İçindekiler
Yapılan her işin meşruiyetini araştırma, söz ve tavırların dinin muhkematına uygun olmasına dikkat etme temel bir esastır. Yaptığımız her işi Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna uygun yapmalıyız. Bediüzzaman’ın ifadesiyle her zaman azami takvayı, azami ihlası, azami sadakati, azami fedakârlığı hedeflemeliyiz. Bununla birlikte içinde yaşadığımız dönemin şartlarını ve realiteleri de göz ardı etmemeliyiz. Zira bazen ortam, yapılan işlerin dört dörtlük dinin ruhuna uygun olarak yapılmasına müsaade etmeyebilir. Şartlar takvayı kendi manası ve derinliğiyle yaşamayı zorlaştırabilir. İşte bu tür durumlarda din adına ne yapılması gerektiği doğru tespit edilmelidir.
Sözgelimi savaşta ağır şartlar altında bulunduğunuz zamanlarda namazı bütün şart ve erkânıyla tastamam eda edemezseniz. Bu durumda Kur’ân’ın tarif ettiği üzere salât-ı havf (korku namazı) kılarsınız. Şartların ağırlığına rağmen yine de namazdan taviz vermez, Allah’a kulluk mülâhazasıyla yaşamaya devam eder ve yapabileceğiniz neyse onu yaparsınız. Ve bilirsiniz ki eksik ve gedik de olsa zor zamanlarda eda ettiğiniz ibadetler, normal zamanlardaki ibadetlerinize göre size daha çok sevap kazandırır. Her şeyin normal olduğu zamanlarda salât-ı havf kılan kimseleri görseniz belki “Böyle namaz mı olur!” diye aklınızdan geçebilir. Ne var ki Kur’ân bu namazı meşru kılmış ve nasıl kılınacağını da detaylarıyla tarif etmiştir. Dolayısıyla onu hafife alamazsınız. İbadetlere ait diğer ruhsatlara veya zaruret durumlarında mubah kılınan haramlara da bu gözle bakabilirsiniz.
Şartların ağırlaştığı, dini yaşamanın zorlaştığı, her şeyin ters gittiği, tuhaf bakışların mü’minlerin üzerine çevrildiği dönemlerde eda edilen ibadetler, eksik ve kusurlu da olsa, Allah-u a’lem, Kâbe’de ihlasla eda edilen ibadetlerin, cephede Allah’ın rızasına uygun niyetlerle tutulan nöbetlerin kıymetine erişebilir.
İçinde yaşadığımız dönem bir yönüyle böyle zor bir dönemdir. Bu dönemde takvanın asgarisini bile yaşayan insanlar Allah katında büyük mükâfatlara erişebilirler. Bediüzzaman Hazretlerinin, farzları yapıp kebâiri (büyük günahları) terk eden kimselerin müttaki sayılacağını söylemesinin sebebi de zamanın getirdiği zorluklardır. Aynı şekilde o, ilk başta talebelerine yaptığı duaya sadık olma kaydını eklese de belli bir zaman sonra dualarından bu kaydı çıkarmıştır. Çünkü içinde yaşadığı şartlar altında herkesin aynı ölçüde sadık olamayacağını görmüş ve bir kısım talebelerini dualarının dışında bırakmaya gönlü razı olmamıştır.
Realiteleri Görme ve Gözetme
Her şeyin karmakarışık olduğu bir ifritten dönemde, yapılan bütün işlerin milimi milimine şer’-i şerife uygun olmasını, dinin bütün detaylarıyla kâmil bir şekilde yaşanmasını beklerseniz, beklentilerinizi bulmakta, hedeflerinizi yakalamakta zorlanabilir ve nicelerini etrafınızdan uzaklaştırabilirsiniz. Mesela günümüzde icra edilen Mevlevî gösterilerini düşünün. Bunların Hz. Mevlana’nın ruh hâletiyle icra edildiğini söyleyebilir miyiz? Bu gösteriler bir folklor olarak icra edildiği için gönüllerde olması arzu edilen asıl tesiri gösteremez. Ne var ki bunların dinin muhkematına ters şeyler olduğu da söylenemez. Üstelik bir kısım faydalarından da bahsedilebilir. Mesela izleyenleri güzel hatıra iklimlerinde gezdirir, geçmişi bir kere daha derinden duymalarını sağlar. “Meselenin gölgesi bile buysa, kim bilir onun hakiki ışığı ne kadar tesirliydi!” dedirtir. Bu gösterileri izleyen herkes onu kendi estetik inceliğiyle ve mana derinliğiyle kavrayamasa bile en azından bunun dinden nebean etmiş bir folklor, bir kültür olduğunu bilir ve onun sayesinde dine karşı bir sıcaklık duyabilir. Kazanımların her türlüsüne açık olmak lazım.
Usulü’d-dine aykırı olmadıktan sonra din adına yapılan ve bir fayda gözetilen faaliyetlerin hiçbirini hafife almamalıyız. Dini yaşamanın zorlaştığı bir dönemde sarsılmadan cephede durabilmek, mevzii koruyabilmek, tabyaları muhafaza edebilmek çok önemlidir. Şartlar müsaade etmediği için siz meselenin en idealini ortaya koyamayabilirsiniz. Fakat arkadan gelenler sizin bıraktığınız işi alır ve daha ileri bir noktaya götürür, onu gerçek kıymet-i harbiyesine ulaştırırlar. Size düşen vazife, hâlihazırda durumunuzu gözden geçirerek konumunuzun gereklerine göre yapmanız gerekli olan işleri en iyi şekilde yerine getirmenizdir. Hz. Ömer gibi bir hayat yaşamayı, bir Halid b. Velid olmayı arzulayabilirsiniz. Hakiki anlamda onlar gibi olamazsınız belki ama mevcut şartlarda ve kendi çapınızda elinizden gelenin en iyisini yaparsanız bir anlamda onlar gibi olmuş olursunuz. Bu iki hususun birbirine karıştırılmaması lazım.
Hayatın Her Alanında Bulunmak
Sokaklardan zift aktığı, çarşı pazarın kirlendiği, günahların dijital dünya vasıtasıyla evlerimize kadar girdiği bir dönemde günah işlememek, hatalara düşmemek ciddi bir gayret istiyor. Bazıları iffet ve ismetlerini muhafaza edebilmek için halvetî bir mülâhazaya kapılabilir ve içtimai hayattan tamamen veya kısmen uzak kalmayı tercih edebilirler. Fakat meseleyi sadece şahsımızdan ibaret görmeyip, atacağımız adımların dinimiz adına ne getirip ne götüreceğinin iyi hesap etmemiz gerekir. Nitekim şimdiye kadar benzeri mülâhazalarla toplumun değişik alanları ihmal edilegelmiştir. Kimileri de yine aynı sebeplerden dolayı hayatın dışında kalmıştır. Meseleye bütüncül bir nazarla bakılamamış, yapılan tercihlerin ortaya çıkaracağı neticeler hesap edilememiştir. Dolayısıyla da meydan hep başkalarına bırakılmış, dindar insanlar olmaları gerekli olan yerlerde olamayınca geleceklerini de emniyet ve güven altına alamamışlardır. Ve günümüz itibarıyla Allah’a, ahiret gününe iman eden milyonlar kendileri gibi olamamış, kendileri gibi kalamamışlar; ezilmekten, vesayet yaşamaktan, işgale uğramaktan kurtulamamışlardır.
Biz, bizden öncekilerin tercihlerine, mantık ve muhakeme dünyalarına en fazla bir içtihat hatası olarak bakar ve hatalı da olsa yaptıkları içtihattan ötürü sevap kazanacaklarını düşünürüz. Ama kendimize gelince, sadece kendi uhrevi saadetimizi düşünemeyiz. Neşet ettiğimiz toplumu ve topyekûn insanlığı düşünmek zorundayız. Eğer himmetimiz bütün insanlık ise toplumun içinde, hayatın farklı alanlarında bulunmak ve kendimize ait değerleri temsil etmek zorundayız. Yoksa manevi hayatımız itibarıyla Şah-ı Geylanî ile diz dize bile olsak Allah bunun hesabını sorar. “Başkaları, ülkelerinin ve topyekûn insanlığın geleceği adına kendi çıkar ve hesaplarına uygun olarak görmesi gereken şeyleri gördü, yapması gereken şeyleri yaptı da siz niye bunları göremediniz ve sadece kendinizi düşündünüz?” diye hesap vermek zorunda kalırsınız.
Sahip olduğumuz takva düşüncesi bizi bazen halvete çekebilir. Hatta kişi, haramın tozu bile benim üzerime bulaşmasın düşüncesiyle İbn Beşiş gibi bir dağa çekilerek bir ömür ibadet ü taatle, evrad u ezkârla meşgul olabilir. Haramın küçüğünden de büyüğünden de uzak bir hayat yaşamak için bunu yapabilir. Fakat bu kimse bilmelidir ki dinî değerlerin üst üste yıkıldığı böyle bir dönemde sadece kendini düşündüğü, insanı ve toplumu ihmal ettiği için bir içtihat hatası yapmış olur. Ona düşen vazife, hayatın içine girmek, toplum fertleriyle münasebetini devam ettirmek ve toplumun geleceği adına kendisine düşen sorumlulukları yerine getirmektir. İslâm’ın gurbet yaşadığı bu zor dönemde bir mü’min, ebedi kurtuluşun, başkalarını kurtarma gayretine bağlı olduğunu unutmamalıdır. İnsanların imanları adına kurtarıcı olma yolunda olduğunuz nispette Allah’ın izni ve inayetiyle kurtuluşunuzu garantiye almış olursunuz.
Bugün bulunduğu yerde meseleleri doğru gören, doğru yorumlayan, doğru analizler ortaya koyan, kısaca doğrunun sesi soluğu olabilen insanlara her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bunun için toplumun içinde bulunmalı ve hayatın her kademesinde örnek insan modelini temsil edebilmeliyiz. Takva dairesini de hizmet alanını da geniş tutmalıyız. Tekvinî emirleri doğru okumanın, sebeplere riayet etmenin ve toplumsal sorumlulukları yerine getirmenin de takvaya dahil olduğunu unutmamalıyız.
Toplumla içli dışlı olmanın dinî hayatımız ve maneviyatımız adına bir kısım riskleri olabilir. Fakat insanların baş aşağı küfre düştükleri ve dolayısıyla da Cehenneme yuvarlandıkları bir yerde, ellerinden tutup onları Cennet’e doğru çekebilme sorumluluğu varken nasıl sadece kendi manevi kemalâtımızı düşünebiliriz!? Dinin temel prensiplerinden anladığımız o ki niyetlerimiz, gayretlerimiz ve himmetlerimizle herkesi kucaklamamız, bazen kitlelerin gelip bize toslaması pahasına kollarımızı makas gibi açıp “burası çıkmaz sokak” dememiz, takva mülâhazasıyla bir köşeye çekilip kendi şahsî kemalatımızı düşünmemizden çok daha evlâdır, takvanın manasına çok daha uygundur.
Kanaat-i Vicdaniye ile Amel
Dinde helâl de haram da bellidir. Bunları vaz eden Cenab-ı Hak’tır. Kimsenin Allah’ın haram kıldığı fiilleri helâl kılma yetkisi yoktur. Kimse dinin yasaklamış olduğu günahları tecviz edemez. Bununla birlikte şayet siz kirli bir toplum içinde yaşıyorsanız, kaçındığınız hâlde istemeden eteklerinize, paçalarınıza bazen kir, çamur bulaşabilir. Savaştaki bir insanın üzerindeki kanla namaz kılması gibi bu kirleri temizleme imkânı bile bulamadan namazlarınızı eda etmek zorunda kalabilirsiniz. İşte ulema kaçınılması zor bu tür genel durumlara “belva-yı âm” (herkese bulaşan umumî belâ) demiş, bunun dinî hükümlere tesirinden bahsetmiş ve onların Allah katında af olacağı ümidini taşımıştır.
Bu itibarla bazen bizim de gaye-i hayalimize bağlı olarak durduğumuz yer ve yaptığımız vazife itibarıyla bir kısım sıkıntılara katlanmamız ve şahsî füyuzat hislerimizden fedakârlıkta bulunmamız gerekebilir. Sesimizi herkese duyurmak ve yeryüzünde kendi ruh âbidemizi ikame etmek istiyorsak çamurlu zeminlerde, pis caddelerde yürümek zorunda kalabiliriz. Bu tür durumlarda kanaat-i vicdaniyemizle hareket eder ve maruz kaldığımız sıkıntı ve badireleri en az zararla atlatmaya, uğradığımız belâ ve gailelerden en az hasarla sıyrılmaya çalışırız. Ve bu yolda çektiğimiz sıkıntıların Allah katında hora geçeceğine inanırız. Dinimiz, diyanetimiz uğruna ne kadar sıkıntı çekiyor, ne kadar fedakârlık yapıyorsak o kadar hızlı ve amudi (dikey) bir şekilde Allah’ın rızasına doğru yükselişe geçme ümidi taşıyabiliriz.