Nelerden İstiğna?

Nelerden İstiğna?

Soru: Kur’an’da önemli bir peygamber ahlâkı olarak bize talim edilen istiğnayı nasıl anlamalı, hayatımıza nasıl tatbik etmeliyiz? İstiğna her durumda makbul bir haslet midir?

Cevap: Enbiya-i izamın başlıca özelliklerinden biri olan istiğna; çok darda kalmadıkça kimseye el açmama, kimseden bir şey istememe, elindekiyle yetinme, izzet-i nefsini koruma demektir ve bu manada övgüye layık, her insanın sahip olması gereken önemli bir ahlâktır. İstiğna ile hareket eden kimseye “müstağni” denir.

Her sıfatın, her ahlâk ve davranışın kendine has yeri, konumu, sınırı vardır. Bir konumda güzel olsa da başka bir konumda farklı bir hâl alabilir. Kendi dairesinde güzel olsa da o dairenin dışında öyle olmayabilir. Bu istiğna için de geçerlidir. Mesela Cenab-ı Hakk’a karşı müstağni davranamayız. Zira O’na karşı istiğna tavrı sergilemek kibir, gurur ve nankörlük manasına gelir ve bu yüzden de kulluk şuuruyla bağdaşmaz. Allah’a karşı müstağni davranan bir insan bütün ihtiyaçların istendiği o yüce kapıdan uzaklaşır. Müslüman olarak bizler sahabe anlayışı içinde en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün ihtiyaçlarımızı Allah’tan ister, her tür talebimizi O’na yöneltiriz. Bollukta da darlıkta da O’na el açar, O’na yalvarıp yakarırız. Sağlık, sıhhat, ev, bark, evlad u iyal gibi maddî ve dünyevi isteklerimizi de rıza, rıdvan, rü’yet ve Cennet gibi manevî ve uhrevî isteklerimizi de yalnız O’na açar, her hayrı O’ndan bekleriz. Her zaman O’na muhtaç olduğumuzu bilir, her durum ve şartta O’nun ihsan ve lütuflarını ümitle bekleriz. Allah’a karşı müstağni davranan biri, kendini dünyevî ve uhrevî hayırlardan mahrum etmiş olur.

İnsanın müstağni kalamayacağı başka hususlar da vardır. Mesela bizler, kendimizi başkalarının fikir ve düşüncelerinden müstağni göremeyiz. Bir insan ne kadar akıllı olursa olsun yine de onun bilgi ve tecrübesi sınırlıdır. İki akıl bir akıldan üstün olduğu gibi, üç akıl da iki akıldan üstündür. Kendi aklını kendisi için yeterli gören kimse, kibir marazına yakalanmış demektir. Bu yüzden bir konuda karar almadan önce işin ehli kimselerle istişare eder, onların görüş ve değerlendirmelerinden istifade ederiz.

Aynı şekilde bizler, Allah’ın tevfik ve inayetinin cemaatle birlikte olduğuna inanırız. Bu yüzden de mü’min kardeşlerimizle birlikte olmaya, onlarla birlikte yol yürümeye karşı müstağni kalamayız. Şayet bir yerde Allah rızasına kilitlenmiş, O’nun yolunda yürüyen, yüce bir gaye-i hayal istikametinde yol alan bir akarsu varsa, bizler tek başımıza bir damla olarak kalmaya razı olamayız. Buna razı olduğumuz takdirde az bir sıcaklıkla birlikte buharlaşarak yok olup gideceğimizden endişe ederiz. Böyle bir heyet içinde yer alıp bize düşen vazifeyi yaptığımızda, kendi başımıza ortaya koyacağımız ceht ve gayretlerin çok ötesinde semere elde edeceğimizi biliriz. Ortak duygulara sahip olan ve aynı istikamette yürüyen insanların himmet ve desteğini arkamıza aldığımızda birlerimizin bin olacağına inanırız.

İşte zikredilen bu hususlar istiğnanın merdut kısmı olarak kabul edilebilir. Bunları bir kenara bırakacak olursak esasında bir mü’min, istiğna düsturunu hayatının merkezine almalıdır. Kimseden bir şey beklememeli, kimseye el açmamalı, minnet etmemeli, temenna durmamalıdır. Hele ki hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına gönül vermişse! Böyle biri mutlaka enbiya-i izamın yoluna tâbi olmalı ve asla istiğnadan taviz vermemelidir. Elinden geldiği ölçüde kimseye yük olmamalıdır. Zira insanın onur ve şerefini koruması buna bağlı olduğu gibi, güven kredisini koruyabilmesi de buna bağlıdır. Beklentiyle hareket eden veya minnet altına giren kimseler hem tesirlerini kaybeder hem de diyet ödemek zorunda kalırlar. Kur’ân, pek çok âyetiyle bu manadaki istiğnayı bir peygamber sıfatı olarak nazara verir. وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Eda etmeye çalıştığım risalet davası için sizden hiçbir şey istemiyorum. Benim mükafatımı, ecr ü sevabımı verecek olan, Rabbülâlemîn olan Allah’tır.” (Şuarâ sûresi, 26/109) ifadeleri bütün peygamberlerin ortak ses ve soluğu olmuştur.

Bazı insanların dünyevi meşgalelerden uzak kalarak kendilerini bütünüyle hizmet-i imaniye ve Kur’âniye davasına adamaları, gaye-i hayalleri istikametinde yazmaları, çizmeleri, konuşmaları, koşturmaları gerekebilir. Adanmışlar kimseden bir şey beklemese, hizmete yük olmak istemese, alınlarının teriyle maişetlerini temin etmeyi arzu etseler bile, yapılması gereken işlerin rantabl olarak yerine getirilebilmesi adına bazı kimselerin zaman ve enerjilerini bütünüyle bu işe hasretmeleri çok önemlidir. Bu durumda da himmet ehli insanların onları yalnız ve sahipsiz bırakmamaları, onlara el uzatmaları, destek olmaları, onların bakımını görümünü üstlenmeleri icap edecektir. Bu yüzden onların bir manada istiğnalarından fedakârlık yapmaları gerekecektir.

Gerektiği yerde insanların himmetine başvurmak, onlardan eğitim müesseseleri açmalarını istemek, Allah yolunda yapılacak hizmetlerin finansmanını sağlamak için onları infaka teşvik etmek, bu manada onlardan bir şeyler talep etmek de istiğnaya muhalif tavırlar değildir. Bir defa bu, kendimiz adına bir şey istemek değildir. Utana sıkıla, başkaları için, Allah davası için birilerinden bir şeyler talep etmektir. Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı münasebetlerle bunu yapmış, insanlardan yardım toplamıştır. Fakat burada da fevkalâde açık ve şeffaf olmak, girdi ve çıktıların hesabını vermek, insanların güvenini zedeleyebilecek en küçük şeylerden uzak kalmak gerekir. Hâl ve tavırlarımız o kadar güven vadetmeli ki hiç kimse hakkımızda olumsuz bir mülâhazaya kapılmasın. Millete ait, hizmete ait, devlete ait en küçük şeye elimizi sürmemeliyiz. Bizi hatırlayanlar, birer emniyet ve istiğna insanı olarak yâd etmeliler.

İslâm tarihine bakıldığında hakiki ulema ve Allah dostlarının hep izzet-i nefislerini ve bağımsızlıklarını koruduğu, mümkün olduğu ölçüde ümeradan (yöneticilerden) uzak kalmaya çalıştığı görülür. Eğer İzz b. Abdisselâm döneminin sultanlarına sözünü dinletmişse bu sayede dinletmiştir. Eğer İmam Gazzâlî, Nizâmü’l-mülke, belli ölçüde Kılıçarslan’a, Melikşah’a müessir olmuşsa, bu onun istiğnası ve samimiyeti sayesinde olmuştur. Akşemseddin Hazretleri, Ebussud Efendi ve Zenbilli Ali Efendi gibi zatlar şeyhülislamlık ve benzeri vazifeleri üstlenmiş olsalar da her zaman izzet-i nefislerini korumuş, hükümdarlara eyvallah etmemiş, istiğnalarından taviz vermemişlerdir. Bu sayede de Osmanlı’nın en kudretli hükümdarlarına sözlerini dinletmiş, onlar üzerinde etkili olmuşlardır.

Aynı şekilde Hazreti Bediüzzaman kimseden hediye kabul etmemiş, iktisat ve kanaati kendine en büyük düstur edinmiştir. Bu sayede sözleri muhatapları nezdinde kabul görmüştür. Onlar onur ve izzetlerini korudukları ölçüde Allah onları iğna etmiş (kimseye muhtaç etmemiş), güçlendirmiştir. Günümüzde kendini irşada adamış kimselere düşen vazife de onların yolunu yol edinmektir.

Tarih boyunca peygamber vârisi hakiki âlimlerin yanında ulemâü’s-sû’ denilen saray fetvacıları da eksik olmamış, diğerlerine karşılık bunlar, makam sahiplerine temellük (yaranmak, yalakalık yapmak) ve temennada bulunmak suretiyle onlardan bir şeyler koparmaya çalışmışlardır. Fakat şurası iyi bilinmelidir ki ne zaman ki ehl-i irşad başkalarına temanna çeker, temellukta bulunursa işte o zaman müessiriyetini kaybeder ve hatta temenna çektiği kimselerin halayığı (kölesi, hizmetçisi) hâline gelirler. Azıcık olsun bir beklentiyle hareket eden kimseler, itibar ve kredilerini yanlış yerde kullanmış ve tesir güçlerini yitirmiş olurlar. Günümüzdeki ilâhiyat camiasının, imam ve müezzinlerin, hatip ve mürşitlerin etkinliklerini önemli ölçüde kaybedip itibar yoksulluğu yaşamalarında, burada sayılan hususların yeri büyüktür.

  • https://s1.wohooo.net/proxy/herkulfo/stream
  • Herkul Radyo