Beklentisizlik Hazinesi

Beklentisizlik Hazinesi

Allah’ın layıkıyla tanınmadığı, dinin özünün ve ruhunun bilinmediği bir dönemde yaşıyoruz. Ne yazık ki şekle, surete yenik düşmüş, dünyaya aldanmışız. Gönüllerde ciddi bir tecdide (yenilenmeye) ihtiyaç var. Vahyi, semadan yeni iniyor gibi duymaya ihtiyaç var. Cenab-ı Hak böyle bir tecdidi gerçekleştirecek samimi ses ve solukları lütfeylesin bizlere! Zira din adına yapılan işlerin, dini anlatma adına söylenilen sözlerin içinde riya (iki yüzlülük), ucub (kendini beğenme), fahir (gururlanma), kendini anlatma gibi duygular varsa, bunlar zâhiren bazı insanlar için bir şey ifade ediyor gibi görünse bile, gerçekte din ve iman adına hiçbir şey ifade etmez. Bunun gibi söz ve tavırların ne sahiplerine ne de onları dinleyenlere bir yararı düşünülemez. Bunlar insanların hayvaniyetten çıkmaları, cismaniyeti bırakmaları, kalb ve ruh hayatına yükselmeleri adına bir merdiven vazifesi göremezler. Kalblerinde samimiyet olmayan bu tür insanlar oldukları yerde zıplar durur, ancak iki adım ileriye gidemez, hatta yukarı doğru çıkmaya çalışırken yerin dibine doğru batarlar.

Derdi Dünya Olanlar

Hz. Muhbir-i Sâdık, ahir zamanda gelecek bazı kimselerin ağızları Kur’ân okuduğu hâlde, tilâvet ettikleri âyetlerin gırtlaklarından aşağı inmeyeceğini ifade buyurur. (Buhârî, fezailü’l-Kur’ân 36; Müslim, zekât 154) İsterseniz bunlara gırtlak ağaları veya ses sanatkârları diyebilirsiniz. Bunlar, okudukları âyetlerle, seslendirdikleri naat ve münacatlarla kendilerini ifade etmek, kendi sanatlarını göstermek isterler. Fakat ağızlarından dökülen sözlerin hiçbirinin kaynağı kalbleri değildir. Çünkü kalbleri başkadır, kafaları başka. Onlar düalist bir hayat yaşamaktadırlar. Maalesef bizler böylesine mahrumiyetlerin yaşandığı, böylesine yitiklerin olduğu bir çağda yaşıyoruz. Dinin özü ve güzelliği adına çok şeyi yitirmişiz. Yaşanan bu tahribatın tamiri için çok ciddi ve uzun soluklu ceht ve gayretlere ihtiyaç var.

Gayesi dünya olanın gerçek huzuru olmaz. Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur. İsterseniz vicdanlarınıza müracaat edin, hayatınızı, çevrenizi, yaşadığınız dünyayı gözden geçirin. Dünyaya müptela olmuş nice kimselerin nasıl bin bir dert içinde kıvrandıklarını görürsünüz. Onlar dünyada biraz daha uzun kalabilme, dünyadan daha çok kâm alabilme, sahip oldukları dünyalıkları artırabilme adına dünyalarını cehenneme çevirirler. Dünya hayatını mamur kılmaya çalışırken farkına varmadan ahiret azıklarını tüketirler. Bazen dindar insanlar da bu tür ehl-i dünyanın peşine takılır, onların sözlerine kulak verir ve hiç farkına varmadan ulvî hakikatlere sırtlarını döner ve yavaş yavaş bulundukları konumdan aşağıya doğru yuvarlanmaya başlarlar. Şayet kendilerine gelmez, akıllarını başlarına almazlarsa Allah muhafaza bir süre sonra esfel-i sâfiline sukut edebilirler.

Derdi dünya olanların yanında bir de derdi Allah olanlar vardır. Onların gözlerinde, gönüllerinde olan yegâne şey rızadır, rıdvandır, likâullah aşk u iştiyakıdır. Dünyanın peşinden koşanlar saray ve villalarda da yaşasalar sürekli endişe, korku ve bin bir dert içinde perişan olurlar. Allah için yaşayanlar ise zindanlara da atılsalar, çarmıhlara da gerilseler, olmadık eza ve cefalara da uğratılsalar, elli yerde elli gulyabani tarafından önleri de kesilse yine de huzur yudumlamaya devam ederler.

Yolda Kalanlar

Bunların yanında bir de Allah’ın rıza ve rıdvanı istikametinde yürürken engellere takılmış ve dökülmüş olanlar vardır. Onlar yolun yarısına kadar tereddütle gelmiş kimselerdir. Bazı âyet-i kerimelerde bildirildiği üzere Allah ilâhî âdeti gereği, elmasın kömürden, altının taş ve topraktan ayrılması için insanları zaman zaman farklı imtihanlara tâbi tutar. İşte o zaman Müslümanlığı sadece dil ve dudak arasında yaşayan, onu içine sindiremeyen, kalbine yerleştiremeyen kimseler dökülürler. Derdi Allah değil dünya olanlar, ulvî hakikatlere değil dünyaya sevdalananlar, yolun bir yerinde dökülebilirler.

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), nâm-ı celîlinin güneşin doğup battığı her yere ulaşacağını ifade buyuruyor. Cenab-ı Hak, bizim neslimizi, bizden sonra gelecek nesilleri bu ulvî gaye-i hayali gerçekleştirmeye muvaffak eylesin. Bu öyle kudsî, öyle yüce bir vazifedir ki içine tırnak ucu kadar dünyevî bir çıkar karıştırdığınız zaman onu kirletmiş olursunuz. Namaz kılsanız, zekât verseniz, ibadetlerinizi tam tekmil yerine getirseniz bile şayet böyle ulvî bir meseleyi; iktidar devşirme, alkış toplama, rahata erme, dünyalık elde etme gibi bir kısım çıkar ve menfaatlere bağlar ve peygamber yoluna muhalefet ederseniz yolda kalıp dökülürsünüz.

Beklenti Virüsü

Sürekli ben deyip kendi hesaplarını tutanlar, başkalarını yok sayıp yalnız şahsi hedefler arkasında koşanlar başkalarını hakkıyla düşünemezler. İnsanlık için ne kadar faydalı, güzel, hayırlı hizmetlerin içinde olursanız olun, bu arada hep şahsi çıkarlarınızı düşünüyorsanız kalıcı bir başarı ortaya koyamazsınız. Herhangi bir çıkar ve menfaate müteveccih kimseler, insanları göklere çıkarsalar, cennetlere merdiven dayasalar bile yaptıkları hizmetler katiyen gelecek vaadetmez. Çünkü bu tür duygu ve düşünceler, tavır ve davranışlar peygamberlerin yoluna aykırıdır. Allah (celle celâluhu), yolun doğrusunu enbiya-yı izâma tarif etmiş ve onlar da bunu eksiksiz şekilde temsil etmişlerdir. Bu yüzden muhatapları nezdinde inandırıcı olmuş ve kalblere tesir etmişlerdir.  Ortaya koydukları eserler kalıcı olmuştur.

Dininize, değerlerinize, ülkünüze, ülkenize hizmet etmek ve insanlığa faydalı olmak istiyorsanız daha işin başında kendinizi silmeniz, kendi çıkarlarınızı unutmanız gerekir. Var etmenin en önemli sermayesi, insanın kendini yokluğa bağlaması, yokluğa kilitlenmesidir. Say u gayretiniz, ilm ü irfanınız açısından takdire değer bir faziletiniz varsa bırakın onu başkaları takdir etsin. Allah yolunda yürüdüğünüze inanıyorsanız en büyük sermayenizin beklentisizlik olduğunu bileceksiniz.

 Bir kısım beklenti ve hesapların belki size bir kısım yararları olabilir; fakat bunların sadece dünyaya dönük ve dolayısıyla geçici faydalar olduğunu unutmamak gerekir. Kaldı ki o da garanti değildir. Zira yönetime gelmiş nice tiran ve despotlar, halka hizmet edecekleri, onların menfaatlerini düşünecekleri yerde kendi çıkarlarını öncelemişler ve netice itibarıyla kendilerine kahretmiş, kendilerine yazık etmişlerdir. Dünyevî çıkarlara, saltanata, debdebe ve ihtişama gönlünü kaptıran bu egoist ve narsist ruhlar, ahiretlerini berbat ettikleri gibi çoğu zaman dünyalarını da ihya edememişlerdir. Evet, Allah yolunda yapılması gereken hizmetler dahil her şeyi kendi çıkarlarına bağlı götürmek öyle onulmaz bir hastalıktır ki veremden de kanserden de daha tehlikelidir.

Vazifelerini ücret ve beklentiye bağlayanlar, başarılı olamazlar. Beklenti, tedavisi olmayan ve insanı ölüme götüren bir virüs gibidir. Bu virüs bir ilahiyatçının bünyesine musallat olabileceği gibi bir siyasetçinin bünyesinde de kendine yer bulabilir. Bir sanatkâra musallat olabileceği gibi bir bilim adamına da musallat olabilir. Bir komutana musallat olabileceği gibi bir yargıca da musallat olabilir. Böyle bir virüse yakalanan kimseler zahiren başarılı gibi görünseler de hakikatte işleri bitmiş kimselerdir. En başta da ifade edildiği gibi onlar muvakkaten bir kısım hayır ve güzelliklere vesile olabilirler ancak bu güzellikler katiyen kalıcı olamaz.

Allah Bize Yeter

Kur’ân-ı Kerim birçok âyet-i kerimede beklentisizliği, peygamberlerin ve onların sadık temsilcilerinin temel bir vasfı olarak zikreder. Mesela Yâsîn Sûre-i Celilesinde bir şehre gönderilen elçilerden bahsedilir. Genel kabul, bu elçilerin, Hz. Mesih’in havarileri olduğu yönünde ise de bu konuda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bunların, bir başka peygamber tarafından gönderilen elçiler veya doğrudan Allah tarafından gönderilen peygamberler olma ihtimali de vardır.

Cenab-ı Hak bu belde halkını hak ve hakikate çağırmak için iki elçi gönderiyor. Onların yalanlanması üzerine bir üçüncüsüyle onları teyit ve takviye ediyor. Şehir ahalisinin, “Doğrusu Rahman’ın indirdiği bir şey yok! Siz de bizim gibi bir beşersiniz, evet evet, siz sadece yalan söylüyorsunuz!” (Yâsîn sûresi, 36/15) demesi, onları kendilerine uğursuzluk getirmekle suçlaması, taşlamak ve cezalandırmakla tehdit etmesi üzerine, hak ve hakikate âşina, bu elçilerin arkasında durmaya âmâde ve ihtimal ilâhî mesajı daha önceden kabul etmiş biri şehrin öbür ucundan koşa koşa geliyor ve şöyle diyor: Ne olur ey kavmim! Gelin bu elçilere uyun! Sizden bir ücret istemeyen ve kendileri de dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere kulak verin!” (Yâsîn sûresi, 36/20-21)

Onun bu sözlerini, hidayet kavramının geniş anlam çerçevesini de göz önünde bulundurup biraz daha açarak şöyle ifade edebiliriz: Bu elçilere nasıl uymayacaksınız ki! Onlar, yaptıkları rehberlik ve vazife karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyor, hiçbir menfaat beklemiyorlar. Üstelik kendileri hidayet üzereler, dosdoğru bir yolda yürüyorlar. Sizi de hidayete, doğru yola çağırıyorlar. Hedefleri belli, yolları açık.. selâmetli ve emniyetli bir güzergâhta yürüyorlar. Söyledikleri ve sizi çağırdıkları hakikatlerde, tabiat-ı beşere ters olan, insan mantığının itiraz edeceği, vicdan ve duyguların rahatsız olacağı bir husus yok.  Şayet meseleye kendi makuliyeti içinde yaklaşırsanız bu yolun, sizi ürkütecek, tedirgin edecek, reaksiyona sevk edecek bir yol olmadığını görürsünüz. Böylesi insanlara uyulmaz mı, böylesi insanların rehberliğinde yol alınmaz mı hiç?!

Bu âyet-i kerimeye mefhum-u muhalifi (zıt anlamı) açısından bakacak olursak şöyle diyebiliriz: Vaat ettikleri şeyler karşılığında sizden ücret talep eden, hizmetlerini beklentiye bağlayan, gecekondudan çıktığı hâlde yalılarda villalarda keyif süren insanların arkalarından gitmeyin. Sözünü dinlediğiniz, yoluna tâbi olduklarınız öyle kimseler olsun ki Allah’a yürürken, “Dû cihandan el yudum, pes, hânümânım kalmadı!” (Dünyadan elimi çektim, evim barkım da kalmadı) deyip öyle yürüsünler.

Bütün gönlüyle Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmiş hakiki bir mü’minin bütün beklentisi Allah’tandır. Allah razı ise O, ona yeter. Başka bir şey istemeye gerek yok. Rızaya kilitlenmiş biri, kendi mefkûresini gerçekleştirme istikametinde kıyasıya hizmet etse de buna karşılık halkın kendisine teveccüh etmesini, hayranlık duymasını, takdir göstermesini, alkışlamasını beklemez. O, birilerine minnettarlık duyacaksa, kendisini takdir eden kimselere değil, tenkit eden kimselere duyar. Takdir ve tebcilin insanları küstahlaştıracağını, onların boynunu kıracağını düşünür. Kendisine açık veya kapalı bir şekilde kusurlarını gösteren kimselere ise boynundaki bir akrebi gösteriyor ve böylece kendisini büyük bir tehlikeden kurtarıyorlar nazarıyla bakar. Zira kusurlarını kabul etmeme korkunç bir bencillik göstergesidir.

  • https://s1.wohooo.net/proxy/herkulfo/stream
  • Herkul Radyo