerini ziyadeleştirir. Zira O;

Eğer şükrederseniz artırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7)

     buyuruyor. Fakat böyle yapmayıp olan biten şeyleri kendimize bağlar, kendi güç ve iktidarımıza verir nankörlüğe düşersek, Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinden mahrum kalırız. Birilerinin “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.” demesi gibi biz de “Dünyada şu kadar eğitim müessesesi açan bir cemaatin efradıyız.” der, yapılan güzel şeyleri aidiyet mülahazasına bağlar ve bütün bu güzellikleri kendimizden bilirsek, Allah muhafaza, âyetin devamında gelen; “Şayet nankörlük yaparsanız bilin ki azabım çok şiddetlidir.” ilahi beyanının tehdidine maruz kalırız. Allah’ın eltaf-ı sübhaniyesinin devam ve temadi etmesini istiyorsak, öncelikle nimetin gerçek sahibini görmeli, görüp tesbih u takdiste bulunmalı ve

“Her şey Senden, Sen ganisin,

  Rabbim Sana döndüm yüzüm.”

     demesini bilmeliyiz. Özellikle başkalarının övgü ve takdirleri karşısında, Allah’ın lütuf ve ihsanlarını insanın kendine mâl etmemesi çok zordur. Bu oldukça dikkat ve temkin gerektiren bir mevzudur. Birileri sizi sahip olduğunuz bir kısım fazilet ve meziyetlerle övmeye başladığında en azından düşünce ve tasavvurlarınız kirlenebilir. Allah’ı unutarak söz konusu meziyetleri kendinizden bilebilirsiniz. Bence şirk kokan bu tür düşünceleri hayale dahi misafir etmemeli. Hatta daha zorunu söyleyeyim. Uykuya daldığınızda bu tür şeylerin rüyasını bile görmemelisiniz. Zira meseleye biraz Freud’ca bakacak olursak, bir kısım rüyaları insanın şuuraltı müktesebatının açığa çıkması olarak değerlendirebiliriz.

     Bütün bunlar, Kur’ân ve Sünnet’in temel esaslarından hareketle Hz. Pir’in ortaya koyduğu acz, fakr, şevk ve şükür yolunun gerekleridir. Haddizatında insanın kendini eli hiçbir şeye yetişmeyen bir aciz, hiçbir şeye sahip olmayan bir fakir görmesi bir fazilet değildir, sadece hakikati ve genel durumunu itiraftan ibarettir. Allah karşısındaki konumunu çok iyi belirleyen bir insanın aksi bir düşünceye sahip olması düşünülemez.

     Allah’ın sağanak sağanak gelen lütuflarını görebilen, ümitsizliğe düşmez. Her şey O’nun elinde olduğuna, her şey O’ndan geldiğine ve O’na döneceğine göre ben niye yeise düşeyim ki! Halihazırdaki manzara iç karartıcı olabilir. Fakat yolu açan, yol veren, güzergâhları gösteren ve değişik köşe başlarında karşımıza çıkan gulyabanileri bertaraf ederek güzergâh emniyetimizi sağlayan O ise ben niye karamsarlık yaşayayım ki! Verenin de alanın da tekrar verecek olanın da O olduğuna gönülden inanıyorsam niye yeis bataklığında boğulayım ki! Bilakis azmime sarılır ve mesleğin diğer bir esası olan şevk yolunu tutarım.

     Yaptığınız işlere şu gözle bakmanızda hiçbir mahzur yok: Allah’ın kaderî bir planı ve senaryosu var. Bizler de birer oyuncu olarak hiç farkına varmadan sahneye sürülüyor, tahrip olmuş ve yıkılmış bir binayı tamir etmekle vazifelendiriliyoruz. Şayet meseleye böyle bakarsanız, bir taraftan, “Allah’a binlerce hamd ü sena olsun ki bizi böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” deyip şükre; diğer yandan da “Acaba Allah’ın bizi tavzif ettiği işlerin hakkını verebiliyor muyum, acaba konumumu verimli bir şekilde değerlendirebiliyor muyum?” diyerek muhasebeye yönelirsiniz.

     Allah’a ait lütufları sahiplenmek gizli bir şirk ve O’na ait hakları gasp olduğu gibi, bunları görmezden gelmek de nankörlük olur. İkisi de yanlıştır. En doğrusu, sahip olduğumuz lütufların farkında olmak ama bunları tahdis-i nimet mülahazasıyla zikretmek ve “Rabbimize binlerce hamd ü sena olsun ki bizleri böyle güzel işlerde istihdam ediyor.” diyebilmektir.

Fikir İstikameti

     Ne var ki daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu tür konularda fikir istikametini koruyabilmek hiç de kolay değildir. Bu, ancak doğru yola girme ile mümkündür. Fakat o yola girdikten sonra da doğru yürüme hususiyeti korunamayabilir; zikzaklar yaşanabilir, kaymalar olabilir. Bir şekilde yürünen yolun adabına riayet edilemeyebilir. Nail olunan ilahî lütufların hakkı tam verilemeyebilir. Bunlar neticesinde de şefkat tokatları gelebilir, kulak çekme kabilinden bir kısım belalara maruz kalınabilir. Allah bir kısım zalimleri musallat edebilir. Tehcirler, tehditler, nefiyler, aziller, mağduriyetler, mazlumiyetler, mahkumiyetler, mevkufiyetler, tenkiller yaşanabilir. Eğer bütün bunlara birer şefkat tokadı nazarıyla bakarsak maruz kaldığımız sıkıntılar bizi tevbe, inabe ve evbe ile Rabbimize yönelmeye sevk eder. Rabbimizin razı olmadığı tavır ve davranışlarımız olduysa bunlara bir kere değil bin kere istiğfar ederiz.

     Eğer maruz kalınan mağduriyet ve mazlumiyetler bu mülahazalarla değerlendirilirse yaşanan acılar karşısında hissedilen duygular birden bire kin ve nefretten,  mukabele-i bi’l-misil kaide-i zalimanesinden şefkat ve acımaya döner ve tarihin sayfalarına kara bir leke hâlinde kaydedilecek insanlara ancak acınır.

     Allah bugüne kadar iman ve Kur’an hizmetine sahip çıkan adanmışlara çok güzel hizmetler yaptırdı. Sahip olunan değerleri dünyanın farklı yerlerinde temsil etme, İslâm’ın dırahşan çehresine saçılan ziftleri kısmen de olsa temizleme, dine karşı oluşmuş önyargıları değiştirme, eğitim ve diyalog vasıtasıyla insanlar arasında barış köprüleri kurma gibi imkânlar verdi. Bugün de aynı yolda yürümeye devam ediliyor. Allah’tan ümidimiz o ki gelecekte de aynı hizmetler katlanarak yapılmaya devam edecek. Şayet yürünen yolun doğruluğundan eminseniz, aleyhinizde propaganda yapan, sizi yürüdüğünüz yoldan alıkoymaya çalışan insanlara acırsınız. Gayretullaha dokunduğu gün Hazreti Mevla’nın zalimlerin iflahını keseceğini bilir, bugün halka cevredenlerin yarın Hakk’ın divanında verecekleri hesabı düşünür ve hallerine acırsınız.