Bacağı Kesik Çocuk ve Gerçek Engelliler

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar,

İki hafta önce, bugün de hâlâ etkisinden kurtulamadığım bir rüyayla sıçrayıverdim uykumdan. Gerçi gördüğüm bir rüya mıydı, kabus mu, yoksa elimdeki nimetleri hatırlatan bir ders miydi bilemiyorum. Zaten o gecenin akabindeki günlerde yaşadığım olaylar, tanıştığım kimseler sanki bana birer mesaj veriyordu. Aynı türden şeylerle bu kadar kısa süre zarfında karşılaşmak bir tesadüf olamazdı. Bunca tevafuktan sonra da beni bir düşüncedir aldı…

Seyrettiğim bir çizgi filmden mi etkilenmiştim bilmiyorum: Aynaya baktım, her şey normal gözükürken birden bire ayağımın teki ortadan kayboldu ve tam yürüyecekken yere düştüm. Ayrıntılarını çok hatırlayamadığım rüyamda bu kısım o kadar netti ki, anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor.

Metin’in Kesilen Bacağı

Ertesi gün ikindi namazı ve sohbeti için Ayyüzlü’nün bulunduğu binaya gitmiştik. Namazın sünnetini kılıp farz için Ayyüzlü’yü beklerken babasıyla birlikte içeriye benim yaşlarımda koltuk değnekli bir erkek çocuğu girdi. Tam da benim arkamdaki yere oturdu babasının yardımıyla. Başında takkesi vardı, belli ki o da namaz kılacaktı. Gece gördüğüm rüyanın üstüne de o çocuğu görünce çok etkilendim. Bazı abiler dönüp dönüp ona bakıyorlardı. Ben bile herkesin onu incelemesinden öyle rahatsız olmuştum ki, “Ne hissediyor acaba?” diye düşünmeden edemedim.

Namazımızı tamamladık, namaz sonrası tesbihatımızı yaptık, hepimiz sohbet dinleme duruşuna geçip Ayyüzlü’nün gelişini bekliyorduk ki onun gelmesiyle herkeste bir hareketlilik oldu. Ben her zamanki gibi kapıya yakın oturduğum için karşıdan amcaların bütün hareketlerini takip edebiliyordum. Daha sonradan adının Metin olduğunu öğrendiğim tek ayaklı arkadaş, Ayyüzlü içeri girince ancak koltuk değneğine tutunarak doğrulabildi. Ayyüzlü kendisi için ayrılan yere oturur oturmaz, bazı afacanlar hemen onun yanına koşup elini öpmek istediler; yaşı çok küçük çocuklar hariç hiç kimseye elini öptürmeyen Güzel İnsan, bu adetini bozmayıp onların başlarını okşadı ve ellerine birer ikişer çikolata verdi. Gözüm, istemeden de olsa Metin’e takılmış, adeta onun üzerine çivilenip kalmıştı. Kıvranıp durmasından ve etrafına bakınmasından belliydi ki, o da bir-iki hamleyle ayağa kalkmak, koşmak, o mübarek ellere dokunmak ve dünyanın en tatlı çikolatalarından birkaç tane almak istiyordu ama buna bir türlü cesaret edemiyordu. Belki kimse görmemişti onun heyecanlı hareketlerini ama o kıvranışları benim içimi delmişti adeta.

Sohbet biter bitmez Metin’in yanına gidip onunla daha yakından tanıştım. Bir trafik kazasında küçük kardeşi vefat etmiş; aynı kazada kendi bacağı da büyük darbe almış; doktorlar ayaktan kalçaya kadar o bacağı kesmek zorunda kalmışlar; bu arada, daha sonraki uzun tedavilere rağmen belindeki müthiş ağrıyı bir türlü giderememişler. Metin, Ayyüzlü’nün duasını alma ümidiyle gelmiş uzak bir beldeden.

Tanışıp konuştukça daha çok sevdim Metin’i; çektiği sıkıntıların onu ne kadar da çok olgunlaştırdığına şahit oldum. Çok güzel bir arkadaş; hal ve tavırları başka çocuklar gibi değil. Benden iki yaş küçük olmasına rağmen sanki daha büyük birinin dilinden dökülüyormuş gibiydi her cümlesi, hayranlıkla dinledim onun sözlerini. Meğerse hastanede kaldığı süre içinde bol bol kitap okumuş, en zor zamanlarını bile çok okuyup daha çok şey öğrenerek değerlendirmiş; kitaplarla sohbet ederken dertlerini bir an da olsa unutmuş. Okuduğu hemen her sayfadan sonra ise Allah’a dualar etmiş vefat eden kardeşi için.

Ona üzülüp üzülmediğini sorduğumda, “Biliyorum ki kardeşim şimdi Cennet’te ve bizi görebiliyor. Onun canı hiç acımıyor. Sadece onu çok özledim. Bazen fotoğraflarla avunuyorum, bazen de Rabbim rüyamda onu gösterip hasretimi dindiriyor.” diye cevap verdi.

Metin ayağı kesildiğinde çok ağlamış, fakat onun ziyaretine gelen öğretmenleri yaşadığı sıkıntıların, acıların arkasında nasıl birer rahmet gizli olduğunu anlattıkça olayları değerlendirmesi değişmiş ve ağlamaları tebessümlere dönüşüvermiş. Dışarıdaki insanların ona dönüp dönüp bakmalarından ve bazı çocukların “sakat” diyerek onunla dalga geçmelerinden dolayı çok ağladığı zamanlar da olmuş ama anne-babasının da desteğiyle o acı günleri hatıralara hapsetmiş. Şimdi başına gelenleri Allah’ın takdiri olarak görüyor ve Cennet’te sapasağlam bir ayağa sahip olacağına çok inanıyor. Sahabe Efendilerimizden bir bacağı sakat olan Amr b. Cemuh vefat edince, Peygamber Efendimiz’in “Şu anda Amr’ı ayağı sapasağlam olmuş, Cennet’te koşarken görüyorum” deyişini bir an olsun unutmayan Metin, kendi hakkında da aynı hayali kuruyor ve o hayalle her zaman bir kevser serinliği yudumluyor…

Belalardaki Rahmet Sırrı

Metin’in buradan ayrılmasının akabinde bedeniyle, sağlığıyla imtihan olan insanlar aklıma takıldı durdu. Hep kendilerine yardımcı olacak birilerine muhtaç, yatağa bağlı, felçli kimseleri; gömleğinin düğmesini bile ilikleyemeyen güçsüzleri; arkadaşları sokakta koşup oynarken pencereden seyretmek zorunda kalan yürüme engelli kardeşlerimizi; konuşamadığı için hareketlerle kendini ifade etmeye çalışan dilsizleri; bununla birlikte hareket dilinden anlamadığı için karşısındakiyle dalga geçen kendini bilmez, kalbsizleri düşünüp durdum. Gözlerim yaşardı, dilim duaya durdu. Onlar için ne yapacağımı bilememenin şaşkınlığıyla öylece kalakaldım. İçimin sıkıntısı öyle kavuruyordu ki beni balkonda oturup gökyüzüne bakarken gecenin soğuğunu bile hissetmemişim. Ben dalıp gitmişken aniden balkonun kapısı açıldı ve annemin sıcak sesiyle dışarıda ne kadar da çok üşüdüğümü farkettim.

“Ne düşünüyorsun böyle gökyüzüne bakarak? Hem üstündekiler de ince, üşütüp hasta olmayasın Talip’im!..” diyerek yanıma oturup kolunu omuzuma atıverdi annem. Anacığımın sıcaklığıyla birden içim ısınıverdi.

“Metin’i düşünüyordum anneciğim.”

O ana kadar zihnime kıymık gibi batan soruyu anneciğime açmadan edemedim:

“Allahu Teâlâ’nın yarattığı hiçbir şeyde nizamsızlık, hikmetsizlik, abes yoktur, öyle değil mi anne?”

“Evet, yavrum…”

“Peki bedeninde bazı rahatsızlıklar bulunan, engelli kimselerin durumunu nasıl açıklayabiliriz? Allah’ın her şeye gücü yeter, murad etseydi herkesi sağlıklı yaratırdı, hiç kimseye sakatlık vermezdi?”

“Allah her şeyi kulları için yaratmıştır, kullarını da imtihanlardan geçirip olgunlaştırmak ve rızasına hazırlamak için. Hiç düşündün mü neden göletler kirlidir de akarsular berraktır, temizdir?”

“Bilmem, hiç düşünmemiştim. Biri akıyor biri sabit duruyor diye mi?”

“Bir nebze doğru, fakat akanı temiz yapan engelleri aşmaya çalışıp kendini oradan oraya çarpması ve bu sayede içindeki kirleri atıp arınmasıdır. Allahu Teâlâ da kullarını kirlerinden, günahlarından arındırmak için, kimi zaman onları ibadetlerle ulaşamayacakları makamlara çıkartmak için, kimi zaman da yapıp ettikleri güzellikleri, sahip oldukları nimetleri kendilerinden bilerek kibirlenip Şeytan’a yoldaş olmamaları ve acizliklerini hissedip Allah’a yönelmeleri için imtihanlardan geçirir, sıkıntılara çarptırır, kirlerinden arındırıp yüksek makamlara ulaştırır.”

“Peki kimisi sağlıklı, kimisi sakat; bazısı fakir, bazısı da zengin.. hani daha önce fakirlik-zenginlikten bahsederken, “Allah kimisine biraz fazla mal verir ve o malı diğer kardeşleriyle paylaşıp paylaşmayacağına bakar. Eğer o kimse şükreden ve ihtiyaç sahipleriyle malını paylaşan, cömert birisiyse imtihanı kazanır. Cenab-ı Hak kimilerine de az mal verir ve sabredip etmeyeceğine bakar. Eğer o kişi sabreder, şikayet etmezse, o da imtihanı kazanır ve pek çok mükafatı haketmiş olur.” demiştin ya, acaba Allahu Teâlâ sakat kimseleri sabredip sabretmemeleriyle imtihan ederken sağlıklıları da onlara karşı vazifelerini yapıp yapmamalarıyla sınavdan geçiriyor olabilir mi?”

“Ah Talip, bu o kadar önemli bir mesele ki, üzerinde ne kadar konuşulsa yeri var. Her engelli, öncelikle anne-babasını sonra da toplumu eğitmek gibi özel bir vazifeyle dünyaya geliyor.”

“Nasıl yani?”

Engellilerin Nasihati

“Biz insanoğlu olarak önünde örnek görmeden bazı şeyleri kavramakta çok zorlanıyoruz. İşte onlar da, çevresindeki sağlıklı kimselere ellerindeki sağlık nimetini hatırlatıyorlar. İkinci olarak da bu nimetin bizim elimizde olmadığını, Allah’ın bunu dilediğine verdiğini ve istediği vakit de emanetini geri alabileceğini göstermiş oluyorlar. Dahası, engelli insanlar her halleriyle “Ahiret var, bir mükâfat diyarı var, hazır olun yolculuk var!” diyerek adeta herkesi ikaz ediyorlar.”

“Nasıl bir ikaz?”

“Oğlum Allah asla haksızlık yapmaz, O âdildir. Kime ne kadar nimet verirse ve kim o nimetlere ne ölçüde şükürle mukabelede bulunursa mutlaka o ölçüde ötede karşılık verir. Engelli bir insanın çektikleri kat’iyen boşa gitmez. O sabırla yaşadığı müddetçe “Ben mükafatımı almaya hazırlanıyorum, ebedi sağlam olacağım bir yere gidiyorum” diye ahiretin yani asıl mükâfat alma yerinin habercisi gibidir, hep onu ilan eder. Bir ayet-i kerimede Cenab-ı Allah “Şüphesiz ilahî adalet gereği, herkes gücünün yettiğinden ve sadece kendisine verilenden sorulacaktır.” buyuruyor. Ne kadar az güç, o kadar az sorumluluk demektir. Âmâ olan birini gördüğümüzde bu dünyayı göremediği için üzülürüz belki, fakat asıl yapmamız gereken şey, bu sayede gözüyle hiç günaha girmediğini düşünüp onun masumiyetine sevinmek ve bir nimet olarak verilen gözlerimizle işlediğimiz günahlar varsa onları hatırlayıp kendi günahlarımız için Allah’a tevbe etmektir. Anlayacağın, Talip’im, sağlıklı insanların imtihanı diğerlerininkinden daha zor, çünkü bütün nimetlerden, sağlıktan vs. tek tek hesaba tabi tutulacağız. Rahman u Rahim Allah bize merhametiyle muamele etsin…”

“Ama anne engelli olmak her şeye rağmen çok zor!..”

“Tabii ki zordur oğlum; neticedeki mükâfatı almak için sakat olmak istenmez. Allah dilerse o ödülü ağır bir imtihana uğratmadan da verebilir. Allah’tan her zaman sağlık ve afiyet istenmelidir. Fakat, insan başına bir musibet geldiğinde ona sabretmeli, dünyanın geçiciliğini düşünmeli ve ahiretin ebedi mutluluğunu kazanmaya çalışmalıdır. Bir de, her zaman Cenab-ı Hakk’ın sabır karşılığında va’dettiği nimetleri düşünmelidir.”

“Nasıl nimetler?”

Peygamberimiz ve Engelliler

“Peygamber Efendimiz’in haber verdiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuş: “Ben kulumun -iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona Cennet’i veririm.” İşte, buna benzer müjdeler çoktur. Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında âhirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini Kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allah’ın lûtfunun ifadesidir. Tıpkı, bir insanın şehit olup Cenneti kazanması gibi… Evet, Allah, birkaç sene dünyanın geçici güzelliklerini seyredecek fâni bir gözü alıyor ama ona bedel, Cennette, Cennet manzaralarını ebedî gözlerle, ebedî bir sûrette seyredecek kırk göz kuvvetinde gözler vereceğini vadediyor.”

“Anne, bazen sakatlara falan acıyarak dönüp dönüp bakıyorlar ya bu günah mı?”

“Günah diyemeyiz ama sürekli acınarak bakılmak kişiyi rahatsız ve rencide eder. Fakat, onlara acıyarak bakmak yerine onların da bizim gibi insanlar olup ihtiyaçlarının bulunduğunu düşünmemiz ve hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz’in de buyurduğu gibi sadaka sevabı kazanma adına onların sıkıntılarını gidermeyi büyük bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerekir.”

“Onlara yardım etmek sadaka vermek gibi midir?”

“Evet oğlum. Bir keresinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), doğan her gün için sadaka verilmesi gerektiğini söylemiştir. Sahabe Efendilerimiz, kendilerinin bu kadar mal varlıklarının bulunmadığını ifade edince, İnsanlığın İftihar Tablosu, sadakanın birçok çeşidinin bulunduğunu belirtip bunlara örnekler vermiştir: “Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları bir şekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi hâcetini tedarik etmesi için gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadına koşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir…” buyurmuştur.”

Sevgili arkadaşlar,

Annem ve ben engelliler hakkında konuşurken babam giriverdi odaya. Sohbet mevzumuzu öğrenince öyle şeyler söyledi ki adeta ağzım açık dinledim. Meğer bu konuda ne de az şey biliyormuşum ve engellilerin problemlerini ne kadar az düşünmüşüm.

Babam “Kuran’ın Engelliye Yaklaşımı” isimli bir doktora çalışması okumuş. E. Gül’e ait olan ve sonra kitap olarak da basılan o çalışmada “Kur’an’ı Kerim’e göre, toplumun engellilere ihtiyacı var.” deniliyormuş. Yazar diyormuş ki:

“İslam dini engelli tüm insanlara dinî ve sosyal yaşamlarında her tür kolaylığı sunmuş ve onları evlerine kapanmaya mahkum etmeyerek güçleri nispetinde aktif sosyal hayata dahil etmiştir. Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen bir kişi ‘Ben görme engelliyim acaba namaz için mescide gelmesem olur mu?’ diyor. Peygamber Efendimiz ona ‘Ezanı duyuyor musun?’ diye soruyor. ‘Duyuyorum.’ cevabını alınca, ‘O zaman senin için bir mazeret görmüyorum.’ diyor. Buradan da anlaşıldığı gibi İslam, engellileri sosyal hayatın içine davet ediyor.”

Babam bu hadiseyi anlatır anlatmaz aklımdaki soruyu sordum:

“Babacığım, Peygamber Efendimiz’in yanında engelli sahabiler var mıydı?”

“Tabii ki vardı Talip; vardı ve Sevgili Peygamberimiz onlara çok şefkatli davranır, ezilmelerine, kendilerini eksik hissetmelerine mani olur ve onları toplum içinde de aziz tutardı. Mesela, bir ayağı sakat olan Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermişti. Seferlere/savaşlara giderken, Medine’de yerine vekalet etmek üzere âmâ olan İbn Ümmü Mektum’u tam 13 defa görevlendirmişti; Medine’de namazları İbn Ümmü Mektum’un kıldırmasını emretmişti. Rasûl-ü Ekrem’in uzun yıllar müezzinliğini de yapan İbn Ümmü Mektûm, Kâdisiyye Savaşı’nda da sancaktarlık yapmış ve orada şehit olmuştu. Yine, âmâ olan Itbân b. Mâlik, kendi halkına imamlık yapmak üzere tayin edilmişti.”

Acımak Çare mi?

“Babacığım, sence engelliler konusunda yapılan en büyük yanlışlık nedir?

“Oğlum bence hem engellilerin hem ailelerinin hem de çevrenin yaptığı birer büyük yanlış var. Bazı engelliler, kendilerinin cezalandırıldığını düşünüp Allah’a, dine ve tabii hayata küsüyor ve işte o zaman gerçekten engelli haline geliyorlar. Aileler de “Neden bizim başımıza geldi?” deyip kadere taş atıyor, isyankar oluyorlar. Hatta bazen anne-baba birbirlerini suçluyor, karşılıklı “Senin yüzünden!..” diyebiliyorlar. Aslında, herkese düşen “İmtihan oluyoruz!.” deyip bu düşünceye göre hareket etmektir ama bazıları bunu başaramıyorlar.

“Peki çevredekilerin yanlışı?”

“Talibim, bazı insanlar da sadece “vah vah, yazık” demekle yetinip zahiren acıma ifadeleri sergiliyorlar ama yardım etme yolunu hiç seçmiyorlar. Oysa, herkes engellilere ya da onların ailelerine bir şekilde yardım edebilir. En büyük yardım onları acınacak, eksik kimseler olarak görmemektir. Sonra da, hal hatır sormaktan moral vermeye, bazen onlarla sohbet etmekten alıp bir yerlere götürmeye ve bir şekilde onlarla ilgilenmeye kadar pek çok yolla onların elinden tutmaktır. Az önce bahsini ettiğim kitapta okumuştum zannediyorum; katıldığı bir panelde otistik çocuğu olan bir ilahiyat hocasının verdiği misal insanların genel duyarsızlığına canlı bir örnek gibi: ‘21 yıl boyunca otistik çocuğumuzu anbean, adım adım takip ettik, onu bir an yalnız bırakamadık; ama bu süre zarfında hiçbir akraba ya da ahbabımız “Bugün de çocuğunuza biz bakalım, siz de eşinizle baş başa bir yere gidin, bugünlük dinlenin.” demedi.’ diyor.”

“Babacığım son bir sorum olacak. Az önce “gerçekten engelli” dedin. Bu ne demek?

“Kur’ân-ı Kerim’de engelliler üç şekilde ele alınır. Önce engelliliğin eksiklik kabul edilmemesi gereken insanî bir durum olduğu nazara verilir. Sonra, engellilere cihad, hicret, ibâdet gibi dini tekliflerde kolaylıklar getirildiği anlatılır. Engellilerle alakalı ayetler daha çok üçüncü gruba dahildir. Bu grupta, gerçek engellilerin imandan mahrum kimseler olduğu vurgulanır; Allah’ın kainat kitabındaki ayetlerini göremeyen kimselerin asıl “körler”, Peygamberin mesajına kulak vermeyenlerin gerçek “sağırlar” ve iman nurundan nasipsizlerin tam “kalbsizler” oldukları anlatılır.”

Evet arkadaşlar,

Anlıyoruz ki, dünya hayatında elsiz-ayaksız, dilsiz-gözsüz olanların engelliliği geçici; onlar sabreder ve ahirete yatırım yaparlarsa, buradaki muvakkat mahrumiyetlerinin karşılığını ötede ebedî saadet olarak alacaklar. Fakat, bütün vücut organları sağlam olsa da, Allah’ın ayetlerini görmeyenler, Efendimiz’in çağrısını duymayanlar ve günahlar yüzünden kalblerini karartanlar hatta öldürenler, dünyadaki geçici ve zahiri bir rahatın akabinde sonsuz bir azaba uğrayacaklar; haşir meydanına sağır, dilsiz, kör ve sakat birer mahkum olarak çıkarılacaklar.

Bu arada, sizin hiç “geçici engelli” arkadaşınız var mı?

Onu en son ne zaman arayıp sordunuz; ne zaman ona dertlerini unutturup Cennet bahçelerini hatırlatarak yüzünü güldürdünüz?

Sahi, her gün böyle bir sadaka veriyor musunuz?

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Beraat Kararı ve Vuslat Zamanı

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili Arkadaşlar,

Geçen Cuma gecesi anne-babamla beraber Şubat Soğuğu dizisini seyrettik. Hem yaşım küçük olduğundan hem de uzun süredir Türkiye’den ayrı kaldığımdan dolayı bazı olayları ve dizideki kahramanların gerçek hayatta kimleri temsil ettiklerini anlamakta zorlandım. Sevgili anneciğim ve muhterem babacığım hemen her sahneyi bazen ağlayarak, kâh oturup kâh kalkarak, kimi zaman tebessüm ederek ama baştan sona büyük bir heyecanla izlediler. Ben meseleleri kavramaya çalışırken işin özünü kaçırdıysam da, bir sahneye takılıp kaldım. Çünkü, bana üç-beş gün önceki kendi halimi hatırlattı.

O sahneyi siz de hatırlarsınız zannediyorum: Tahir Mutlu’nun mahkemesi sona ereceği sırada, salonun dışında da pek çok insan merakla beklemektedir. Çok geçmeden kapı açılır. Yaşı küçük ama aklı büyük olan, hiç karşılaşmış olmasam da çok sevimli bulduğum, kendime çok yakın hissettiğim ve hemen hemen aynı yaşta olduğumuz için de kendisine karşı daha derin bir sevgiyle dolduğum Esad gözleri dolu ama çok mutlu bir edayla mahkeme salonundan koşarak çıkar. Esad’ın çehresinden, gözyaşıyla ıslanmış ama gülen yüzünde bahar çiçekleri açmışçasına, tebessümler yayılmaktadır etrafa… Kapıyı hızla açıp birkaç adım ilerledikten sonra daha fazla dayanamaz ve bağırmaya başlar: “Tahir amca kurtuldu.. Tahir amca kurtuldu!”

İşte, bu sahnede ağladım ben; bu sahneyi çok iyi anladım, kendimi seyrettim Esad’ın halinde. Neden mi?

Birkaç gün önce gece yarısı bir ağlama sesiyle uyandım. Babam karanlıkta başını secdeye koymuş ağlıyordu. Ne dediğini anlamaya çalıştım; gizlice onu dinledim. Hıçkırıklara karışmış cümleleri içli bir niyaz olarak dergah-ı ilahiye yükseliyordu. Belli ki çok doluydu, belli ki mum tahtaya dayanmıştı. “Allahım ne olur, bahtına düştük. Senden başka kimse bize merhamet etmez. Rahmetten uzak kimselerin insafına bırakma bizi. Rabbim, herkes biliyor ki, bizim Hocamız dünyanın en masum insanlarından biridir. Fakat, bugün bir kere daha onun adı mücrim olarak zikredilecek. O milletin vicdanında çoktan beraat etmiş bir insandır. Hem asıl beraat en büyük mahkemede, Senin huzurunda alınacak olan ebedî kurtuluş fermanıdır. Bunu idrak etmekle beraber, meselelere uzaktan bakan insanların daha fazla aldatılmasına fırsat vermemeni diliyor ve Hocam için beraat istiyorum. Estağfirullah ya Rabbi, Hocam için değil, diyalog için, hoşgörü için, barış ve kardeşlik için ve koca bir dava için beraat dileniyorum. Rabbim, ne olur aynı duygu ve düşüncelerle yüreği çarpan masumları bugün bir kere daha inkisara uğratma; bu defa güldür onları; canımı al ama onları yine ağlatma!..” diyor ve adeta inliyordu babacığım. Onu bu kadar yanıp yakılırken gördüğüm anlar çok azdır. O an uyanmış olmasam yine göremeyecek ve Ayyüzlü’nün mahkemesinden de haberdar olamayacaktım. Çok şükür ki, uyandım ve şu kırık dökük cümlelerimle ifade etmeye çalıştığımın çok ötesinde iç burkan yakarışlar duydum o gece vaktinde. Sonra bir kenara çekilip ben de “amin” dedim onun sözlerine.

Bir köşeye kıvrılmış, öylece uyuyakalmışım. Ne zaman sonra kapı sesiyle ayıldım. Sabah namazı için Işığı Sönmeyen Ev’in yolunu tutan babamı görüp hemen arkasından yetiştim. Merak ediyordum, acaba mahkeme ne olmuştu?

Türkiye’yle bura arasında yedi saat zaman farkı var; dolayısıyla sabah namazından itibaren her an haber gelebilirdi. Tesbihatta da, ders sırasında da benim kulağım telefonun zilindeydi. Geçmek bilmeyen dakikalar ve ateşe dönüşen bekleme anı içimi kavuradursun, kahvaltı yapıldı, hadis ve tefsir dersi bitti; Türkiye’de resmi daireler kapandı ama hâlâ iyi-kötü bir haber ulaşmadı bizim salona. Hayret, ne Ayyüzlü bir kelimecik olsun bahsediyordu mahkemeden ne de yanındaki üçbeş kişi. Onlar hiçbir şey yokmuş ve sıradan bir günmüş gibi önlerindeki kitapları mütalaa etmekle meşguldüler.

Artık sabrım bütün bütün tükenmişti. İçimden Ayyüzlü’nün kendisine sorup neticeyi öğrenmek geçmişti ama nerede bende o cesaret. Olacak ya; büyüklerden birisi cesur davrandı ve sadece “Mahkeme..?” diyebildi. Ayyüzlü’de “Beraat kararı vermişler!..” deyip cümlesini noktaladı. Demek ki iki saat önce gelen telefon onu haber vermiş; ama nasıl olur, ne bir sevinç emaresi, ne bir rahatlama işareti ve ne de bir inşirah remzi vardı Ayyüzlü’nün çehresinde. Salondakilerin dudaklarından kısık bir “Elhamdulillah” sözü dökülmüştü, hepsi o kadar.

Bir yolunu bulup çıktım binadan. “Hocaefendi beraat etti, Hocaefendi beraat etti!” diye bağırdım uçsuz bucaksız ormanda. Eve yürürken çok mutluydum, ne zamandan beri ilk defa içim içime sığmıyordu. İçeri girerken de aynı cümleyi tekrar ediyordum ki, babam araya girdi ve “Hocaefendi değil oğlum, adalet beraat etti, hoşgörü ve diyalog beraat etti; eğitim faaliyetleri ve fedakar eğitim gönüllüleri beraat etti!” dedi. Dedi ve ne zaman gözyaşlarını benden gizlemek istese hemen bir işe girişecekmiş gibi yaptığı üzere, kütüphaneden bir kitap alıp salona geçti.

O gün ikindi namazından sonra alışılageldiği üzere soru soruldu Ayyüzlü’ye. Herkes pürmerak verilecek cevabı bekliyordu. Soruyu duyunca ne kadar da memnun oldum; çünkü yine anlamakta zorlandığım bir hususun şerhi istenmişti Ayyüzlü’den; sabahtan beri beynimi kemiren soru sorulmuştu: “Efendim, milletimiz nezdinde siz hiç suçlu olmadınız ki beraat etmiş olasınız. Fakat, yine de biz çok sevindik. Siz bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle durumlar karşısında mü’minlerin sevinmesinin de bir ölçüsü var mıdır?”

Ayyüzlü kederli bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

Ben hiçbir zaman suçlanmama, muhakeme edilmeme ve bir mücrim gibi gösterilmeme üzülmedim. Cenab-ı Allah benim gönlümü biliyor, işte bu inanç hep yetti bana. Fakat, o Şubat soğuğundan sonra yıkılan dostluk köprülerine çok üzüldüm. O günlerde, millet olarak hemen hepimiz birbirimizle kucaklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hatta birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. Her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet, yürüyorduk kinin, nefretin bulunmadığı-bulunamayacağı günlere. Yakın geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sînelerimizdeki düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde ümitle, iştiyakla durmadan koşuyor ve kendimiz olmaya çalışıyorduk.

Ne var ki, o Haziran fırtınasında, bir anda düğmeye dokunuldu ve bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlatıldı. Kendini düşmanlık duygusuna kaptırmış bazı kimseler, kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koştu; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıktı, yolları harap edip yürünmez hâle getirdi ve sevgiyle çarpan sînelere şiddet, hiddet aşıladılar.. değişik kesimlerin arasındaki birlik ruhunu kesti, biçti, parçaladı ve ulaşabildikleri bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçtılar. O günden sonra, -büyük ölçüde- artık gönül kapıları o eski sıcaklığıyla herkese aralanamadı, gözler tebessüm cimriliğine gitti, dudaklar da sevgi mırıldanmadı.

İşte, ben yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasına ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesine çok üzüldüm. O zamandan beri her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrettim ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa-sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama… gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oldum, inledim.

Evet, ben çok ciddi gayretlerle elde edilen başarıların altının oyulmasına; o sevgi atmosferinin delinip yırtılmasına, toplumun değişik kesimleri arasında yeniden kavgaya start verilmesine; sevginin, merhametin ve şefkatin kapı kapı kovulmasına; sînelerde uykuya yatmış düşmanlıkların bir kere daha hortlatılmasına üzüldüm; kendimi âdeta öldürülmüş bir sürü güzel şeyin mezarı başında tahayyül ettim ve acıyla kıvrandım.

Keşke ben hapislerde çürüseydim, ölüp ölüp dirilseydim de dostluk adına uzatılan eller geri çekilmeseydi, hoşgörü diyen diller susmasaydı, barış içinde bir araya gelmeler sona ermeseydi ve millet fertleri o günlerdeki gibi birbirine hep sevgi gamzetseydi.”

Ayyüzlü o kadar hisliydi ki, sohbetin sonuna doğru hem konuşuyor hem de ağlıyordu:

“Hayır, ben beraat kararına sevinemedim. Şayet beni sevindirmek ve tebessüm ettirmek istiyorsanız; herkesin birbiriyle dost olduğu haberini getirin; insanların birbirine şefkat ve merhametle baktığı muştusunu verin; Türkiye’de herkesin sevgi türküleri söylediğini müjdeleyin!. Ben sadece ötede Allah’tan almayı murat ettiğim beraatımın arkasındayım. Bu dünyada ise yalnızca “Bir insan daha hidayete ermiş” haberini hakiki müjde sayar ve işte o muştu karşısında çocuklar gibi sevinirim.”

Evet, arkadaşlar,

Şubat Soğuğu, Tahir Mutlu ve Esad… derken söz bizi nerelere getirdi. İşte, size bahsettiğim o sahne, yukarıda özetlemeye çalıştığım o heyecanlı günü hatırlattı bana.

O günden sonra ne mi oldu?

Babamdan duyduğuma ve haberlerde dinlediğime göre, Türkiye’de herkes Ayyüzlü’nün vatanına ne zaman döneceğini konuşuyormuş. Bir sürü senaryo.. herkes bir şey söylüyormuş. O asılsız haberlere hem babam ve arkadaşları hem de ben kıskıs gülüyor, “Yalanın ve uydurmanın bu kadarına da pes doğrusu!..” diyoruz.

Şu küçücük kafamla zannediyorum, çoklarının gözden kaçırdığı bir husus var: Ayyüzlü’nün burada geçireceği günleri mahkeme takdir etmedi ki dönüş vizesini de o versin. O, dönmek için mahkemenin neticesini beklemiyordu ki hemen dönüş bileti teminine girişsin. Onu tanımayanlar kendi dar zaviyelerinden komik tahminlerini hakikatmiş gibi seslendirip duruyorlar. Oysa, Allah’tan başka kimse bilmiyor vuslat vaktini. Kim ne derse desin, ne üç ay ne de üç sene sonra, sılaya kavuşma anı kader kitabında saklı. Bir de bakmışsınız ki, hiç beklenmeyen bir anda anahaber bültenlerinde “flaş, flaş” bandı.. ve spikerin tok sadası:

“Kimse bilemedi; fıtratı tevazuyla bütünleşmiş Ayyüzlü kendisi gibi geldi. Üç gün önce sessiz sedasız minarelerin gölgesine âram eyledi ve kevser-misal ezan sesleriyle serinledi.”

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Kuşun Kanadını Kırarsan…

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili arkadaşlar,

Ağaçlar arasındaki evimizin hemen arkasında minik ama oldukça güzel bir gölet var. Ördekler için tam bir yüzme havuzu olan, sincaplara ve geyiklere serin suyundan ikram eden, görüntüsüyle çevredeki ağaçların canlılığına daha bir güzellik ekleyen bu şirin gölcük, buraya geldiğimizden beri benim için bulunmaz bir dinlenme mekanı oldu. Fırsat buldukça minik denizciğimin kenarına gidiyor, çevreyi seyrediyor ve kainatı okuma denemeleri yapıyorum. Bu arada az ötedeki küçük derenin şırıl şırıl akışını dinleyerek, onun hangi zikri yaptığını, Cenab-ı Hakk’ın hangi ismini tekrar edip durduğunu anlamaya çalışıyorum. Bazen “Celîl”, bazen de “Cemîl” dediğini duyar gibi oluyorum ama bunlardan hangisini söylediğini iyice ayırt edemiyorum. Geçen gün, su içmeye gelen bir kuşun zikrini Kur’an hocamın yardımıyla da olsa açık seçik anladım; “Ya Kuddüs, ya Kuddüs” diyordu; onun sesine yoğunlaşınca harfleri ne kadar da güzel telaffuz ettiğini duyup hayrette kaldım.

Ayyüzlü’nün Ağladığı Gece

Neyse.. geçen gün her zamanki gibi bir fırsatını bulup şirin göletin kenarına koştum. Elimde, soluk soluğa okuduğum ve neredeyse bir günde bitirdiğim “Serhatte Gün Batımı” adlı kitap vardı. Onun sayfaları arasına dalıp gitmişken, bir cümle beni hayalen birkaç hafta önceye, Peygamberimizin doğum gecesine götürdü. Samanyolu Televizyonu da olmasa bu gurbet elde çok garip geçecekti o Kutlu Gece. Fakat, çok şükür ki, ışığı sönmeyen evde, Ayyüzlü ile beraber Mevlid Kandili için hazırlanan özel programı seyretmek nasip oldu.

Rasûlullah’ın adının her anılışında sanki odaya o En Sevgili giriyormuş gibi bir hal alıp edeble doğrularak O’na saygısını gösteren Peygamber Aşığı’nı o programı seyrederken bir görebilseydiniz keşke. Yanaklarından sürekli damla damla gözyaşı akan o Güzel insan, program boyunca ağlamaktan ekrana bakamadı desem abartmış olmam herhalde. Büyüklerim, çekindiklerinden midir bilemiyorum, bırakın Ayyüzlü’ye dönüp onun halini görmeyi, nefeslerini bile belli etmeden alıp veriyorlardı. Ben ise, hem küçük olmanın avantajıyla hem de Ayyüzlü’nün beni göremeyeceği, normalde bayanların kullandığı camlı yerde oturduğumdan herkesi yarı kuşbakışı takip edebiliyordum.

Televizyonda değişik rolleriyle, şarkılarıyla tanıdığımız sanatçıların sırf Kainatın İftihar Tablosu’nun dünyayı teşrifini anmak ve O’nunla bir gece geçirebilmek için yaptıkları besteleri, okudukları şiirleri dinleyince çok duygulanan Ayyüzlü’nün dudakları kıpır kıpırdı. Bütün insanlığın dünya ve ahiretini düşünen o Dertli insan, sanatçıların Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’e olan sevgilerinin artması için dua mı ediyordu, yoksa, o süslü hayatın içinde yaşayıp da Sırat-ı Müstakim’i bulamamışların da hidayeti için Allah’a yakarıyor muydu, çok merak etmiştim. Bir aralık kısık bir sesle, “Ey merhameti sonsuz Rabbim, Habibin hürmetine, O’nun mevlidi hatrına uzaktakilerin gönüllerini de imana, İslam’a ve Kur’an’a aç; kalbi bütün bütün ölmemiş kullarına da bu gece yeni bir doğum lutfet!” diyor ve ağlıyordu. Bir de zaman zaman dudaklarından “Ya Rasulallah ne kadar yenisin; aramızdan daha dün gitmiş gibisin!” sözleri dökülüyordu. Hele arada bir ekrana yansıyan yaşlı gözler, vatan ve millet hasretiyle kavrulan Büyüğümüzü daha da bir hüzünlendiriyordu. Kim bilir, belki de “Yetim Kız”ın duygu yüklü sözlerini dinlerken de koskoca bir ümmetin öksüzlüğünü düşünmüş ve onun için hıçkırıklara boğulmuştu.

Haylaz Çocuklar

Bu tatlı ama hüzünlü tablo bir sinema şeridi gibi hayalimden geçerken, benim yaşlarımda iki kişinin seslerini duydum. Bu iki arkadaş ellerindeki taşları göldeki ördeklere doğru fırlatıyor, daha sonra da ördeklerin bağırarak kaçışlarını birbirlerine gösterip kahkaha atıyorlardı. İlk önce yanlış gördüğümü zannettim. Fakat biraz daha dikkatli izleyince yanılmadığımı anladım. Keşke yanılmış olsaydım da onlar öyle kötü şeyler yapmasalardı. Daha sonradan babalarının bir işi dolayısıyla üç günlüğüne bizim yan daireye geldiklerini öğrendiğim Serkan ve kardeşi Ahmet’le hiç de iyi bir tanışmamız olmadı:

“Heyy, durun, arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Onların da canı var. Size atılsa o elinizdeki taşlar hoşunuza gider miydi? Yapmayın ne olur!..” diye uzaktan seslenip koşarak yanlarına gittim.

“Biz bir şey yapmıyoruz ki, sadece oyun oynuyoruz.” dedi Ahmet.
“O hayvancıklar oyuncak değil ki!” diye cevap verdim.

“Annemin dediğine göre, Allah, hayvanları insanlara hizmet etmek için yaratmış; işte bizi eğlendirerek onlar da hizmet etmiş oluyorlar.” diyerek dalga geçen Serkan o esnada bastığı yerin yakınında bir karınca yuvası olduğunu farkedip yere eğildi. Eliyle yuvayı karıştırırken batan bir dikenin acısıyla yerinden doğruldu ve hıncını karınca yuvasından alırcasına ayağıyla vurmaya başladı. Artık dayanamayıp;

“Lütfen yapma, hem bu yaptığın çok günah. Eğer sen bu hayvancıklara merhamet etmezsen Allah da sana merhamet etmez.” dedikten sonra tuttuğu elini gösterek, “Çok acıdı değil mi? Haydi gelin, başka bir oyun bulalım sizinle! Bu arada ben Talip Rıza!..” diyerek kendimi tanıttım.

Bir müddet havadan sudan konuştuk. Söz sonra dönüp dolaşıp hayvanlara nasıl davranmamız gerektiğine geldi, ben de “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” adlı kitapta dikkatimi çekip beni kendisine hayran bırakan Bediüzzaman Hazretlerinin davranışından bahsettim;

Karıncaların Çayı

“O kitapta anlatıldığına göre, Bediüzzaman Hazretleri kedilerin “Yâ Rahîm!” dediklerini duyuyormuş. Bir yere kulübe yapacakları zaman kaldırdıkları taşın altından karınca yuvası çıkınca sırf o hayvancıkları rahatsız etmemek için oraya kulübe yapmaktan vazgeçmiş. Karınca yuvalarının yanına gelince ekmek, bulgur, bir de şeker koyar ve gülerek “Bu da onların çayı olsun” dermiş. Bırakın hayvanları, ağaçlara, çimenlere bile Allah’ı zikrediyorlar diye şefkatle davranırmış. Bir keresinde gördüğü bir oduncuya “Sakın yaş dalları kesme, onlar da Allah’ı zikrediyorlar, ağaçların kurumuş ve ölmüşlerini topla!” demiş. Kendisi de yerdeki çimenler yaralanıp da zikirleri kesilmesin diye otların olmadığı yerlerden yürümeye gayret gösterirmiş.”

“Evet, ben de geçen gün televizyonda Darendeli bir hocaefendinin çocukken Allah’ın adını zikrettiğini işittiği için ağaçların dallarını koparamadığını öğrenmiştim. Öyleyse bitkiler, hayvanlar, her şey Allah’ı zikrediyor öyle mi?” dedi Ahmet.

“Tabii, hatta annem bir keresinde söylemişti; Kur’an’da, kainattaki her şeyin istisnasız Allah’ı tesbih ettiğini belirten ayetler varmış. Yani sadece hayvanlar, bitkiler değil, dağ, taş, bulut, güneş, gezegen… her şey Allah’ı tesbih ediyormuş.”

Benim bu sözüm üzerine iki kardeşten büyükleri olan Serkan çoğumuzun merak ettiği bir konuya değindi;

“İyi de, zehirli yılanları, akrepleri, eşyalarımızı yiyip delik deşik eden fareleri, yazın bizi ısırıp kaşındıran sivrisinekleri de mi Allah’ı zikrediyorlar diye öldürmeyeceğiz?”

Bu sorunun cevabını az-çok biliyordum, fakat benim bilgilerimle onların ikna olmayacaklarını tahmin ettiğimden, eve gidip hem bu konuyla ilgili annemden yardım alabileceğimizi, hem de onun enfes yaşpastasından yiyebileceğimizi söyleyince hep beraber koşarak bizim eve gittik. Ben, aramızda geçen konuşmaları anneme naklettikten sonra Serkan sorusunu biraz daha özetleyerek tekrar etti;

“Çevremizde bir sürü kötü, pis, insanlara zarar veren hayvan var. Bunlara da dokunmayacak mıyız, teyze?”

Annem sabah hazırladığı çikolatalı ve üstü süslü pastadan büyükçe dilimleri tabaklarımıza koyarken ben de içeceklerimizi bardaklarımıza doldurdum. Anneciğim her zamanki mütebessim çehresiyle, yumuşak sesiyle ve sabırla sorularımıza cevap veriyordu;

“Bakın çocuklar, her şeyden önce bilmemiz gereken bir şey var; kainatta kötü varlık yoktur. Anne-babaların çocuklarını koruma amacıyla kullandıkları, fakat çok yanlış bir ifadedir bu. Eğer bizde bir kabahat olmazsa zararlı gibi bildiğimiz hayvanlar dahi bize ilişmezler. Özellikle sinek, hamamböceği, fare, yılan, solucan, kedi, köpek gibi hayvanları kötüleyip iftiraya maruz bırakıyoruz. Daha önce Talip’e yılanın dokunmadığı Allah dostunu anlatmıştım. Evet, hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmayan Allah Teâlâ, bu hayvanları da bir, belki de bilemediğimiz bin hikmetle yaratmıştır. Mesela kimi hayvanları üzerine binip bir yere gitmemiz, kimilerine yük taşıtıp işimizi kolaylaştırmamız ve bazılarını etinden, sütünden, derisinden istifade etmemiz için pek çok hikmetle Yaratan Cenab-ı Hak, bazı varlıkları da izleyip tefekkür edip ders çıkarmamız ve hepsinden önemlisi onların çehresinde bütün kainatın Sahibi Yüce Rabbimizin güç ve kudretini görüp bilmemiz için yaratmıştır. Dolayısıyla, onların şerlerinden emin olmak için yollar bulmalıyız, ama bunu onlara zarar vermeden yapmaya çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki, onların her biri Rabbimizi bize tanıtan bir harf, bir kelime, bir sayfa ve bir kitap gibidir.”

Sivrisineğin Ustalığı

Serkan sorularına devam etti;
“İyi de, bir sinek bize Allah’ı nasıl tanıtabilir ki?!.” dedi. Annem,

“Sırf sineklerle ilgili bir yazısı var Bediüzzaman Hazretleri’nin. Okuduğumda benim de çok ilgimi çekmişti. Siz pastalarınızı yerken ben de o yazıyla ilgili tuttuğum notları getireyim de okuyalım olur mu?” cevabını verip kendisi için hazinelerden bile kıymetli bilgilerin saklı olduğu sohbet ve çalışma notlarını kaydettiği o güzel defterini alıp getirdi. O sırada,

“Çok güzel olmuş anneciğim, ellerine sağlık, pastanedekilerden bile güzel olmuş” demeden edemedim.

Bir küçük tebessümle bana cevap veren anneciğim notlarına bakarak anlatımaya başlamıştı bile:

“Her çiçek, her ağaç, her canlı bütün varlığın aynı Sanatkarın eseri olduğunu gösterir.”

“Nasıl yani?”

“Diyelim ki siz bir apartmana girseniz ve çıktığınız her katta bütün çocukların elinde aynı şeker ve çikolatadan görseniz, ne düşünürsünüz? Onlara bu güzel yiyecekleri veren aynı kişi midir, yoksa farklı kişiler midir?”

“Tabii ki aynı kişi vermiştir, bütün çocuklara değişik insanlar tesadüfen aynı şeyi veremez ki!”

“Çok haklısınız, hemen hemen bütün bitkiler birer tohumdan çıkar, gündüzleri kirli havayı emip yerine temiz hava verirler. Gülü yaratan hangi Zât ise, koca çınar ağacını da yaratan aynı Zât’tır. Bütün bitkiler uyum içerisinde aynı vazifeyi yaparak “Bak bize, bu küçücük halimizle sizin alıp verdiğiniz havayı temizliyoruz, her birimizde bir hastalığa şifa gizlidir, boyumuzdan çoook çok büyük işleri biz kendi kendimize yapamayız. İşte demek ki bize bu işleri yaptıran bir Usta’mız, Sultan’ımız var. Bak her birimizin üzerinde ve de dilinde Allah’ın değişik isimleri var. Bize bakıp bu isimleri görsenize, kulaklarınızı açıp zikirlerimizi işitsenize…” derler.

Bediüzzaman Hazretleri dikkatlerimizi sivrisineğin üzerine çekiyor ve şöyle diyor: “Dünyaya geldiği dakikada evinden çıkıp durmayarak insana hücum edip uzun asâsıyla vurup hayat suyumuzdan (kanımız) içer ve biz onu farkedip yakalayana kadar da ani bir manevrayla kaçıverir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, okula gitmemiş olan mahluka savaş tekniğini, su bulup çıkarma sanatını kim öğretmiş? Ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, bu sanatı çok uzun derslerden sonra öğrenebilirdim. Bu hayvancık bile “Beni yaratan, içime bilgileri koyan Biri var” diyor. Çiçeklerden topladığı maddelerle bal yapan arıyı, incecik iple yuvasını ören örümceği de buna kıyas edin.”

Anne Kuşun Çırpınışı

Hepimiz hayran hayran annemi dinliyorduk. Büyük bir heyecanla elindeki notları bize aktaran annem sözlerine şöyle devam etti;

“Geçen gün Ayyüzlü de bu konuya değinmişti. Demişti ki: Biz bütün canlıları Allah’ın sanatı olarak görür ve mahlukatın en küçüğüne dahi merhamet ve şefkatle bakarız. Bir tek sineğin ölümüne bile rıza göstermeyiz. Yıllar önce, bir arkadaşım bir yılanın belini kırmıştı. Zannediyorum bir veya iki ay hiç konuşmadım onunla. ‘Ne hakkın vardı? Niçin hayvanın hayatının önünü kestin, yaşamasına mani oldun?’ dedim ve sitem ettim. Ben hayatımda bilerek bir karıncaya bile basmadım. Her canlının yaşama hakkı olduğuna, eko-sistem içinde onların hepsinin bir yeri bulunduğuna inandım.”

O gün Ahmet ve Serkan kendi evlerine gittikten sonra da hayvanlara karşı şefkatli olma meselesi aklımdan hiç çıkmadı, zihnimi kurcalayıp durdu. Bir aralık, Peygamber Efendimiz’in hayvanlara merhametli olma hususunda neler söylediğini merak ettim. Bu merakımı giderebilecek bir kitap bulup hemen okumaya başladım. Kitabı henüz bitiremedim. Fakat, en son okuduğum iki hadiseyi aktararak “Bu haftalık da bu kadar!” demek istiyorum.

Bir yolculuk esnasında Sahabîler bir kaya kuşu gördüler. Kuşun yanında iki tane de yavrusu vardı. Birisi gidip kuşun yavrularını aldı. Anne kuş gelip onların başlarının üstünde çırpınarak uçmaya başladı. Peygamberimiz bunu görünce, “Yavrularını alarak bu hayvanın canını kim acıttı? Yavrularını yerine koyun” buyurdu.

Peygamberimizdeki şefkat, bir kuşun çırpınmasına ve acı duymasına bile razı olamayacak kadar engindi. Öyle ki, zevk için kuşları avlamayı hoş görmemiş, o türlü kötü alışkanlıklardan uzak kalınmasını tavsiye etmiş ve şöyle demişti: “Kim sırf eğlence olsun diye, keyif için bir serçe öldürürse, kıyamet gününde o serçe Allah’a şu şekilde şikâyette bulunur: Yâ Rabbi, bu kişi etimi yemek ve benden yararlanmak için değil, sırf kendi zevki için beni boşu boşuna öldürdü.”

Evet, sevgili arkadaşlar,

Hazreti Bediüzzaman’ın dediğine göre, bir çocuk, eline aldığı bir kuşu veya bir sineği öldürse, şefkat duygusuna zıt hareket ettiği için mutlaka o kötülüğünün cezasını görür.. bugün olmazsa yarın düşüp başını yarar ya da kolunu kırar. Şayet, büyüdüğü halde mahlukata karşı öyle zalimce davranmaya devam ederse, burada olmasa da ötede muhakkak hesaba çekilir ve cezalandırılır. Öyleyse, siz siz olun kimseye kötülük yapmayın, hayvanara bile zulüm etmeyin.

Sahi, sizin kedi nasıl zikrediyor, hiç dinlediniz mi?

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Komşu Kızı Selma ve Dil Eğitimi

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili arkadaşlar,

Uzun bir aradan sonra tekrar sizinle beraberiz. Biliyorum, hepiniz iki-üç aydır neden yazmadığımı merak ediyorsunuz. Ah bir bilseniz içimdeki duyguları, aklımı istila eden düşünceleri.. şu anda yine eski günlerde olduğu gibi, o duygu ve düşüncelerimin bazılarını sizinle paylaşmaya çalışıyorum ama bunu biraz da annemin ısrarından ve teşviklerinden dolayı yapıyorum. Bundan sonra da devam eder miyim etmez miyim henüz karar vermiş değilim.

“İyi de, derdin ne?” dediğinizi duyar gibiyim. Bakın anlatayım:

Zerreyim, fakat…

Üç ay kadar önce, bir ikindi sonrasıydı. Ayyüzlü, o her zamanki tatlı üslubu ve güzel sesiyle sohbet ediyordu. Sevgiden ve aşktan söz açtığı bir anda, (Bediüzzaman Hazretleri’ne ait olduğunu öğrendiğim) şu sözleri söyledi:

“Fânîyim, fânî olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayr istemem.
İsterim, fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim.”

Ayyüzlü daha ikinci mısrayı okumadan çok duygulanmış ve ağlamaya başlamıştı; onun iç çekişleriyle seslendirdiği ve yanaklarından süzülen yaşlarla daha bir süslediği bu sözler salondakileri de hüzünlendirmişti. Bir aralık babama baktım, o da ağlıyordu. Peki ya ben?.. Ben, hiçbir şey anlamamıştım o ifadelerden. Allah sevgisiyle alakalı olduğunu tahmin etmiştim; çünkü, Ayyüzlü, sadece Allah’ı ve Peygamber Efendimiz’i hakiki sevgili olarak kabul eder; ne zaman onlardan bahsetse heyecanlanır ve bazen de gözyaşı dökerdi. İşte, o kadarını tahmin etsem bile, ben o sözlerdeki derin manaları anlayamamış, gönlümde duyamamış ve o güzel insanlar gibi ağlayamamıştım.

İşittiğim o kelimeler bana ilk anda yabancı gibi gelmişti, onları zor anlaşılır ifadeler zannetmiştim. Sohbetin akabinde Kur’an öğretmenim olan ağabeye sordum; o da beni odasına götürüp, o sözleri tekrar okudu, defterime yazdırdı, manalarını tam bilemediğim kelimelerin anlamlarını da not ettirdi. İşte o an gördüm ki, büyüklerim kadar duyamasam da o derin manaları, aslında biraz düşününce ben de anlayabilirmişim sözlerin genel anlamını. “Şems-i Sermed” ve “hiç ender hiç” terkipleriyle sadece birkaç kere karşılaşmış olsam da, “fânî”, “âciz” “mevcudât” ve “Yâr-ı Bâki” ifadelerini defalarca işitmiştim.

Eve geldiğimde hem o sözleri hem de kendi durumumu bir kere daha düşündüm. Üç-beş söz öğrenir öğrenmez yazarlığa soyunduğum için kendimden utandım; oysa bilmediğim ne kadar da çok şey vardı. Bilgiçlik taslarcasına yazı yazmaya çalışacağıma oturup kitap okumalı ve kendimi yetiştirmeliydim. O gün bu hissimi kimseye açmadım ama bir kere kararımı vermiştim; artık bol bol okuyacak ve özellikle anlamakta zorlandığım ya da ilk kez duyduğum sözcükleri iyice öğrenerek kelime dağarcığımı zenginleştirecektim.

Komşu Kızı Selmâ’nın Hoş Nağmeleri

Ertesi gün planımı uygulamaya başladım ve hemen “Rüya ile Gelen” adlı harika kitaba sarıldım. Çölde susuz kalmış insanın ne zaman sonra bulduğu bir kırba suyu bir nefeste içmesi gibi ben de onu birkaç oturuşta bitirdim. “Marallar İnince Suya” isimli romanı okurken kendimi doğunun bağrından çıkıp muhacirler arasına adını yazdıran ve öğrencisi için kendini feda eden Ahmet öğretmenin yerine koydum; onun ardından fatihalar yolladım. “Kar Çiçekleri” başlıklı kitap tam bir gül demetiydi; bu kitabı okurken zaman zaman ağladım, eğitim gönüllülerinin fedakarlıklarını hayranlıkla yâd ettim. “Gül Devrine Seyahat” yaptıran kitabın atmosferine kendimi kaptırıp ben de Peygamber Efendimiz’in dönemine gittim; yol boyunca Yunus Emre, Sultan Ahmet, Kanuni S. Süleyman, Yavuz S. Selim, Mevlânâ, Hacı Bayram Veli ve Gazneli Mahmud gibi herbiri bir Peygamber aşığı olan büyüklere de uğradım. “Ağlayan Çınarlar Parkı”nda birbirinden güzel hikayeler okudum ve hayata dair dersler çıkardım.

Bir gün “Küçük Sözler”den daha önce kafama takılan bazı bölümlerin kelimelerini çıkarıp anlamaya çalışırken çok şirin bir ses duydum:

“Bir gül aldım elime, görmem için göz verdin.
Koklamaya burnumu, tutmam için el verdin.
Teşekkür ederim Allah’ım, Seni çok seviyorum Allah’ım”

Bu güzel sözler daha üç yaşındaki Selma’nın zar zor dönen dilinden dökülüyordu. Çok heyecanlandım, hemen yerimden kalkıp sesin geldiği yöne gittim. Komşumuzun kızı Selma, merdiven boşluğuna oturmuş ve o incecik sesiyle kendi kendine bir nağme tutturmuş bağırıyordu:

“Anneciğimin sesini duymaya kulak verdin,
Ondan dua öğrendim, söylemeye dil verdin.
Teşekkür ederim Allah’ım, Seni çok seviyorum Allah’ım.”

Varlığımı hissettirmemeye çalışarak onu uzun süre dinledim. Beni fark edince utangaçlığını belli ettirmek istemezcesine, hemen “Bizim evde CD var, ondan öğrendim. Sen ‘yaramaz kardeş’i biliyor musun?” dedi. “Hayır” işareti yapınca, “Bir de onu dinledim ama daha azıcık öğrendim” deyip devam etti:

“Benim bir kardeşim var çok yaramaz,
Terli iken soğuk su içer hasta olur.
Dertliye deva, hastaya şifa Sen verirsin Allahım,
Sen görürsün Allahım, Sen şifasın Allahım”

Evet, Selma’nın “gül, koklamak, teşekkür, dertli, deva ve şifa” gibi kelimeri telaffuz ettiğini duymak ve hele “Allahım” deyişini dinlemek bana o kadar zevk verdi ki tariften âcizim. Onu bir çikolatayla ödüllendirip tekrar kitabımın başına döndüm ama nafile; ne kadar uğraşsam da bir daha zihnimi toparlayamadım.

Bu Nasıl Konuşma?

Hatırladığım kadarıyla, bir gün Ayyüzlü, “Her şey zıddıyla bilinir.” sözünü açıklamış ve karanlık olmazsa ışık bilinmez; soğuk olmazsa sıcak anlaşılmaz; açlık olmazsa yemek lezzet vermez… diyerek ard arda örnekler vermişti. İşte, Selma’nın şirin sesi ve güzel kelimeleri bana yeni tanıştığım üç arkadaşımın aralarında geçen konuşmaları ve kullandıkları sözcükleri hatırlatmıştı. Hoşuma giden ses ve sözler zıddını çağrıştırmış ve onlardan duyduğum kaba lafları aklıma getirmişti.

Ahmet, Burak ve Emir adındaki o üç arkadaşı ilk gördüğümde elimde “Başkasının Günahına Ağlayan Adam” adlı kitap vardı; onu okuyor, orada anlatılan kahramanın büyüklüğü karşısında hayretten hayrete giriyor ve bir sayfayı okurken diğerine geçmek için sabırsızlanıyordum. O esnada daha sonra adının Burak olduğunu öğrendiğim arkadaş koşarak geldi, benim yaslandığım ağacın arkasına saklanarak “Sakın burada olduğumu çaktırma!” dedi. Ben de kimseyi görmemişçesine okumaya devam ettim. Aradan epey zaman geçti, fakat gelen giden olmadı. Ağacın arkasında beklemekten sıkılan Burak, “Ben çocukların yanına akayım” diyerek gitti ve birkaç dakika sonra yanıma tekrar geldi.

“Boşu boşuna madara olduk, onlar çoktan gitmiş.” diyerek yanıma oturdu. Kendimi tanıtma ihtiyacı hissettim;

“Merhaba, ben Talip. Sizi daha önce hiç buralarda görmemiştim. İlk kez mi geliyorsunuz?” dedim. O da ismini söyleyip,

“İlk kez geliyoruz buraya. Ahmet’le Emir de okulun dümencileri. Ailelerimiz de tanışıyorlar. Biz iyi arkadaşızdır ama bana madik attılar. Söbelemeye giderken hayret falan oldum.”

“Ne oldun?..” dememle Burak’ın kahkaha atması bir oldu, benimle alay eder bir tarzda;

“Çakmadın mı yahu? En kibarını söyledim, daha argoları da var. Çok şaşırdım, afalladım demek istedim.”

Bu konuşmamızın devamında ve daha sonraki beraberliklerimizde ilk kez duyduğum ve kulağımı tırmalayan bir sürü garip ifadeyle tanıştım. Meğer, buraya geldiğimizden beri güzelim dilimiz ne kadar da değişmiş. Türkiye’deki diziler, yarışmalar ve şarkılar hep argo kelimelerle dolmuş. Okullarda, evlerde ve iş yerlerinde de yaygınlaşmış bu tuhaf laflar.

İşte bir taraftan Selma gibi küçücük bir kızın dilinden dökülen şirin mi şirin sözler, diğer yandan da o arkadaşlarımdan duyduğum sevimsiz laflar hücum etmişti zihnime. Babamın not defterinde, Ayyüzlü’nün Türkçe’yle alakalı şu sözünü görmüştüm: “Dili bir namus gibi bilerek iffetimizi koruma hassasiyeti içinde onu korumaya gayret etmeliyiz.” Bu sözü de hatırlayınca arkadaşlarımın o yakışıksız konuşma tarzı beni ziyadesiyle üzmüştü ki onlar, bu kelimeleri kullanmanın doğru olmadığının farkında bile değillerdi. Onlara nasıl faydalı olabilirim diye düşünürken anneciğim giriverdi kapıdan içeriye.

“Nasılsın oğlum? Yemekten sonra yanımızda fazla oturmadın da merak ettim, canını sıkan bir şey mi oldu?”

“Birkaç gündür duyduğum bazı sözleri düşünüyorum. Anneciğim, argo nedir? İnsanlar niye argo kelimeler kullanırlar?”

“Oğlum, argo aslında, eski zamanlarda dilenci, serseri ve hırsız grupların kendi aralarında konuştuğu gizli bir dilmiş. Günümüzde ise, cahilliklerini ve kitap okumamışlıklarını gizlemeye çalışan kimselerin, farklı olmak ve dikkat çekmek düşüncesiyle, ciddiyeti azaltmak ve samimiyeti artırmak gibi bahanelerle kullandığı kaba bir dil oluvermiş.”

“İnsanların cahillikleri nasıl gizlenir ki bu kelimelerle?”

“Bir haberde, Türkçe’de 70.000’den fazla kelime olduğunu, fakat şimdiki gençliğin bunlardan sadece 300-400’üyle kendilerini ifade ettiklerini okumuştum. Bazılarına göre bu sayı 40.000’e kadar düşüyor ama aslında dilimizde çok daha fazla kelime var. Maalesef, bugün biraz kitap okumuşlar bile ancak 800-900 kelimeyle duygularını ifade ediyorlar. Kitap okumayan, okumayı sevmeyen, zamanının çoğunu ya televizyon karşısında oturarak, ya müzik dinleyerek, ya internette “chat” yaparak ya da iyimser bir tahminle test çözerek geçiren gençler kelime hazneleri çok dar olduğu için, belli bir konuda konuşmaları gerektiğinde bildikleri kelimeleri farklı şekillerde dizip değişik manalar yükleyerek, “İşte, şey, falan..” türünden dolgu malzemeleriyle ve el-kol hareketleriyle işlerini görüyorlar.”

Annem bu bilgiyi verdikten sonra –not defterinden de faydalanarak– daha pek çok hususa değindi. Dilerseniz ondan dinlediklerimin bir kısmını size de aktarayım:

Dil Eğitimi Üzerine

Çocuğa anadilini güzelce öğretmek ve ona okumayı sevdirmek herkesten önce anne-babanın vazifesidir. Çünkü, bu süreç daha çocuk dünyaya gözlerini açmaya hazırlanırken başlar. Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) çocuk doğar doğmaz kulağına ezan ve kamet okumayı tavsiye etmesi ve Kendisinin de bunu uygulaması çok manidardır. Demek ki çocuğun ruhunu beslemek için daha ilk günden başlayarak onun kulağına bazı şeylerin söylenmesi ve onunla konuşulması gerekmektedir. Dahası, bebeğin kelime dağarcığı ilk sözcükleri duyduğu anda oluşmaya başlar.

Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, hadis-i şerifte, “Çocuğun ilk söyleyeceği söz ‘Lâ ilâhe illallah’ olmalı” buyurmaktadır. İslam büyüklerine göre, şayet bir çocuk kendi başına bırakılır ve dil konusunda onun üzerine düşülmezse, ağzından çıkan ilk söz “anne-baba” kelimeleri olacaktır ki, işin tabiîsi budur; fakat, anne-baba çocuklarının dil bakımından gelişimini daha en baştan ciddiye alırlarsa, o çocuk her şeyden önce “Allah” diyecektir ki, bu da meselenin irâdîsidir. Evet, çocuğun dil bilgisinin temeli “Allah” ismi şerifiyle atılmalıdır; sonra bu esaslı atkı üzerine çocuğun yaşına ve idrak ufkuna göre vatan, toprak, bayrak, hürriyet, istiklâl gibi diğer önemli kavramlar bina edilmelidir. Zaten, şayet bir evde, Allah Teâlâ’ya karşı saygı var ise ve orada sıkça Allah’tan bahsediliyorsa, çocuğa ilk diyeceği şeyi öğretme konusunda hedefe kilitlenilmiş demektir. Evet bir evde, “Allah” denilip rükua ve secdeye gidiliyor, “Allah” denildiğinde ayakların bağı çözülüyorsa çocuğun ilk kelimesinin “Allah” olması da kolaylaşacaktır.

Anne-babalar çocuk daha konuşmaya başlamadan onun belleğini güzel kelimelerle doldurmalı ve ona hep hoş sözler duyurmalıdırlar. Hatta, çocuğa söyleyecekleri ninnilerin sözlerine ve toplu mekanlarda onların işitmesi muhtemel konuşmaların muhtevasına bile dikkat etmelidirler. Mesaj vermeyen ninnilerle yavrularını uyutan, çok yoğun olduğunu söyleyip çocuğunu televizyonun tehlikeli kollarına atan ya da onları yuvaya emanet eden anne-babalar bunun vebalini ödeyemezler. Özellikle yedi yaşına kadar çocuk her an anne-babasının gözetiminde olmalıdır ve eğer gerçekten zaruri değilse çocuk kat’iyen başka ellere teslim edilmemelidir. Zarurete binaen bile olsa oğlunu ya da kızını gözü gibi koruyacağından emin olmadıkları insanlara teslim eden çiftler büyük bir cinayete sebebiyet vermektedirler.

Bebek önce anne-babasının sesinden güzel sözleri dinlemeyi sevmeli, sonra kitapları görmeli, daha sonra onlara dokunmayı ve onlarla oynamayı istemeli ve en nihayetinde de okumaya alışmalıdır.

Hazreti Ömer efendimiz, şiirin faziletli kalbi şefkatle doldurup duygulandırdığını söyleyerek, kendi dillerini sağlam öğrenmeleri ve düşüncelerini rahat ifade edebilmeleri için çocuklara şiir öğretmek gerektiğini belirtmiştir. Hafızasında binlerce beyit bulunduğu ve çok güzel konuştuğu nakledilen Hazreti Aişe validemiz de, “Çocuklarınıza şiir öğretiniz; dilleri tatlılaşır” tavsiyesinde bulunmuştur. Şu kadar var ki, onlara şiir ezberletirken o işi severek yapmalarına ve “ezberleyebiliyorum” duygusuna kavuşmalarına özen gösterilmelidir. Yani, birden bire on kıtalık bir şiiri ezberletme yerine ilk önce bir-iki mısralık bölümleri ezberletmeli; onlara bu işi yapabiliyor oldukları hissi verilmelidir. Hatta, gerekirse, ezberleme işine ezgi ve ilahilerle başlanmalı, böylece onlarda yavaş yavaş dil zevkinin oluşması sağlanmalıdır.

Bu itibarla, anne-babalar hem kendileri dili güzel kullanmalı hem de çocuklarına dinlerinin yanında dillerini de çok iyi öğretmelidirler. Hem bilgi bakımından muhtevalı hem de dil açısından düzgün kitaplar okutmanın yanı sıra, onların Türkçe’yi sevmeleri için kulağa hoş gelen atasözlerini ve şiirleri de zaman zaman tekrar etmelidirler. Onların nezih bir çevrede ve temiz konuşan insanlar arasında bulunup hiç olmazsa dinleye dinleye kulak aşinalığı kazanmaları için imkanlar hazırlamalıdırlar.

İç Lûgatçe

Ayrıca, anne-babalar, çocuklarına anlayacakları dilden konuşmalıdırlar ama anlamakta zorlanacaklarını bile bile, onlara öğretmek için -kasdî olarak- bazı kelimeleri, terkipleri ve deyimleri de sık sık kullanmalıdırlar. Bu konuda, Bediüzzaman’ın üslubunu taklit etmek çok faydalı olsa gerektir. Bazıları, Risale-i Nurların diline “ağır” derler. Oysa, Risale-i Nur’daki bazı kelime ve terkiplere zihnimizi ve dilimizi, Kur’ân kelimelerine aşina kılmak için yer verilmiştir ve onlar özellikle tercih edilmiştir. Bu tercihin tek sebebi, Üstad hazretlerinin yaşadığı zaman değildir. İnsan zihninin bütün zamanlarda aşina olması ve bilmesi gereken Kur’an tabirleri vardır; Risalelerin (ve dahi Pırlantalar’ın) üslubu da bu maksadı gerçekleştirmek için kasdî seçilmiştir. Anne-babalar ve eğitimciler bu hususu mutlaka göz önünde bulundurmalı ve -Risale-i Nur’da metnin akışı içinde gizli bir lûgatçe ile Kur’an kelimelerinin sade karşılıklarının verilmesi gibi- bir “iç lûgatçe” kullanmalıdırlar. Evet, Risalelerde, “…o Sultana muhâtab ve halîl ve dost ol!” cümlesindeki “halîl = dost”; “O rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celbeder, kendine çeker.” sözündeki “celbetmek = kendine çekmek”; “…levh-i mahv ve isbat namında yazar-bozar tahtası hükmündedir” ifadesindeki “levh-i mahv ve isbat = yazar-bozar tahta” misallerine benzer daha pek çok örnek göstermek mümkündür.

İnsan okuduğu kitaplar, zihnine yerleştirdiği bilgiler ve bildiği kelimeler vesilesiyle belli bir düşünce sistemine sahip olur. Bir yabancı dile âşinâ olan kimseler, eğer ana dillerini çok iyi bilmiyorlarsa, zamanla yazılı ya da görüntülü vasıtalar sayesinde o dillerden süzülüp gelen düşüncelerin tesirine girer; o milletler gibi duymaya, düşünmeye ve anlamaya başlarlar. Dolayısıyla, özümüzü muhafaza etmemizin ve kendimiz olarak kalmamızın şartlarından biri dilimizi kendine has özellikleriyle öğrenmemiz, onu düzgün kullanmamız ve korumamızdır.

Maalesef, bugün bazı kimseler, hatta bir kısım meşhur yazarlar argo kullanmanın lüzumunu ve onun halkın malı olduğunu iddia etmektedirler ki bize göre bu tamamen yanlıştır. Mahallî diller ve lehçelerle alakalı çalışmalar takdir edilmelidir; her yazar kendi doğup büyüdüğü yörede bilinen mahalli kelimeleri mutlaka kullanmalı ve onların unutulmasına mani olmalıdır. Fakat, her argo kelime, iffetli insanlar arasındaki hayasız kimse gibidir; umumi atmosferi bozar, göz tırmalar ve hassas ruhları rahatsız eder.

Evet arkadaşlar,

Dil eğitimiyle alakalı bunca önemli meseleyi not ettikten sonra anneme sordum:

“Peki sen bana kitap okumaya ne zaman başladın anneciğim?”

Gözlerindeki buğudan tekrar o günlere gittiğini hissettiğim annem başımı okşayarak,

“Hatırlamazsın ama, sen daha minik bir bebekken ben sana kitap okurdum; renkli renkli sayfaları gösterir, oradaki resimler hakkında konuşurdum. O zamanlar bebekler için bezden kitaplar olmadığından dolayı, bazen bir kumaşın üzerine resim çizip yazılar yazar, daha sonra da içini pamukla, pirinçle ve değişik maddelerle doldurup kenarlarını dikerek kendine zarar vermeyeceğin oyuncak kitaplar yapardım sana.” dedi.

O, yanımdan ayrılıp giderken içimde anneme karşı minnettarlık hislerim iyice kabarmıştı: Ah canım anneciğim, hâlâ çok şey öğrenmem lazım ama şayet sen o kadar hassas davranmasaydın, bugün anladığımı zannettiğin çok güzel hakikatleri bile hiç anlayamayacaktım. Beni senin şefkatli sinene emanet eden Rabbime hamd ü sena ve sana da sonsuz teşekkürler ederim.

Son bir îkaz: İnsan, anlamadığını düşünerek okumaktan ve dinlemekten vazgeçerse bazı hakikatleri hiçbir zaman anlayamaz; fakat, her gün tek kelime bile öğrense birkaç sene sonra hatırı sayılır büyüklükte bir kelime hazinesine sahip olur. Dahası, insan belli bir yaştan sonra öğrendiği kelimeleri bilse ve onlarla karşılaştığında anlasa dahi, onları kendine mal etmenin ve ihtiyaç anında rahatça kullanabilmenin yolu küçük yaşta onlarla tanışmış olmaktır; aksi halde, o kelimeler onun cümleleri arasında birer emanet gibi durur.

Dualarınıza vesile olması recasıyla…

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Korku, Yılan ve Koruyucu Melek

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili Arkadaşlar,

Geçen hafta, can dostum Recep’ten bir mektup aldım. Bir ay kadar önce gönderdiğim mektubun cevabı olarak okuduğum cümleler, inci dizisi gibi göze hoş gelen bir el yazısıyla çok güzel bir kağıdın üzerine adeta bir dantela şeklinde işlenmişti. O zarf, o kağıt, o pul Türkiye’den gelmişti; satırlar üzerinde arkadaşımın parmak izleri vardı; mektup kağıdı İstanbul kokuyordu. Minik yüreciğim çok heyecanlanmıştı zarfı açarken; öyle ki mektubu baştan sona okuyup bitirdiğim halde kalbimin hızlı hızlı atışı hâlâ dinmemişti. Meğer vatanımı, içinde doğup büyüdüğüm şehri ve dostlarımı ne de çok özlemişim. İşte, o an anladım Ayyüzlü’nün “Üzerinde vatanımın kokusu var, ona dokunmayın!” diyerek Türkiye’den getirdiği elbisesini dolabının bir yanında ilk günkü gibi muhafaza edişinin sırrını. Evet, o an anladım yurdumuzun dört bir tarafından gönderilen toprak dolu kavanozları neden odasının en özel bölümünde sakladığını. Bilmem ki, dostumun eline değdiği ve bizim illerin kokusunu getirdiği için o zarfı ve o kağıdı yüzüme gözüme sürdüğümü Recep bilseydi ne düşünürdü!..

Çeşit Çeşit Korkular

O şirin mi şirin mektupta hoş olmayan sadece tek şey vardı; o da, Recep’in bir yakını olan Yusuf’un problemiydi. Yusuf, karanlıktan, köpeklerden, örümceklerden, kuşlardan, yalnız kalmaktan çok korkuyormuş. Onun bu konulardaki zaafını bilen arkadaşları ve çevresindeki bazı büyükleri onunla alay edip, olmadık şakalar yapıyorlarmış. Yusuf hem buna çok üzülüyormuş hem de kendisiyle alay edilmesinden çekindiği için okula gitmeyi, hatta sokağa çıkmayı bile istemiyormuş. Bizim Recep, başkasının üzülmesine hiç dayanamaz; bundan dolayı, suyun bu yakasındaki büyüklerden yardım istemek ve onların dualarını alabilmek için mektubunda bu meseleye de değinmiş.

İşin doğrusu, ben de bazı şeylerden korkarım; mesela, yılanın hayali bile içime bir endişe salar; bazen gönlüme anne ve babamdan ayrı düşecekmişim gibi bir şüphe düşer; kimi zaman da, burada bile bir kaç gün görmeden edemeyeceğimi düşündüğüm Ayyüzlü’yle ötede beraber olamama korkusu daha şu küçük yaşımda belimi büker. Daha önceleri, kimi insanların uçağa binmekten korkup birkaç saatte gidecekleri yere karayoluyla günler sonra varabildiklerini ve bazı kimselerin uğursuzluk getirmesinden ürktükleri için 13 rakamıyla alakalı her şeyden kaçtıklarını, hatta hiçbir zaman apartmanın 13. katında kalmaya bile cesaret edemediklerini de duymuştum.

Elimdeki zarfı, çekmeceme özenle yerleştirdiğim hatıra defterimin arasına bırakır bırakmaz, korktuğum zamanlarda hemen sinesine sığındığım ve ona sarılınca bütün dertlerimin yok olduğunu hissettiğim anacığımın yanında aldım soluğu. Başında beyaz örtüsü ve elinde kırmızı renkli kitabıyla annem pencerenin önündeki koltukta oturuyordu. Yanına varıp sessizce ona bakışımdan bir şey söylemek istediğimi anlamış olacak ki, bir ara başını kaldırıp “N’aber, oğlum?” diyerek bana yöneldi. Onun işini böldüğüm hissine kapılıp üzülmemem için de okuması bitmiş gibi kitabını yandaki sehpanın üzerine koydu.

Üzgün bir edayla, Yusuf’un korkularını ve yaşadığı sıkıntıları bir bir anneme naklettim. Annem, önemli konulardan bahsederken yüzünde beliren ciddiyetle korkulardan bahsetmeye başladı:

“Korkmak, utanılacak veya alay edilecek bir şey değildir. Sevinç, üzüntü ve kızgınlık nasıl bazı olaylar karşısındaki normal birer tepkiyse, korku da öyledir.. o, bazı durumlarda bütün insanlarda ortaya çıkan bir çeşit heyecan hâlidir. Doğrusu, korkulması gereken şeylerden korkmak insan olmanın gereğidir. Asıl büyük problem, bir insanın, neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile atılacak kadar korkusuz ya da kendi gölgesinden dahi kaçacak kadar yüreksiz olmasıdır.”

Korkunun da Bir Hikmeti Var

Annem bu sözleri söylerken aklıma takılan bir soruyu sormadan edemedim;

“Anneciğim, Allah hiçbir şeyi lüzumsuz yaratmayacağına göre, acaba korkunun varlık gayesi nedir?”

“Oğlum, Cenâb-ı Hak korku hissini hayatımızı muhafaza etmemiz, kendimizi hem bu dünyanın tehlikelerinden korumamız hem de Cennete girmemize engel olabilecek davranışlardan uzak durmamız için vermiştir.”

Annem sözüne bir soruyla devam etti:

“Söyle bakalım, sen bir oyuncağı almayı çok istesen.. ve bir yerde de para görsen, kimsenin şüphelenmeyeceği bir şekilde o parayı çalma imkanın da olsa, sırf o oyuncağa sahip olabilmek için yapar mısın bunu?”

“Hayır.. asla..!”

“Fakat, hiç kimse görmeyecek..”

“Yine de çalmam, hatta öyle bir şeyi aklımdan bile geçirmiş olsam hemen gidip Allah’a tevbe ederim. Çünkü, o sırada beni kimse görmese bile Allah her an görüyor.”

“Peki Allah’ın görmesi senin için neden bu kadar önemli?”

“Neden diye sorulur mu anne? Ya Allah’ın sevgisini, rızasını kaybedersem? Ya hırsızlıktan ve hak yemekten dolayı ebediyyen Cehennem’le cezalandırılırsam? Yaptığı her şeyin hesabını vereceğini bilen birisi öleceğini bilse girişmez öyle çirkin bir işe!”

“Farkındaysan soruna kendin cevap verdin oğlum. İnsanoğlunun bu dünyada bir gayesi olduğunu biliyorsun. Şeytanın da onu engellemek için bütün kötülükleri süsleyip, sarıp sarmalayıp onlarla insanı kandırarak sonunda Cehennem’e sürüklemek için elinden ne gelirse yaptığını da öğrenmiştin. Az önce senin de dediğin gibi, insanda Allah’ın sevgisini ve rızasını kaybedip Cehennem’e düşme korkusu olmasaydı, haketmediği için elindeki bütün nimetleri kaybetme endişesi bulunmasaydı, insanoğlunu kötülüklerden, sapkınlıklardan alıkoymak nasıl mümkün olurdu? Demek ki, nefsin vicdana ve akla boyun eğmesi için korku mutlaka lazım olan bir histir. Yeter ki insan neyden ve hangi ölçüde korkması gerektiğini bilsin.”

Uçak Kazası ve Ölüm İhtimali

“Yani, korkuda bile bir denge var, öyle mi anne?”

“Evet oğlum aynen öyle.. Şayet, insanı bekleyen bir tehlike beş, on ihtimalden bir ihtimalse, o zaman insan ondan korkmalı ve o tehlikeye karşı mutlaka tedbir almalıdır. Fakat, kırkta bir ihtimalle bir zarar söz konusu olan durumlarda ürkmek ve endişeye kapılmak sadece vehimden ibarettir ve hayatı azâba çevirir.”

“Nasıl yani?”

“Mesela, bizim buraya geldiğimiz günlerde Atatürk Havalimanına günde ortalama 750 uçak inip kalkıyordu. Bu rakamı esas alarak, bütün dünyada bir gün içerisinde kaç uçağın havalandığını hesap edebilir misin?”

“Bilmem ki, belki her gün onbinlerce uçak yolcu taşıyordur!”

“Peki, bu sene boyunca kaç tane uçak kazası haberi dinledin.”

“Herhalde otuz olmuştur…”

“Öyleyse, düşmesinden korkarak uçağa binemeyen bir insanın korktuğunun başına gelme ihtimali nedir, bir de bunu düşün.”

“Oooo, milyonda bir mi desem, on milyonda bir mi desem; anneciğim ne bileyim ben böyle büyük sayılı bir ihtimal hesabını…”

“Bir de Bediüzzaman hazretlerinden alarak biraz değiştireceğim şu sözü düşün: “Ecel gizli olduğundan, o korkak adamın herbir günde ölmek ihtimali vardır. Daha on sene yaşayacağını hesap etse, üçbin altıyüz günde hergün onun vefatı muhtemeldir. İşte o adam, uçak kazası gibi milyonda bir ihtimal karşısında değil, belki onun için üçbinden bir ihtimal olan ölüm karşısında titremeli ve ağlamalıdır.”

Her Şey O’nun Emrinde

Annemi dinlerken içimdeki dünyevî korkular silinip gitmeye başlamıştı. Bütün hislerimizde olduğu gibi, korkunun hafifini dünya için, şiddetlisini de ahiret için kullanmamız gerektiği düşüncesi zihnimi sarmıştı. O sırada annemin içli sesi bütün dikkatimi yine kendi üzerine çekti:

“Ahh Talibim, aslında Yusuf’un korkuları çocukça ve çok masum. Bazı kimseler, olmayacak korkularla hayatı cehenneme çeviriyorlar: Kainat’ı inceliyor, koca koca gezegenlere, büyük büyük yıldızlara bakıyor.. ve uçsuz bucaksız fezada olup bitenleri başıboş bir at koşusuna benzetip, sür’atli ve karmakarışık hareketlerin sonunda her an bir çarpışma olmasından korkuyorlar. Her saniye ölüm endişesiyle kıvranıp duruyorlar; zira ölünce her şey bitiyor onlar için, bir karanlığın içerisinde yok olacaklarmış gibi vehmediyorlar.”

“Fakat anneciğim, uzay gerçekten ürkütücü değil mi?”

“ Kainat’a iman gözlüğüyle bakan adam için asla! Çünkü o, değil koca koca galaksilerin ya da yıldızların, kainattaki minicik tozların bile başıboş olmadığına inanır. Onların, hepsini tek tek gözetleyen, yöneten ve bir vazifeyle sevkeden yegâne Rabbin emrinin dışına asla çıkmayacaklarından emindir. Her varlığı böyle vazifeli bir memur gibi gören adam, onlardan korkmak şöyle dursun, hepsine karşı farklı bir sevgi besler ve her işte Allah’ın ayrı ayrı hikmetlerine şahit oldukça “Elhamdülillah!” der.”

Annem bunları söylerken sanki bir vaize gibiydi; çok duygulanmıştı. Anlattıkları benim gönlümü de yumuşatmıştı. O şöyle devam etti:

“Oğlum, dağ taş, kurt kuş, yer ve gökler, her şey ama her şey Cenab-ı Hakk’ın emrine âmâdedir. Allah dilerse, her şeyi yakan ateş Hazreti İbrahim’i yakmaz; O murad buyurunca kayayı parşalayan bıçak Hazreti İsmail’in boynuna işlemez. Allah emredince deniz Hazreti Musa için otoban olur; O’nun dilemesiyle ağaçlar bile sevgili Peygamberimiz’in huzurunda secdeye durur. Evet, insan Allah’a teslim olunca, artık her şey onun hizmetinde bulunur.”

Kocaman Bir Yılan ve Âyetü’l-Kürsî

Sevgili arkadaşlar,

Ne zaman Rabbimizden ve Peygamberimizden bahsetsek evimizin içine bir huzur dolar. Annem konuşurken yine öyle olmuştu. O bir müddet sustu; sonra elindeki kırmızı kitabın bir sayfasını açtı; “hâşiye” (ne demekse henüz öğrenemedim) yazan kısımdan bir paragraf okudu. Bediüzzaman Hazretleri’nin bir öğrencisi şu hadiseyi anlatıyordu:

“Hocam, dağdaki büyük bir ağaca dayandığı sırada bir gürültü işitti. Fakat, o tarafa dönüp bakmadı. Yarım saat kadar sonra bir de ne görsün, kocaman bir yılan onun arkasında ağzını açmış, bekliyor. Hocam yavaşça kalktı ve yılanın önünden tarla içine doğru çekildi. Yılan ise çöreklenmiş ve bir metre de ayağa kalkmış vaziyette iken ona hücum etmek için bekliyor ama sanki bağlı gibi bir türlü hareket edemiyordu. Çünkü, Hocamın o gün defalarca okuduğu Âyetü’l-Kürsî’nin koruyuculuğu o hayvana gem vurmuş gibi onu üç metre mesafede durdurdu. En nihayet çekildi, gitti.”

Şaşkınlıktan gözlerim faltaşı gibi açılmış bir haldeyken sordum:

“Hazreti Üstad o gün Âyetü’l-Kürsî’yi okuduğu için mi yılan ona dokunamamış?”

“Evet oğlum.. hem niye şaşırdın ki? Yılanın da, kuşun da, karanlığın da, aydınlığın da, örümceğin de, minik virüslerin de Rabbi’dir Allah. Onlara belirli kullarına zarar vermemelerini emrettiği vakit, hiçbiri ama hiçbiri bu emrin dışına çıkamaz. Allah korunmak için kapısına gelen kuluna hıfzıyla, Kendi şanına layık korumasıyla muamele eder.”

“Peki, ben de her gün Âyetü’l-Kürsîyi okusam Allah beni de korur mu?”

“Bir Hadis-i şerifinde Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kur’ân’da en büyük âyet, Âyetü’l-Kürsî’dir. Bunu kim okursa Allah o saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler. İçinde okunduğu evi şeytan otuz gün terkeder. O eve kırk gün sihir ve sihirbaz giremez.” buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şerifte de Kim farz olan her namazın ardından Âyetü’l-Kürsî okursa, ondan sonraki namaza kadar mahfûz kalır, korunur.” diyerek onun vesileliği ile Cenab-ı Hakk’ın koruması altına girilebileceğini belirtmektedir. Bu hadislere ve benzerlerine bakılırsa, rahatlıkla denebilir ki; her kim Allah’ın koruyacağına inanarak bu ayeti okursa, ona kat’iyen hiçbir şey zarar veremez. Ne var ki, Âyetü’l-Kürsî’nin sırlarından istifade etmek için; samimi bir imana sahip olmak, onun mânâsını çok iyi bilip ona göre amel etmeye çalışmak ve onu gönülden okumak gerekmektedir.”

Şeytana Karşı Koruyucu Melek

Evet arkadaşlar,

Annemden bu kıymetli bilgileri öğrenir öğrenmez babamın çalışma odasına gittim. Kitaplığın en üst rafında duran hadis kitaplarından birini alıp Ayetü’l-Kürsî’nin faziletleriyle ilgili bölüme göz gezdirdim. Hazreti Ebu Hureyre’nin başından geçen bir hadise çok dikkatimi çekti. (Benzer bir olaya Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de şahit olmuş.) Onu da size aktararak bu haftaki sözlerimi noktalayacağım:

Bir gün Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabilerden Ebu Hureyre hazretlerine fakirlere dağıtılmak için toplanan zekat mallarını koruma vazifesi verdi. O, görevinin başındayken kara görünümlü bir adam sessizce geldi ve zekat olarak toplanan mallardan avuç avuç almaya başladı. Hazreti Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) hemen adamı yakaladı ve onu Peygamber Efendimiz’e götüreceğini söyledi. Adam da çok fakir olduğunu, onu çocukları için aldığını söyleyip kendisini bırakmasını istedi. Adamın haline acıyan Sahabi Efendimiz, onu salıverdi. Sabah olunca, Allah Rasûlü;

“Ebu Hüreyre! Dün akşamki hırsızı ne yaptın?” diye sordu. O da;

“Ey Allah’ın elçisi! Bana fakir olduğundan ve bakmakla sorumlu olduğu çocuklarından bahsedince, acıyarak onu salıverdim.” şeklinde cevap verdi. Peygamber Efendimiz;

“O adam sana yalan söyledi, o tekrar gelecek” buyurdu.

Gece olunca adam tekrar gelip zekat mallarından çalmaya başlayınca, Hazreti Ebu Hüreyre adamı yine yakaladı, adam aynı bahanelerle kendisine acındırarak bir kere daha kurtulmayı başardı. Ertesi sabah Allah Rasûlü, yine bir gün önceki hırsızı sordu. Ebu Hüreyre Efendimiz de olup biteni anlattı. Allah Rasûlü;

“O adam sana yalan söyledi, fakat tekrar gelecek!” dedi.

O gece aynı şey tekrarlanınca bu sefer Hazreti Ebu Hüreyre adamı bırakmadı ve “Seni mutlaka Rasûl-ü Ekrem’e götüreceğim!” dedi. Adam yalvarmaya başlayıp;

“N’olur bırak beni! Eğer bırakırsan sana faydalı bir dua öğretirim!” dedi. Sahabi Efendimiz, o duanın ne olduğunu sorunca, garip görünümlü adam “Yattığın zaman Âyetü’l-Kürsî’yi oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine koruyucu bir melek gönderir ve sabah oluncaya kadar şeytan sana yaklaşamaz.” dedi. Bunun üzerine adamı yine serbest bıraktı Hazreti Ebu Hüreyre. Sabah olunca Peygamber Efendimiz hırsıza ne olduğunu tekrar sordu. Ebu Hüreyre (radiyallahu anh) adamın öğrettiği duayı ve bunun karşılığında serbest kalmayı istediğini bir bir anlattı Allah Rasûlü’ne. Olanları dinleyen İnsanlığın İftihar Tablosu;

“O, çok yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?” dedi.

“Hayır!” dedi Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) ve şaşırtan cevabı aldı;

“O şeytandı…”

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Bir Demet Yıldız

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili Arkadaşlar,

Peygamber Efendimiz’e vahyedilen ilk ayetin ‘Oku!’ emri ile başladığını öğrenince çok etkilenmiş ve okumanın Allah katında ne kadar önemli olduğunu düşünmüştüm. Zamanla, çok kitap okuyan insanların diğerlerinden hemen ayırt edilebildiğini görmüş ve onların adeta bir meşale gibi etraflarına hep ışık saçtıklarına şahit olmuştum. Mevlana Hazretleri’nin, “Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur.” dediğini işitince, güneşin doğmasının bana hayır getirmediği nice günler geçirdiğimi büyük bir üzüntüyle farketmiştim. Hele Ayyüzlü’nün, “Bir Kur’an meali bile okumadan Kur’an talebesi olduğunu iddia eden zavallılar var.” sitemini dinleyince kitaplara karşı yabancı oluşumun mahçubiyetini çok derinden duymuştum. Zaten, o günden sonra yavaş yavaş kitaplarla arkadaş olmaya başlamıştım. Artık her akşam yatarken gün boyunca ne öğrendiğimi kendime sormaya ve geçip giden zamanın benim için hayırlı olup olmadığının muhasebesini yapmaya alışmıştım.

Bir süre düzenli olarak kitap okuduktan sonra, hayatımın bambaşka bir renge büründüğü hissine kapılmıştım. Uzaktan da olsa ilk kez tattığım o renkliliği ve canlılığı kaybetmemek için de her gün başka başka kitaplarla tanışmaya ya da hiç olmazsa çok kitap okuyan büyüklerimden faydalı bilgiler öğrenmeye özen gösterir hale gelmiştim.

Geçen hafta hastaydım ve Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle, güneş yine bana hayır getirmeyecek günlerin üzerine doğuyor gibiydi. Battaniyelere sarılmış bir halde uyumaya çalışırken, dışarıdan çok sevdiğim o yumuşak sesi işittim; “Talip Rıza hastalanmış diye duydum da onun için geldim.” Bu sesin sahibi, Kur’an Hocamdı. Düşünebiliyor musunuz, Ayyüzlü’nün yanında kalan bu abi sadece beni ziyaret etmek için evimize kadar gelmişti. Gelişiyle de bana hastalığımı unutturmuş ve içimi tarif edilmez bir heyecanla doldurmuştu. O kadar ki, doğrulayım derken o telaşla battaniyeleri her tarafıma dolamış ve onu karşılamak için ayağa bile kalkamamıştım.

Güzel Bir Hediye

Kur’an Hocam, sadece yüzünde o sıcak tebessümle gelmedi, aynı zamanda bana yatarken vaktimi değerlendirebilmem için bir kitap da getirdi. Odamdan içeri girer girmez, “Taze fırından çıkmış bu kitabı sıcak sıcak okursan, inşaallah, dertlerine deva olur” diyerek bordo kaplı kitabı yatağımın başucuna bırakıp yanıma oturdu. Sağlığımı sorup beraber ders yapmayı özlediğini ifade ettikten sonra getirdiği kitabı işaret ederek okumanın önemi üzerinde durdu ve yine her zamanki gibi çok güzel bilgiler verdi.

Daha çok okuyup kelime bilgimi arttırmam gerektiğini, bu sayede zihnimin daha iyi işleyeceğini, şahsiyetimin daha çok renkleneceğini, konuşma kabiliyetimin gelişeceğini ve çevremde daha çok sevilen, sayılan bir kişi olacağımı uzun uzun anlattı. Okuyacağım kitaplar hususunda seçiçi olmam gerektiğini de söylemeyi ihmal etmedi:

“Özellikle yetişme çağında olan çocuklar ve gençler kendilerine bazı örnek insanlar seçiyorlar. Bu örnekler, kimi zaman kitaplardaki kahramanlar, kimi zaman da televizyondaki meşhur kişiler olabiliyor. Bu sebeple okunan ve izlenen şeylere çok dikkat edilmesi gerekir. Aksi takdirde, yanlış kimseler örnek alınabilir; dolayısıyla, onlara benzemeye çalışan gençler topluma faydalı olacakları yerde zararlı birer insan durumuna düşebilirler.” dedi.

Çok sevdiğim bu misafirim, ayrılmak için kalkacağı sırada, sözlerine şunları da ilave etti: “Ayyüzlü bir sohbetinde kendi gönlünde İslamî heyecan uyandıran kitaplardan bahsederken, ‘Sahabe-i Kiram efendilerimizin hayatı bende hep heyecan uyarmıştır. Bana göre onlar, ufuk insanlardır ve onları yakalamak, gerçek kamil insanlığa ulaşmaktır.’ demişti. Ayyüzlü’nün saydığı kitaplar arasında sahabelerle ve daha sonraki devirlerde yaşayan Allah dostlarıyla ilgili kitaplar da vardı. Bunların içindeki bilgilerin hayal ürünü olmadığını, hepsi yaşanmış hadiseler olduğu için, okuyanlar üzerinde ciddi tesirler bıraktığını söylemişti. İşte benim sana getirdiğim kitap da ilk Müslüman olan dört Sahabe hakkında. Çok güzel bir dille kaleme alınmış. Zevkle okuyacağını sanıyorum. Bitirdiğin zaman en çok hoşuna giden yerleri öğrenmeyi arzu ederim.” diyerek müsaade isteyip gitti.

Kur’an hocam, evimizin önünden ayrılır ayrılmaz onun getirdiği kitabı elime aldım ve merakla okumaya başladım. Kitabın kapağında “Bir Demet Yıldız: En Öndekiler” yazılıydı. Daha ilk sayfalarını okur okumaz kitabın o enfes havasına kendimi kaptırmıştım; sanki gerçekten ağrılarım dinmişti; sanki gerçekten Hazreti Hatice bana şifa duası okumuştu. Adeta Hayber günü Hazreti Ali’nin gözlerine fer olan Allah Rasûlü’nün eli benim de alnımda gezinmişti.. ve adeta Hazreti Zeyd’in kolunu kaldırıp onun Peygamber hanesinin bir ferdi gibi olduğunu işaret eden aynı el, bana da uzanmıştı. Kitapta anlatılan insanlar o kadar özel, onların hatıraları o denli tatlı ve hikaye edişteki üslup öylesine güzeldi ki, hep bu duygularla sayfaları çevirdim ve o günden sonra da şu ana kadar onu hiç başucumdan ayırmadım.

Önceleri sahabiler hakkında kitap istediğimde, babam, kaynak kitapların hepsinin Arapça olduğunu, onları ancak Arapça’yı öğrenince okuyabileceğimi, şimdilik bazı ansiklopedilerdeki kısa bilgilere razı olmam gerektiğini söylerdi. Meğerse artık bizim gibileri düşünen birkaç amca “Akademi Araştırma Heyeti” adı altında bir araya gelip o eserlerdeki bilgileri bizim anlayabileceğimiz bir şekle dönüştürerek birer birer yayınlayacaklarmış. Kitabın bendeki baskısı 440 sayfa olsa da, bunları ayrı bölümler halinde ve daha küçük ebatta da neşredeceklermiş.

Sevgili Arkadaşlarım,

Bu kitabı okumanızı ne kadar çok istiyorum bir bilseniz. Keşke hem siz okusanız hem de sevdiklerinize tavsiye etseniz. Aslında, kitabın özetini yapmayı bile geçirdim aklımdan ama o güzel üslubu koruyamayacağımdan korktum. Bundan dolayı, üç kısa bölümü sizinle paylaşarak, dudaklarınıza bir parmak bal çalmakla yetineceğim:

Her Güzelliğe Erken Uyanan Kadın

Hazreti Hatice ilklerin de ilkiydi. İlk yârân, ilk zevce, ilk göz ağrısı ve Hira’daki vuslatın hemen akabinde iman eden ilk şahıstı; Cebrâil’in öğrettiği ilk abdesti O’ndan alıp Efendimiz’le ilk defa namaz kılan da o idi. Cibril gelip de abdest ve namazı talim edince, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk olarak kerime zevcesinin yanına gelmiş ve Zemzem’in başına gelerek buradan abdest alıp ilk defa beraberce namaz kılmışlardı. Efendimiz’e ilk defa cemaat olan da yine o idi. Hatice’nin anlamı da zaten ‘erken doğan’ demekti.

Rasûlullah’a Kardeş Olan Yiğit

Allah Rasûlü, Medine’ye gelince, her bir Muhaciri, Medine’li bir Ensarla kardeş ilan ediyordu. Teker teker herkesi eşleştirmiş ama geride Ali’ye kardeş olacak bir Medine’li kalmamıştı. Çok üzüldü ve bu üzüntüsünü dile getirdi hemen Allah Rasûlü’nün huzurunda. Delikanlı Ali, hicretin kahramanı Haydar-ı Kerrar, çocuklar gibi mahzun, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir taraftan da Allah Rasûlü’ne naz makamında sitem ediyor;

“Herkesi kardeş ilan ettin, ama benim kardeşim olmadı” diyordu.

Meğer o ne saadet ki, onun kardeşi, İnsanlığın en Emini, Allah’ın da Rasûlü olacaktı. Önce teselli etti O’nu.. elini omzuna koydu ve kucakladı önce… Ardından da herkesin huzurunda bu gerçeği şu cümlelerle ilân ediverdi;

“Dünya ve âhirette senin kardeşin, Ben’im yâ Ali..!”

Bütün üzüntüleri anında yok olmuş ve artık Ali, herkesin gıpta ile baktığı birisi haline gelmişti. Nasıl olmasın ki O, bir sürü meziyeti yanında aynı zamanda artık Rasûlullah’ın kardeşiydi.

Kölelikten Gerçek Hürriyete

Bir gün yepyeni bir haberle gelmişti Muhammedü’l-Emin. İnerken Hira’dan, dağ-taş, kurt-kuş, ot ve ağaç, karşılaştığı her şey, Kendisine selam veriyordu. Artık, Rasûlullah’tı O (sallallahu aleyhi ve sellem). Bekleyen gözlere nur yağmıştı, beklentilerinin boşa çıkmadığını müşahede etmenin sürûrunu yaşıyorlardı.

Artık sema ile yeryüzü arasında bir vuslat başlamış ve her gün yeni bir vahiy geliyordu. Her şeyin orjinal olduğu bu ilk günlerde O da, ilkler arasındaki müstesna yerini alacak ve Rasûlullah’ın kerime zevcesi ve ilk hanımefendisi Hatice’nin hemen akabinde İslam’a teslim olacaktı.

Efendisi’nin yanına girmişti bir gün; evet, bir değişim vardı. Ne Muhammedü’l-Emin’i ne de hanımefendisi Hatice’yi, daha önce böyle görmemişti; önde Efendiler Efendisi ve arkasında da kerime zevcesi Hazreti Hatice ayakta duruyor ve o güne kadar hiç duymadığı şeyler söylüyordu. Bir müddet bekledi öylece. Rükû ve secdelerine şahit oldu, şaşkın bakışlarıyla…

Namazlarını bitirir, bitirmez de, yaptıklarının ne olduğunu sordu Allah’ın Rasûlü’ne… Artık vakit gelmişti; karşısına aldı Zeyd’i ve şefkat dolu bir baba sıcaklığıyla anlattı olanları bir bir… Ardından, Kur’an ayetlerinden bazılarını okudu Zeyd’e ve imana davet etti O’nu…

Efendisi bir talepte bulunur da Zeyd onu yapmaz mıydı hiç!? O’nun için anne ve babasıyla yaşamayı bir kenara koymuş, vahiy öncesindeki haline imrenerek O’nun sevdalısı olmuştu. Şimdi ise, hayatına yön veren ve dünya ile birlikte ölüm sonrasını da saadete çeviren bir davetle karşı karşıyaydı. En önemlisi de, bu daveti yapan, gönlünün gülü Allah’ın Rasûlü’ydü… Hemen Hazreti Ali’nin ardından katılıverdi O da iman kervanına… Artık O, insanları Allah davasına çağırmada Hazreti Ali ile birlikte Efendiler Efendisi’nin en sâdık yârânı olmuştu. Hazreti Hatice’nin yaptığı yemeklere insanları onlar davet ediyor, yemeğin hemen arkasından da Allah Rasûlü, gelenleri Allah’a davet ediyordu. Bu sıralarda Zeyd, otuz dört yaşındaydı.

****

Evet arkadaşlar,

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; onlardan hangisinin izinde giderseniz gidiniz, mutlaka hidayeti bulur, doğru yolda ilerlemiş olur ve kurtuluşa erersiniz.” buyurmuştur. Onlardan birinin izinde olmak için önce onları bilmek ve tanımak gereklidir değil mi?

Yıldızların ardında hep beraber yıldızlaşmamız duasıyla…

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Özel Misafir

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar!

İki gün önce, evimizin çevresinde dolaşan minik kedileri sevdiğim bir sırada annem yanıma gelerek alışverişe gideceğimizi haber verdi ve hemen hazırlanmamı söyledi. Bu haber karşısında biraz şaşırmıştım; çünkü, Ayyüzlü’nün çarşı-pazarla alâkalı sözlerinden sonra, biz sadece Pazartesi günleri zaruri ihtiyaçlar için çarşıya gidip çok kısa bir sürede eksiklerimizi alarak geri dönmeyi adet haline getirmiştik. Her ihtiyaç için ayrı ayrı dışarı çıkmaz; haftalık liste yapıp birkaç işi bir arada halletmeye çalışırdık. Hep en yakın marketi tercih eder ve en kısa sürede listemizi tamamlayıp eve dönerdik. Daha alışveriş günümüz gelmeden çarşıya çıkacak olmamız beni meraklandırmıştı: Misafir mi gelecekti acaba?

Bir gün öncesinde de annem özenle turşu kurmuş ve reçel yapmıştı. Bu da aklıma gelince merakım iyice arttı ve sormadan edemedim: “Anneciğim, misafir mi gelecek, niye bugün gidiyoruz?”

“Evet oğlum, çoook çok özel bir misafirimiz gelecek. Aslında senin de haberin vardı, ama galiba unutmuşsun. Hani eli dolu gelen ve giderken de bir düzine tatlı hatıra ve pek çok kıymetli hediye bırakan bir misafir.” dedi annem.

Zihnimi yokladım ama öyle bir misafiri bir türlü hatırlayamadım. Bu kadar önemli bir kişi olsa olsa Ayyüzlü olabilirdi. Bunu düşününce çok heyecanlandım. Anneme, “Anladım kim olduğunu, ama bana hiç söylememiştiniz ki! Söyleseydiniz Onun geleceği günü unutur muydum hiç?” dedim.

Annem gülümsedi. Benim tahminimin yanlış olduğunu anlamıştı sözlerimden. Beni biraz daha düşündürmek için olsa gerek sözlerine şöyle devam etti: “Biliyor musun, bu misafirimiz bizde bir ay kalacak.” Anlaşılan gelecek olan misafir Ayyüzlü değildi. Zira, o bize gelse de o kadar uzun süre kalamazdı ki! Tahmin etmem gitgide zorlaşıyordu, kimdi acaba bu gelen?

“Kim olduğunu söylemeyecek misin anneciğim? Çok merak ettim…” deyince, annem yüzündeki gülümsemeyle, “Hayır, senin söylemeni bekleyeceğim. Hatta bilirsen de bir hediye vereceğim.” dedi. Bu hoşuma gitmişti. Annemden aldığım ipuçlarını değerlendirecek, yapılan hazırlıkları da takip ederek bir sonuca varmaya çalışacaktım. Bir tane isim söyleme hakkım vardı. Bu yüzden çok iyi düşünmeliydim.

Alışveriş için bu defa biraz uzaktaki bir Türk bakkalına gittik. Neredeyse bir ay yetecek kadar yiyecek satın aldık. “Anne bu aldıklarımız bir orduya yeter, bir kişi için çok değil mi?” dedim. Şaşkınlığıma gülen annem, misafirimizin tek başına gelmeyeceğini, bazı günler bize başkalarını da getireceğini söyledi. Onun vesilesiyle bazı akşamlar dost ve arkadaşlarla biraraya gelip beraberce yemek yeyip sohbet edeceğimizi, hatta toplu namaz kılacağımızı, dolayısıyla evimizin çok bereketleneceğini söyledi. Annem öyle bir anlattı ki, Asr-ı Saadet’te yaşıyor olsaydık gelenin Peygamber Efendimiz olduğunu bile zannedebilirdim.

Ne zaman geleceğini sordum. “Bir-iki gün sonra..” dedi annem. “Bize ilk defa mı geliyor?” dediğimde, her yıl gelip bir ay kaldığı cevabını alınca çok şaşırdım. Bize gelip giden bütün amcaları, teyzeleri tek tek saymaya çalıştım kendi kendime ama nafile, annemin söylediği şartlarda hiçkimseyi bulamadım.

Otuz Okka Üzüm

Eve döndüğümüzde annem aldıklarımızı yerleştirdi, sonra da yufka açmak için komşu teyzeden oklava istedi. Yan komşumuza gittiğimde onların da bir hazırlık içinde olduğunu gördüm. Sanki misafir sadece bize değil bütün tanıdıklarımıza birden geliyor gibiydi. Çırpınışlarımı gören anneciğim bana bir bilmece soracağını ve bilmecenin cevabında bunca hazırlığın sebebinin de gizli olduğunu söyledi:

“Senede verir otuz okka üzüm, siyahını yersen helaldir, beyazını yersen haramdır.”

Sanırım siz benden önce buldunuz gelen misafirimizin adını; nasıl daha önce anlayamadım bilmiyorum: Ramazan… Aslında bir sürü şey biliyordum Ramazan hakkında. Fakat nedense annemin tariflerinden hep bir insan ismi çıkarmaya çalıştım ve başka ihtimaller hiç aklıma gelmedi.

Tabii Türkiye’de olmayınca ayları birbirine karıştırmıştım. Evvelki senelerde, Din Kültürü Öğretmenimiz en az iki hafta öncesinden bizi Ramazan’a hazırlar, orucun faydalarından bahsederdi. Bizim camide de her yere Ramazanla ilgili yazılar asılırdı. Büyükler karşılaştıkları her çocuğa, o sene kaç gün oruç tutacağını sorar ve hatta bazı oruçların sevabını onlardan satın almaya çalışırlardı; bana bile bir günlük orucumun sevabına karşılık bir okul çantası teklif eden olmuştu. Bir seferinde az kalsın satıyordum orucumu bizim mahalledeki bakkal amcaya, ama orucun mükafatının çok özel olduğunu, bu yüzden de sadece Allah tarafından tayin edilebileceğini öğrenince, zararına olan bu satıştan vazgeçmiştim.

Aslında, Muharrem, Recep, Şaban, Şevval… gibi başka aylar da var kameri takvim denilen dini takvimde, ama sadece Ramazan ayının çok özel bir misafir olduğunu söylüyor çevremdeki herkes. Bu ayı diğerlerinden bu kadar farklı kılan ne diye sordum anneme. O da elinde oklava, un içinde benim sorularıma tek tek cevap verdi.

Bereketli Günler

“Talibim, bildiğin gibi Kuran-ı Kerim’in ayetleri ilk kez bu ayda inmeye başlamıştı. Bununla birlikte mü’minler, Cennet’e girmeleri ve ebedi saadete nail olabilmeleri için ihtiyaçları olan kıvama bu ayda yaptıkları toplu ibadetlerle yaklaşıyorlar. Teravihler başta olmak üzere cemaat halinde namaz kılıyorlar; ailece gece uykularını bölüp sırf Allah’ın rızası için sahura kalkıyor, teheccüdlerini kılıyor ve bütün mü’minler için dua ediyorlar; Peygamber Efendimiz’le Hazreti Cebrail’in özellikle Ramazan ayında Kuran-ı Kerim’i karşılıklı okuyup dinlemelerini örnek alarak “Mukabele”lere gidip bir ayda en az bir kere Kur’an’ı hatmediyorlar. Oruç tutarken fakirlerin, açların halini daha iyi anladıkları için muhtaçlara daha çok yardımda, ikramda bulunuyor; durumları iyi ise sadakalarını, zekatlarını vermek için daha çok sevap kazanabilmek ümidiyle sürpriz mükafatların geleceği bu rahmet ayını bekliyorlar.”

“Peki niye bu ay?”

“Mü’minlerin sevdiklerinde de, uzak durduklarında da ölçüleri Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’dir. Cenab-ı Allah, bu ayı nazara vermiş; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz de Ramazan günlerini diğer zamanlardan farklı değerlendirmiştir. İnsanlığın İftihar Tablosu, Allah’ın yarattıkları içerisinde en çok ibadet edeni ve en cömerti olmasına rağmen, özellikle bu ayda ibadetlerini, yardımlarını çok çok arttırırmış. Hadis-i şeriflerde, Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruç tutup bu mübarek ayı ibadet ü taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mü’minlerin geçmişte işledikleri günahlarının dahi affedileceğini ve Cennet’in kapılarının açılıp Cehennem’in kapılarının kapanacağını müjdelemiştir.

Ramazan öyle bir imkan ayıdır ki, bu zamanda sırf Allah’ın rızası için aç ve susuz kalan mü’minler için Allah şeytanları zincire vurur. İsminin manası da bu ayın önemini vurgular gibi; ‘Yaz sonunda, güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur’un adıymış Ramazan.. bu isim, güz yağmurlarıyla her tarafın yıkanması gibi insanların da bu mübarek günlerdeki duaları ve tevbeleriyle günahlarından yıkanıp temizlenmesini ima etmektedir.”

“Anneciğim, okulda Din Kültürü Öğretmenimiz orucun sevabını meleklerin bile yazamayacağını ve oruçlunun asıl mükafatını Allah’ın özel olarak vereceğini söylemişti; neden başka ibadetler değil de oruç?”

“Oruç İslam’ın en önemli alametlerindendir. Bir kutsi hadiste Allahu Teâlâ “Oruç tutan kulum, yemesini-içmesini Benim için terk ediyor” buyuruyor. İnsan başka zamanlarda iş, okul, yol, ders, vazife, gezi, eğlence derken bu meşgaleler içerisinde gaflete düşer, kendisine gelen nimetleri göremez ve bazen de o nimetleri asıl gönderen Rabbini unutuverir. Ama Ramazan’da sabahtan akşama da olsa bir süreliğine aç kalan insan, iftar sofrasındaki bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun kıymetini daha iyi anlar ve onları gönderen Rabb-i Rahim’ine karşı minnet duygularıyla dolar. Kendisinin ne kadar aciz olduğunu hisseder. Şükür duygusuyla oruç tutar. İnsan namazda başkalarının görmesini, duymasını düşünerek yapmacık tavırlara girebilir. Zekat verirken “Ne cömert adammış” desinler gibi bir düşünce taşıyabilir. Fakat, oruçta diğer ibadetlerdeki kadar riya olmaz. İnsan orucun kıymetine tam inanmıyorsa gizli bir yerde orucunu bozabilir. Şayet, bir insan yalnız başınayken bile orucunu bozmuyorsa, demek ki o, sadece Allah’ın rızası için oruç tutuyor. Dolayısıyla Allah o kulun niyetini bilir ve onu niyetindeki derinliğe göre ödüllendirir.”

Gerçek Oruç Nasıl Olmalı?

Annem sözlerine kısa bir ara verdikten sonra “Peki ben sana bir soru sorayım. Oruç tutmak nedir?” dedi. Cevabını bildiğim bir soruyu duyunca, hemen atıldım,

“Bunu kim bilmez ki anne? Sabah imsak vaktinden akşam ezanına kadar hiçbir şey yememek ve içmemektir.”

“Güzel ama cevabın biraz eksik gibi.. geçen gün Ayyüzlü’nün oruçla ilgili sorulan soruya verdiği cevabı duymadın galiba?”

Birkaç gün önce bir amca, Ayyüzlü’nün sohbetini dinleyebilmek için iki saatliğine oğlunu parkta oynatıp oynatamayacığımı sormuştu. Çok uzaklardan bir günlüğüne geldikleri için hem kendisinin hem de eşinin o günkü sohbeti kaçırmasını istemiyordu. Ben de bir fedakârlık yapma düşüncesiyle minik Ahmet’e bakmayı kabul etmiştim. Anlaşılan çok şey kaçırmıştım, merakla Ayyüzlü’nün cevabının ne olduğunu sordum anneme, o da aldığı notları aktardı:

“Orucu sadece aç durma ve susuz kalma şeklinde anlamamalıyız. Aynı zamanda gözümüze, kulağımıza, ağzımıza da oruç tutturmalıyız. Oruca başlarken yememeye, içmemeye niyet ettiğimiz gibi orucun ruhuna dokunacak ve onun özünü çatlatabilecek şeylere karşı kapanmaya da niyet etmeliyiz. Bu hususta ümmetini ikaz eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nice oruç tutan vardır ki tuttuğu oruçtan onun yanına kalan sadece açlık ve susuzluktur.” buyurmuştur.

Oruç bir yandan kötüye ve kötülüklere kapanmak olduğu gibi, diğer yandan da iyiye ve iyiliklere açık durmak demektir. Sadece ağzı, gözü ve kulağı boş şeylere karşı kapama değil, aynı zamanda onları doluya açma.. kötülüklerden kaçarken güzel şeylerin peşinde olma ve güzellikleri görmeye çalışma.. ve böylece Ramazan’ın her gününü dolu dolu yaşama.. işte oruç tutma bu demektir.

Ramazan, bizim için bir fırsat ve bir kazanma mevsimidir. Nazıl ki, siz bir ticaret yapsanız, belli mevsimleri ve belli mekanları kollarsınız; bazı zamanlarda bazı pazarlara koşarsınız. Aynen öyle de, Ramazan’da, bir yönüyle, Cenab-ı Hakk’ın lütuf, ihsan ve kerem güneşi doğar ve “Yağmadır, alan alsın!” çağrısı yapılır. O çağrıya koşan herkes mutlaka bazı şeyler bulur, alır ve kazanır.”

Cennet Sofralarında İftar İçin…

Annem Ayyüzlü’nün sözlerini naklederken bir yandan da yufka açıyordu. Cümlesini tamamlayınca, “Mektûbat” adlı kitabı getirmemi istedi. O, sofranın kenarındaki ıslak bezle ellerini silerken ben de hemen koşup istediği kitabı getirdim. Çok okunmaktan yıpranmış sayfalardan birisini açtı ve bir yeri göstererek sesli okumam için işaret etti. O sayfada şunlar yazılıydı:

“Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Allah Teâlâ nefse azap etmiş; onu Cehenneme atmış, sonra yine sormuş. O demiş:

“Ene ene, ente ente. (Ben benim, Sen sensin)”

Cenâb-ı Allah, nefsi ne ile cezalandırırsa cezalandırsın o bir türlü enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra, Allah açlıkla azap vermiş; yani nefsi aç bırakmış. Açlıktan kıvranan nefse yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente? (Ben kimim, sen nesin?)”

Bu defa nefis demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm, Ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”

Bu ibretli hadiseyi okuyunca orucun nefis terbiyesi için çok önemli bir yol olduğunu daha iyi anlamıştım. Ramazanla ve oruçla alâkalı sorularım henüz bitmemişti ama annem elindeki son yufkayı da açınca artık sofranın başından kalkma anı geldiğini farketmiştim. Onu daha fazla meşgul etmemek için oradan ayrılsam da kırmızı kitap hâlâ elimdeydi ve bu konuyla alâkalı sayfaları ileri geri çevirip duruyordum.  Belki oradaki her şeyi anlayamayabilirdim; fakat, anlamakta zorluk çektiğim hususları da inşaallah akşam yemeğinden sonra babama sormaya karar vermiştim.

Annemle yaptığımız konuşma sonrasında çok heyecanlanmış, evimize gelecek bu kutlu misafiri daha büyük bir özlemle beklemeye koyulmuştum. Gerçi, burada ne cami, ne ezan, ne o coşkulu teravih namazları, ne top sesi, ne de önünden geçerken iştahımızın kabaracağı pide kokulu fırınlar var. Şimdi onların hepsi gözümde nasıl tütüyor bir bilseniz! Fakat, güzel insanların arasında olmak bir ölçüde bütün hasretlere merhem oluyor…

Bir de oruç emrine uyarak burada biraz aç ve susuz kalan, kulluğuna dikkat eden insanların ötede, asıl iftar vaktinde Rahmân’ın kevser-misal sözlerine muhatap olacaklarını düşünmek insanın gönlüne su serpiyor. İnşaallah biz de, “Kullarım, ben çok defa sizi renginiz kaçmış, benziniz sararmış-solmuş, gözleriniz içine çökmüş ve avurtlarınız çukurlaşmış olarak görüyordum. Buna benim için katlanıyordunuz. O geçmiş günlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugün afiyetle yiyin, için.” iltifatına mazhar olarak Cennet sofralarında iftar eden kullardan oluruz.

Hayırlı ve bereketli bir Ramazan geçirebilmemiz duası ve kabul olacağına inandığım dualarınızda bu arkadaşınızı da yâd etmeniz recâsıyla…

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Batının Batısında Bir Ev ve Üç Genç

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Sevgili Arkadaşlar,

Evvelki yazıda da belirttiğim gibi, bir Mi’raç programı vesilesiyle çıktığımız seyahatten dolayı geçen haftanın üç gününde Ayyüzlü’den ayrı kaldık. Birkaç saatlik uçak yolculuğu çok hoşuma gitse de aklımda hep siz vardınız. Öyle ki, yanıma bir-iki kitap ve bir de Sızıntı dergisini almayı ihmal etmedim. Yol boyunca sürekli bu sayfada yer verebileceğim ve beraberce yararlanacağımız bilgiler bulabilmek için didindim durdum. Hatta bir aralık babam kulağıma eğilip, “Talibim, şimdi kainatı okuma zamanı; şu anda içinde bulunduğun uçağı, dalgaları arasında yüzdüğümüz bulut denizini ve bu imkanı bize lutfeden Allah’ın şu sayısız nimetlerini düşün. Kaldır başını, bak uçak “Allah”, diyor, gökyüzü “Allah” diyor, bulutlar “Allah” diyor ve bulutları, rüzgarı, gökyüzünü, şu metal yığınını bize hizmet ettiren, bizi çok kısa bir sürede bir ülkenin bir ucundan diğerine götüren Allah “Mi’raç hak’tır” hakikatini bir de bu dille gösteriyor.” dedi. Gözyaşlarını saklamak istediği zamanlarda bir başka yana dönmüş gibi davranan babam yine öyle yaptı ama çok duygulandığı her halinden belliydi. “Meğer şu kainat kitabı da insanı ağlatırmış” diye düşündüm sadece; çünkü, ben henüz o kitabın nasıl okunduğunu bilmiyordum.

Mi’raç gecesi münasebetiyle düzenlenen programda, o gecenin öneminden, Peygamber Efendimiz’in gittiği yerlerde kendisine verilen nimetlere rağmen asla bizi unutmadığından ve Allah’ın rızasına ulaşmamız için dikkat etmemiz gereken bazı hususlardan bahsedildi. Konuşmacılardan birisi de babamdı. Bulunduğumuz yer öyle kalabalıktı ki, o kadar insanın karşısında babamın nasıl konuştuğuna şaşırdım. Ben birkaç insanın önünde durunca bile sıkılıyorum. O yüzden arka taraflara gidip dinlemeye çalıştım sohbeti. Benim oturduğum yerin iki sıra arkasında benden yaşça büyük iki kişi sürekli konuşuyorlardı. “Sohbeti dinlemiyor ve saygısızlık ediyorlar” diye içten içe kızmıştım onlara. Gecenin sonunda babamla tanıştıklarında öğrendim ki, bizim Türklerden birisi, yeni Müslüman olan yanındaki arkadaşına sohbeti tercüme ediyormuş. Onlar hakkında su-i zan ettiğim için bu sefer de kendime çok kızdım ve o amcaya gidip helallik istedim.

Eyüp’te gibi…

Ertesi gün, programda tanıştığım bir abi, iki öğrenci arkadaşıyla beraber kaldığı eve davet etti beni. Annemin gönlüne girip babamdan da izin koparınca bir günlüğüne onların yanına gittim. O şirin evin üç sakininden en küçüğü Gökhan abiydi. Türkiye’den geleli henüz bir sene olmuş, doktora yapıyormuş. İstanbul’da staj yaptığı dönemdeki öğrencilerini o kadar çok özlemiş ki, kandilde beni görünce hemen o öğrencileri hatırlamış, hep onları düşünmüş ve bir manada hasret gidermek için de beni davet etmiş.

Orada kaldığım günün sabahında Gökhan abi mutfak nöbetçisiydi; ben de erkenden kalkıp ona yardım etmek istedim. Hiç bu kadar güzel bir kahvaltı yapmamıştım desem yalan olmaz. Gökhan abi, usta bir aşçı gibi, patatesleri ince ince, yuvarlak şekilde doğradı; üzerine domates rendeledi, biraz tuz, yağ ve su koyup hepsinin üstünü alüminyum folyoyla kaplayıp fırına sürdü. Yarım saat pişirdikten sonra üzerine yumurtasını da kırıp o enfes yemeği kendi tepsisiyle sofraya koydu. Teypten çok güzel Kuran okuyan bir hafızın sesi yükseliyordu. Gökhan abi de arada bir hafızı taklit ederek vokalistlik yapıyordu. Sanki batının batısında dışı süslü içi manevi kirlerle dolu evlerin ortasında değil de Eyüp’teki muazzam caminin hemen bitişiğinde, nurlu bir evde gibiydim. Bu güzel insanlar kaldıkları yeri nasıl da kendilerine benzetmiş ve aydınlatmışlardı. Modern dünyanın gürültüsü ve kiri ancak onların kapısına kadar gelme fırsatı buluyor ama içeri giremiyordu. İçerde Kur’an vardı, namaz vardı, kardeşlik vardı, sevgi vardı ve Kur’an’la, namazla nurlanmış gençler vardı.

Sofradan kalkar kalkmaz herkesi bir telaş aldı; bu üç kafadar, akşam gelecek olan misafirleri için evi temizleyip, yemek yapmaları gerektiğini söyleyerek aralarında işbölümü yaptılar. Ben de bazı ufak-tefek işlerde onlara yardımcı olmaya çalıştım. İnanın, abilerden birinin, bir yandan yemek yapmaya çalışıp bir taraftan da “Allahım, ne olur bizi mahçup etme; misafirlerimizin kalbini yumuşat; Peygamberimizi en güzel şekilde anlatmamızı nasip et.” dediğini duyunca öyle hislendim ki, bir ara hareket edemez oldum, bir kenara oturdum, hayran hayran onu seyrettim.. şu lüks şehrin buğulu havasında yolunu kaybetmeyen, gördüğü dünyevi güzelliklerle bakışları bulanmayan ve kendi değerlerimizin temsilciliğini yapmak için çırpınan o abilere sarılıp “Allah sayılarınızı artırsın, beni de sizin gibi yapsın” dememek için kendimi zor tuttum.

Türkiye’nin Havası

Haftada iki gün yabancılarla bir araya gelip değişik konularda konuşuyorlarmış. Bu sohbetler esnasında iki kişi Müslüman olmaya karar vermiş. İşte bu beş kişilik misafir grubu için hummalı bir hazırlık vardı evde. Ben İngilizce bilmediğim için onları seyretmekle yetinecektim ama merakla akşamı bekliyordum. Bazı eksikleri almak için dışarı çıktık. Ne yazık ki, o bölgede cami olmadığı için Cuma namazını bir kültür merkezinde kıldık. Oradaki çalışmaları anlattı Gökhan abi. Bana hiç küçük gibi davranmıyor, aksine tıpkı karşısında bir büyük varmış gibi benimle konuşuyor ve bana çok değer verdiğini belli ediyordu. Kendimi birden büyümüş ve kocaman bir adam olmuş gibi hissettim. Peygamber Efendimiz de çocuklara hep değer verir ve onlarla tek tek ilgilenerek büyük gibi davranırmış öyle değil mi?

Günün en güzel bölümü akşam misafirlerle geçen kısmıydı. Onlardan ikisinin yabancı olduklarını İngilizce konuşmasalar anlamayacaktım. Simaları, namaz kılışları ve hatta isimleri aynı bizimkiler gibiydi. Birisinin adı Mahmut, ötekinin Ahmet, diğerlerinin de John, Peter ve Mark’tı. Cemaatle namaz kıldık, tesbihlerimizi çektik, diğer üç misafir de bizi izledi. Beni onlarla tanıştırdılar, ne dediklerini anlayamadığım için Gökhan abinin tercümanlığı aracılığıyla birbirimizle anlaştık. Bir ara ona, en yaşlı misafir olan Mahmut amcaya Müslüman olmaya nasıl karar verdiğini sormasını istedim.

O da, uzun yıllar İslamiyet hakkında bir sürü kötü söz duyduğunu, dolayısıyla o dönemde dinimizle ilgili hiç de iyi düşüncelerinin olmadığını, fakat, komşusu olan Türk öğrencilerin yaşantılarına hayran kaldığını, onların da Müslüman olduğunu öğrenince buna bir türlü inanamadığını anlattı. Daha sonra onların hep insanları etkilemek için öyle güzel davrandıklarını düşündüğünü ve bu sebeple onlarla beraber olmaktan uzak durduğunu söyledi. Aylarca abilere görünmemeye çalıştıktan ve bir manada onlarla saklambaç oynadıktan sonra, Gökhan abi ve arkadaşlarının ısrarına daha fazla dayanamayıp Türkiye’ye tatile gittiğini aktardı. İstanbul, Konya, Antalya… derken Türkiye’de nereye giderse gitsin, hangi eve misafir olursa olsun, hep güleryüzlü, cömert ve misafirperver insanlar gördüğünü, ne kadar Müslüman aile ile tanışmışsa çoluk-çocuk hep aynı güzel ahlakla donandıklarına şahit olduğunu ve nihayet “Bu insanların hepsi rol yapıyor olamaz. Hem insan günlerce, haftalarca ve aylarca kesintisiz rol yapamaz. Ancak gerçek bir din, bütün insanları bu kalitede yetiştirebilir.” kanaatine vardığını heyecanla nakletti.

Kurban Eti

Rusya’da çalışan kardeşinin şahit olduğu hadise de Müslümanlığı tercihinde etkili olmuş. Rusya’ya eğitim gönüllüsü olarak giden öğretmenlerden ikisi kurban bayramında civardaki bütün ihtiyaç sahiplerine et dağıtmak için kapı kapı dolaşmışlar. Ellerinde son bir et parçası kalmış, onu da bırakmak için gittikleri evde bizim yeni Müslüman olan Mahmut amcanın kardeşinin komşusu açmış kapıyı. Yaşlı kadın, ne istediklerini sormuş öğretmenlere.. onlar da hiçbir şey istemediklerini, sadece dini bayramlarında kestikleri etlerin bir kısmını komşularıyla paylaştıklarını, eğer kabul ederse ona da bir parça hediye etmek istediklerini söylemişler. Fakat, kadın Müslüman olmadığını ve kabul edemeyeceğini belirtmiş. Öğretmenler, böyle bir bayramda komşularını arayıp sorarken din ayırımı yapmadıklarını, muhtaç olan her insanı sevindirmek istediklerini ve bu düşünceyi İslam’dan aldıklarını anlatıp, eti ona teslim ederek ayrılmışlar.

Yaşlı teyze almış eti ama yine de rahat edememiş; “Herhalde yanlış geldiler ama beni de kırmamak için öyle söylemek zorunda kaldılar” diye düşünerek peşlerinden evlerine kadar takip edip eti iade etmek istemiş. Öğretmenlerden dinlediklerinin doğruluğuna kanaat getirince şöyle demiş, “Aylardır evimin kapısını kimse çalmadı; çoluk-çocuk, torun-torba, hısım-akraba hiç kimse beni arayıp sormadı. Açlıktan daha ziyade yalnızlık insanı kötü yapıyor. Sizin dininiz ne kadar güzelmiş ki, hiç tanımadığınız, aynı dinden bile olmadığınız insanların halini hatrını sorup ihtiyaçlarını görüyorsunuz. Akrabalarınıza karşı da böyle misiniz?”

Güzel dinimizi anlatma fırsatı bulmanın heyecanıyla söze girmiş o iki arkadaş; çocukların anne-babaya bir öf bile demeden, son nefeslerine kadar onlara sahip çıkıp, ihtiyaçlarını görüp iyi muamele etmesini Allah’ın emrettiğini, bunun Kuran’da belirtilen bir emir olduğunu; ayrıca, nine, dede, amca, dayı, hala, teyze ne kadar akraba varsa onlarla irtibatta olup ziyaretlerine gitme ve ihtiyaçlarını görme konusunda kesin hükümlerin bulunduğunu bir bir sıralamışlar. O yaşlı teyze de hayran kaldığı bu sözler üzerine o gençlerle sık sık bir araya gelmeye, dinî konulardan konuşmaya ve birkaç ay sonra da Müslüman olmaya karar vermiş.

Bir gün o yaşlı kadının üst kat komşusu –Mahmut amcanın kardeşi– gelmiş; onun öldüğünü, son nefesinde hep o abileri ve manasını anlayamadığı bazı sözcükleri sayıkladığını, ölmeden evvel onlara selamını iletmesini istediğini, yaşlı kadının son nefesindeki isteğini yerine getirmek için onlara durumu haber vermeye geldiğini anlatmış. Mahmut Amca, bunları da duyunca hayran kalmış dinimize ve asıl mutluluğun, huzurun, refahın bu dini yaşamakla elde edileceğini hissettiği anda da Müslüman olmuş.

Allah’ım Beni de…

O gece, Peygamber Efendimiz’in yaşantısını merak eden misafirlere Allah Rasûlü’nün ahlakından bir bölüm anlattı abiler. Bir saat kadar süren sohbette konuşmacı, ev sahipleri arasında ortanca olandı. İngilizce olarak, hiç takılmadan anlattı Peygamberimiz’i. Onun dediğini anlayamasam da, Sevgili Peygamberimizin adını söylerken abinin toparlanarak ayağa kalkar gibi yapışı ve yaşaran gözleri beni çok etkiledi. O konuştukça Allah’a dua ettim ben de O’nun adını böyle anlatabileyim diye.

O gece boyunca da hep “Keşke çok çabuk büyüyüp ben de bu abiler gibi olabilsem” diye içimden geçirdim. Ertesi gün annem ve babam gelip beni alırlarken sanki bir rüyadan uyanıyor gibiydim. Şimdi orada görüp duyduklarımı düşünüyorum.. ne kadar ilginç değil mi? Bizim sıradan gibi gördüğümüz akrabalarla bağı koparmayıp ihtiyaçlarını görmek ve kimseyi ayırt etmeden kurban eti dağıtmak bile iki insanın hidayetine vesile oluyor. Evet, ben de inandım, Ayyüzlü’nün en son dinlediğim sohbetinde de dediği gibi, “İslam’ı bilmeyen veya onun hakkında yanlış bilgi sahibi olan insanlara dinimizi anlatmanın en güzel yolu, onu Allah’ın emirlerine uygun şekilde yaşamaktır.”

Hayal dünyasında yaşıyormuşcasına tatlı geçirdiğim o gece, dile getirilen hususlardan biri de şuydu: Dinimizi en güzel şekilde yaşadığımız zaman sadece başkalarının onu doğru olarak tanımalarına vesile olmakla kalmaz, aynı zamanda Allah’ın rızasını da kazanırız. Mesela, anne-babamıza saygılı davranmamız diğer dinlerden olanları hayran bırakabilir ama ondan daha önemlisi onlara hürmet etmemiz, bizi Rabbimizin hoşnutluğuna da eriştirir.

Hazreti Musa’nın Komşusu

İşte, bu son konu hakkında, annemden dinlediğim ve çok etkilendiğim bir hikayeyi anlatarak sözlerimi bitirmek istiyorum:

Hazreti Musâ (aleyhisselam), bir gün Allah’a dua ederken; “Yâ Rabbi, benim Cennet’teki komşularım kimlerdir, bazılarını bildirir misin?” diye bir istekte bulunmuş. Yüce Allah, Hazreti Musâ’ya: “Senin Cennet’teki komşularından biri, falan yerde yaşayan bir kasaptır. Falan yerde dükkânı var. Görmek istersen git, bir gece kendisine misafir ol.” buyurmuş.

Hazreti Musâ, bu kasabın ne yaparak kendine Cennet’te komşu olmayı hak ettiğini merak ederek onu arayıp bulmuş ve o gece onun evine misafir olmak istediğini söylemiş.

Akşam olunca, kasap -kim olduğunu bilmediği- Hazreti Musa ile birlikte evine gitmiş. Misafirini bir köşeye oturttuktan sonra, “Bana müsaade ederseniz, evvela şurada bir misafirim daha var, önce onun hatrını sorup ihtiyaçlarını karşılayayım, sonra sizinle ilgilenirim.” demiş.

Kasap, odanın bir köşesinde yatan yaşlı kadının altını temizleyip elbisesini değiştirmiş; bütün hizmetini görüp yemeğini yedirmiş. O sırada ihtiyar kadın bazı şeyler söylemiş. Kasap da bu sözlere “âmin” demiş.

Bu işi bittikten sonra evdeki misafirin yanına dönen kasaba Hazreti Musâ (aleyhisselam) sormuş; “Bu kimdir ki, kendisine bu kadar özenle hizmet ediyorsun?”

Kasap “Bu benim anamdır. Sağlığında benim bütün zahmet ve sıkıntılarıma katlanmış vefakâr bir kadındır. Şimdi ben kendisine evlâtlık görevimi yapmaya çalışıyorum.” diye cevap vermiş. Hazreti Musa sorularına devam etmiş;
“Peki, yanından ayrılırken o bir şey söyledi, sen de “âmin” dedin; o neydi?”

“O mu? Olacak şey değil ama söylüyor işte! Annem, bana her gün, “Oğlum, Musâ Peygambere Cennet’te komşu olasın.” diye dua eder; ben de “âmin” derim. Bu olacak iş mi? Hazreti Musâ kim, ben kimim? Ben o Allah elçisini şu dünya gözüyle bir kere görsem o da yeter bana!” demiş.

Hazreti Musa, tanıdığı bu güzel kalbli insanı çok sevmiş, ondan duyduğu sözlerden pek hoşlanmış; ötede komşu olacağı için de Allah’a hamd etmiş. Oradan ayrılırken de, “Dostum, sen anneni hep böyle hoşnut et; et ki, Musa da senin gibi bir gönül eriyle komşu olmanın sevincini tatsın!” demiş.

Evet arkadaşlar,

Emin olun, şu anda gönlüm bir güvercin kalbi gibi titriyor.. ben de İslam’ın sözünü eden değil, onu yaşayan bir insan olmak istiyorum.. ben de Efendimizi anlatmak için diyar diyar dolaşmak ve muhtaçlara el uzatmak istiyorum.. ve bunu başarabilmek için dualarınızı bekliyorum.

Bu hafta da size, Ayyüzlü’nün sohbetlerinden notlar tutan annemin defterinden aldığım bir cümleyle veda ediyorum:

“Anne-babanın hukukunu hiçe sayan ve onlara isyan eden evlât “insan bozması bir canavar”, çocuğun mânevî hayatını garanti etme gayretinden mahrum ebeveyn de merhametsiz birer gaddardırlar.. ve hele, çocuk yolunu bulup kanatlandıktan sonra onu felç eden anne ve babalar..!”

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Ötelere Yolculuk

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar,

Masanın üzerinde uçak biletlerini görünce ve hele onlardan birinde kendi adımın yazılı olduğunu fark edince çok sevindim. Çünkü, can atarcasına beklediğim yolculuklardan birine çıkacaktık. Önündeki kitaplara iyice dalmış ve kendini aldığı notlara vermiş olan babama yolculuğun sebebini sorduğumda sadece “Mi’raç Kandili” cevabını alabildim. Belli ki babam zihninin dağılmasını istemiyordu ama beni cevapsız bırakmayı da hoş görmediği için iki kelimeyle merakımı gideriyordu.

Aslında babam farkında değildi, fakat o iki kelime beni yolculuğun sebebini öğrenmekten daha fazla meraka sevketmişti. Mi’raç ne demekti? Mi’raç kandili neydi? Önceki senelerde de duyduğum, anne-babamı taklit ederek bir iki defa da gündüzünde oruç tutup gecesinde uyanık kaldığım bu kutlu geceye değer kazandıran sebebi ilk defa bu kadar çok öğrenmek istiyordum. Böyle durumlarda tek müracaat kaynağım annemdir. Hemen gidip ona sordum.

Ben her zaman annemin ilk işiyimdir; -hani derler ya- iki eli kanda da olsa, annem hemen her çağırdığımda işi gücü bırakıp benimle ilgilenir. Fakat, beni hazırcılığa alıştırmak da istemez. Araştırma ve kendi kendime öğrenme kabiliyetimi geliştirmeye çalışır. Bu defa da öyle yaptı; kendisinin de Mi’raç mucizesi ile alakalı bir derse hazırlandığını söyleyip daha önceden çantasına koyduğu kitapları çıkararak bana verdi. Ben annemin ne kastettiğini anlayıp çalışma masama gitmeye yeltenirken o birkaç hususa değinmeden de edemedi:

Mucize ve Avuçtaki Gülleler

“Oğlum, Allah’ın yaratmasıyla bir peygamber tarafından ortaya konan, tabiat kanunlarını aşan, âdetler üstü ve fevkalâde hadiselere “mucize” denir. Mucize, sadece peygamberlerin eliyle gerçekleşir. Yüce Rabbimiz, peygamberlerini yalnız bırakmadığını göstermek ve onları doğrulayıp desteklemek için başka insanları hayrette bırakacak bazı  olağanüstü hadiseleri onlara kolay kılmış ve yaptırmıştır. Mi’râç da Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in en büyük mucizelerinden biridir.”

“Anneciğim, Peygamber Efendimizin başka mucizeleri de var mı?”

“Evet Talip, Sevgili Peygamberimizin binlerce mucizesi vardır. Mesela; minik minik taşlar O’nun avucuyla buluşunca dile gelip Allah’ın adını tesbih etmişlerdir. Kainat’ın Efendisi, avucunda Allah’ı zikreden o küçük taşları düşmanın üzerine atınca, onlar birer gülleye dönüşmüş ve kime isabet ettiyse onu yere sermiştir. Bir savaşta ordunun hiç suyu kalmayınca Allah Rasûlü’nün uzattığı parmaklarından musluktan dökülür gibi su akmış ve o su bütün bir orduya yetmiştir. Aynı elinin parmağıyla Ay’a işaret edince, Ay bir süreliğine ikiye bölünmüştür.. bunlar sadece O’nun eliyle gerçekleşen mucizelerin birkaç tanesidir. Bundan başka yüzlerce mucizesi vardır Peygamber Efendimizin.”

Hayret ve hayranlıkla annemi dinledikten sonra oradan ayrılırken, annem “Oğlum, okumaya Mi’raç hadisesinden evvel Allah Rasulü’nün yaşadıklarıyla başlamalısın. Öncesini bilirsen Mi’racın kıymetini daha iyi anlarsın.” deyince ben de öyle yaptım. İlk vahyin gelişinden Mi’raç gecesine kadar Peygamberimizin başından geçenleri hızlıca okudum.  

Gök Seyahatine Doğru

Kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra artık Allah Rasûlü’nün tek gayesi vardı; o da, insanlara Allah’ı anlatarak onları putlara tapmaktan alıkoymak; Allah’ın emirlerine karşı gelmekten vazgeçirerek Cehennem’e yakıt olmaktan kurtarmak ve mü’mince yaşamalarını sağlayarak Cennet’e girmeye layık hale getirmekti. Bu vazife O’nun için o kadar önemliydi ki, biz nasıl yemek yemez, su içmez, nefes almazsak yaşayamayız, Allah Rasûlü de insanlara Allah’ı anlatmadan yaşayamazdı. Gün içerisinde hiçbir insanın hidayetine vesile olamadıysa çok üzülür, o gece sabaha kadar uyuyamaz; insanların Allah’ın birliğine iman etmeleri için dua dua yalvarırdı. Ertesi gün ise, yine kapı kapı, panayır panayır dolaşır, herkese kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu ve artık Allah’tan başka hiçbir şeye tapmamalarını söylerdi. Birisi kendisine bir kötülük yapsa, o kötülüğün sahibine asla kızmaz, onun Allah tarafından cezalandırılmasından ve imansız gitmesinden korkardı.

Ne var ki, kendi akrabaları bile kurulu düzenlerinin bozulacağı ve işlerini, zenginliklerini, makam ve mansıplarını kaybedecekleri korkusuyla O’nun anlattıklarını dinlemeye yanaşmıyorlardı. Fakat O, kapısından yüz defa kovulduğu kimselerin yanına bir kere daha gidiyor ve yine dine davet ediyordu. Ne acıdır ki, onlar, o vakte kadar herkesten daha çok güvendikleri Allah Rasûlü’nü sihirbazlıkla suçluyor, O’nunla alay ediyor ve üzerine pis şeyler atıyorlardı. Asıl maksatları sadece O’nu değil, O’nun getirdiği yüce dini yok etmekti.
Allah Rasûlü’nü yolundan döndüremeyeceklerini anlayan müşrikler, bu sefer diğer mü’minleri dinlerinden vazgeçirmek için kaba kuvvete başvuruyor, işkenceler yapıyor, hatta bazı Müslümanları şehit ediyorlardı. Üç sene boyunca bütün mü’minleri bir yere hapsetmiş, hiç kimseyle alışveriş yapmalarına müsaade etmemişlerdi. O hapis esnasında  pek çok kadın ve çocuk açlıktan, hastalıktan vefat etmişti.

O seneye “hüzün senesi” denmişti; çünkü, o yıl Peygamber Efendimiz, 25 senelik biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazreti Hatîce vâlidemizi kaybetmişti. Bundan bir müddet evvel de amcası Ebû Tâlib vefât etmişti. Artık Mekke müşriklerine karşı onu himâye edecek kimse de kalmamıştı. Hem kendisine hem de Ashâbına uygulanan baskılar, ezâ ve cefâlar haddi, hudûdu aşmıştı.

Mekke’deki insanlar, O’nu dinlemeyince kavminden gelen onca sıkıntıya göğüs geren Allah Rasûlü bu sefer Taif adındaki şehre gidip oradakilere Allah’ı anlatmak istemişti. Ama Taifliler, Peygamberimiz’i dinlemedikleri gibi, aynı zamanda civardaki deli, çoluk-çocuk ne kadar insan varsa, hepsini kışkırtarak Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i taş yağmuruna tutturarak şehirden kovmuşlardı. O sırada Peygamberimiz’in yanında olan Hazreti Zeyd, her ne kadar Allah Rasûlü’nün önüne geçerek taşların O’na isabet etmesini önlemeye çalıştıysa da o ve Efendiler Efendisi kanlar içinde kalmışlardı. Oradan uzaklaşıp bir yere oturduklarında Hazreti Cebrail bazı meleklerle beraber gelerek, Allah Rasûlü’ne, isterse Taif’teki herkesi ve her şeyi yerle bir edebileceklerini söylemişti. Fakat, onların helak olmalarını istemeyen şefkatli Peygamberimiz Allah’a yönelerek “Ya Rabbi, onlar beni bilmiyorlar; eğer yüz sene sonra bile içlerinden bir tane hayırlı insan çıkacaksa ne olur onları helak etme!” diyerek dua etti.

Evet arkadaşlar,

Kendisini öldürmek isteyen kimselere bile hayır duada bulunan bir peygamber, aradan asırlar geçmesine rağmen O’na iman edenleri hiç yalnız bırakır mı? O’na taş atanları dahi kurtarmayı arzu eden Efendimiz, huzuruna güllerle çıkmak için fırsat kollayan âşıklarını tebessüm ederek karşılayıp gözyaşlarını silmez mi?

Yahu ne olur, “Talip, bunlar senin sözlerin olamaz, sen daha küçüksün!” demeyin. Demeyin “Bu yaşa bu sözler biraz fazla” diye. “Vefat ettiğimi Efendimize haber vermeyin; O kalkıp cenazeme gelmek ister. Yolda müşriklerin O’na zarar vermesinden korkarım” diyen Gül Devri’nin Talha’sı kaç yaşındaydı sanki?!. Neyse.. O’nun uğrunda söylenmesi gereken sözler bitmez; ben yine konuya döneyim.

O Gece

Tâif’ten de müteessir olarak döndüğünde, misafir kaldığı evde istirahate çekildiği bir sırada Cebrail aleyhisselam gelerek Efendimiz’e Allah’ın özel bir davetini getirmişti. Bu öyle bir davetti ki, daha önce hiçkimseye nasip olmayan bir seyahate çağrılıyordu Allah Rasûlü. Beraberce Kabe’ye gitmişler, oradan da Burak adlı bineğe binerek normalde bir ayda ancak varılabilecek olan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya göz açıp kapayıncaya kadar gidivermişlerdi. Orada bütün peygamberlerin ruhları Allah Rasûlü’nü bekliyorlardı; O’nu öne geçirip arkasında namaz kılacaklardı. Aslında, bekleyen sadece onlar değildi; bütün sema “O geliyor, O geliyor” müjdesiyle yankılanıyordu.

Ve işte beklenen, özlenen ve arzulanan Nebi, Hazreti Cebrail’in eşliğinde Mi’râç adındaki merdiven ya da asansör gibi bir binitle semaya yükseliyor; bir duraktan sonra yolculuğuna meleklerin kanadıyla devam edip yedi kat semayı geçiyordu.

İşte, bu noktaya gelince daha fazla okuyamadım. Zihnimin çok çok zorlandığı mesafelerden bahsediliyordu. Az dinlenmek için bahçeye çıkmıştım ki, Kur’an öğretmenim olan abi karşıdan çıkageldi. Beni dalgın görünce sebebini sordu. Ben de başka bir soruyla karşılık verdim:

“Abi, Mi’raçla alakalı bir yazıda Peygamberimizin yedi kat semayı geçtiğini okudum. Hemen aklıma geçen gün fırlatılan uzay mekiği geldi. Dünyayı saran atmosfer yedi katmandan oluştuğu için “Şimdiki teknolojiyle, Amerikalılar bile Mi’raca çıkabiliyorlar“ dedim kendi kendime. Siz ne dersiniz, doğru düşünüyor muyum acaba?”

“Hay çok yaşayasın Talibim, ben de az önce Mi’raç sohbeti için bazı şeyler okuyordum. Seni Allah çıkardı karşıma. Bak, bazı notlarımı sana anlatayım; böylece daha güzel öğrenmiş olurum:

“Kainatta milyonlarca galaksi vardır. En büyük galaksideki yıldız sayısı yaklaşık 3 trilyondur. Orta büyüklükteki bir galakside yaklaşık 200-300 milyar yıldız vardır. Tabiî her bir yıldızın en az Güneşimiz kadar büyük olduğunu, ayrıca pek çok yıldızın etrafında Dünyamız gibi irili ufaklı gezegenlerin döndüğünü de unutmamak gerekir. Galaksiler bir araya gelerek galaksi kümelerini oluşturur. Kimi zaman, bir galaksi kümesinde binlerce galaksi olabilir. Galaksi kümeleri de kendi aralarında kümeleşir. Güneş Sistemimiz Samanyolu Galaksisi’nin merkeze yakın olan kısmındadır. Çok büyük zannettiğimiz ve gözümüzde devleştirdiğimiz Dünya gezegeni ise, kâinatta bir toz tanesi kadar dahi yer tutmamaktadır.

İşin daha da müthiş ve ilginç olan tarafına gelince, trilyonlarca yıldız, en küçüğü 100 milyon yıldızdan oluşan milyonlarca galaksinin hepsi bizim bir kısmını gördüğümüz şu en yakın semâda bulunmaktadır. Müfessirlerin çoğuna göre dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddi âlemin hepsi bir gök olup, yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. İşte, Allah Rasûlü, o gök yolculuğunda bu semaların hepsini geçmiş ve arkada bırakmıştır.”

Arkadaşlar,

İşin doğrusu abiyi dinlerken biraz sıkıldım. Anlayamadım çünkü. O sözünü bitirince sadece “Evet abi, uzakmış hem de çok uzak…” diyebildim.

Fakat bir hususu aklımda tutabildim: Bir insanın bu Güneş Sistemi’nin içinden çıkması için, bir füzeyle yirmi bin yıl gitmesi lâzımmış. İşte Peygamber Efendimiz bu kadar çok uzaktaki yerleri çok kısa bir zamanda aşıp her semada peygamberleri, melekleri, Cennet’i ve Cehennem’i görmüş.

O kadar çok yükselmiş ki meleklerin dahi geçmesine izin verilmeyen “Sidretü’l-Münteha” adında bir sınıra ulaşmış. Cebrail aleyhisselam “Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü’l-Münteha’da kalmış. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yoluna devam etmiş. Nihayet, daha önce hiçbir varlığa nasip olmayan bir şekilde Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkmış.

Bizim İçin Geri Geldi

Mi’raç yolculuğunda, Cenab-ı Allah sevgili Peygamberimize isterse dünyaya dönmeyip oradaki güzellikler içerisinde kalabileceği söylemiş. Fakat, herkesten daha çok vefalı olan, bizi kendimizden bile çok düşünen, ümmeti olmadan hiçbir güzelliği kabul etmeyen Peygamber Efendimiz orada görüp duyduklarını ümmetiyle paylaşmak ve –inşaallah- bizi de oraya taşımak için bu sıkıntı, işkence ve zulüm dolu dünyaya dönmeyi tercih etmiş.

Bir düşünsenize, öyle bir teklif bize yapılsa ve istersek Cennet’te kalabileceğimiz söylense, biz ne yapardık. İhtimal, hemen hepimiz o anda hiçkimseyi düşünemez ve orada kalmayı tercih ederdik. Tabii O İnsanlığın İftihar Tablosu’ydu ve böyle bir fedakarlığı Alemlerin Efendisi’nden başka kimse yapamazdı, belki de bu yüzden bu manadaki bir Mi’raç yalnızca O’na nasip olmuştu.

Haa, bu arada, biraz dünyalık görünce, azıcık mala-mülke kavuşunca ve bir miktar rahata erince dini-diyaneti unutup dünyaya dalanların kulakları çınlasın. Zira, Allah Rasulü Cennet’i ve ona kavuşmanın ötesindeki güzellikleri gördüğü halde başı dönmemiş, bakışları bulanmamış ve geri dönmesiyle bize vefalı bir kul olma dersi vermiştir. (Aramızda kalsın, ben bazen namaza çağrılınca parktan eve dönmekte bile zorlanıyorum.)

Zaten Peygamberimizle ilgili “Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız, sıkıntıya girmeniz ona çok ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” ayetini okuduğumda O’na karşı sevgim çok daha fazla artmıştı. Hep başıma bir sıkıntı geldiğinde, bir kenarda ağladığımda Peygamber Efendimiz’in de benim düştüğüm duruma üzüldüğünü düşünür, O’nu daha fazla üzmemek için kendime çeki-düzen vermeye çalışırım. Bir de düşünsenize, bizim en ufak sıkıntımızla dertlenen Allah Rasûlü, bizim Allah’ın emirlerini dinlemeyip, Cehennem’e gitmekle sonuçlanacak işler yaptığımızı görünce ne hale geliyordur. İşte şefkat ve merhamet peygamberi Efendimiz sadece ailesi ve arkadaşları için değil, kendisinden yüzlerce yıl sonra dünyaya gelecek bizim gibi insanlar için de endişelenmiş ve dünyaya geri gelmiş.

Mi’raç Hediyeleri

Gelmiş ama beraberinde hediyeler de getirmiş. Biz annemlerle başka bir şehre gittiğimizde, dönüşte komşularımıza, sevdiklerimize muhakkak ya pişmaniye ya da çekme helva alırdık. Dedemler hacca gittiklerinde Zemzem, hurma ve bir de bana özel bir tesbih getirmişlerdi. Gidilen yere göre getirilen hediyeler de farklı olur. “Ben Mi’raçtan daha güzel bir şey görmüş değilim” diyen Peygamberler Sultanı da bu seyahatten dönerken, böyle mukaddes bir yolculuğa yakışır hediyeler ve müjdelerle gelmiş.

Bu hediyelerin başında meleklere bile sadece bir kısmının nasip olduğu ve insanları her rekatında Mi’râca çıkarabilen beş vakit namaz geliyor. Bunun yanısıra, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesi var. Ayrıca, iyi amele niyetlenen kişiye -onu yapamasa bile- bir sevap, eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye -onu yapmadığı müddetçe- hiçbir günahın yazılmayacağı, ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı muştusu da hediyeler arasında. Bir de, her yatsıdan sonra okuduğumuz Bakara Suresi’nin son ayetleri (Âmene’r-rasûlü…) o gecenin hatırası.

Sözü uzattığımın farkındayım ama Hazreti Ebu Bekir’den bahsetmeden Mi’raç bahsini bitirmemi beklemezsiniz herhalde!..

Peygamber Efendimiz, geri geldiğinde Mi’raçta gördüklerini herkese anlatmış ama bazıları o güne kadar bir kez yalanına şahit olmadıkları Allah Rasûlü’ne inanmamış ve imtihanı kaybetmişlerdi. Hazreti Ebu Bekir ise, “O söylüyorsa şüphesiz doğrudur, bir anda gidip gelmiştir.” diyerek bu imtihanı kazanmış ve Peygamberlik mertebesinden hemen sonraki en yüksek seviye olan “Sıddıkıyet” makamına yükselmişti.

Sabırlı arkadaşlarım,

Günde beş kere Mi’raca çıkarken o yolculuklarınızın bazılarında bana da dua etmenizi diler; Mi’raç kandilinizi şimdiden tebrik ederim.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Annemi Ağlatan Sözler

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba arkadaşlar,

Suyun ötesinden dünyanın her yanına sevgi mesajları gönderen ve insanlık dersi veren Ayyüzlü birkaç haftadan beridir sürekli “vefa”dan bahsediyor. Amcamlar İstanbul’un Vefa semtinde oturdukları için, ne zaman “vefa” kelimesini duysam orada geçirdiğim yaz tatilini ve o şirin yeri hatırlarım. Bundan dolayı, Ayyüzlü’nün neden Vefa’yı o kadar çok andığını anlamakta zorlandım desem yalan olmaz.

Geçtiğimiz hafta beni bir merak aldı; sürekli duyduğum vefa kelimesinin bir zamanlar rüyalarımı süsleyen o beldenin isminden farklı bir şey olduğunu anladım. Bir ikindi namazı sonrası bayanların bulunduğu kata çıkıp annemin yanına oturduğum an yine aynı kelimeyi duydum. Ayyüzlü’ye “Allah’a karşı nasıl vefalı olunur?” diye sorulunca bu sorunun cevabını öğrenmek için dikkat kesildim. Manasını bir türlü çıkaramadığım bu kelime üzerinde o kadar çok duruldu ki, merakımdan eve gidip sözlüğe bakmak için adeta can attım. Kapıdan içeri girer girmez de senelerdir babamın elleri arasında rengi iyice solan ve beli bükülen sözlüğü açtım. Vefa; sevgiyi sürdürmek, sevgi bağını korumak, sadık olmak, verilen sözde durmak, yapılan en ufak bir iyiliği dahi unutmamak demekmiş.

Vefanın manasını öğrendikten sonra, babamın o günkü sohbette tuttuğu notları kendisinden isteyip onlara bir kere daha göz gezdirdim. Ayyüzlü, her şeyden önce Allah’a karşı vefalı olmak gerektiğini anlatmış; O’na karşı vefalı olmayı da, “O’nun sevdiği ve razı olduğu şeylerin peşine düşmek, günahlardan da uzak kalmak” şeklinde tarif etmişti. Allah’ın bizim için seçtiği dini, Peygamberi ve bize gönderdiği kitabı sevmenin de vefanın bir gereği olduğunu söylemişti. Bundan dolayı, günde beş vakit ezanla varoluş gayemizi bize öğreten Allah Rasûlü’nün adını da andığımızı, ezandan sonra O’nun için dua ettiğimizi, namazlarda “Ettahiyyâtü” ve “Salli-Barik”lerle O’nu bir kere daha zikrettiğimizi belirtmiş ve O’nun getirdiği dinin her yerde duyulabilmesi için İslam’a sahip çıkmamızın da Rasul-ü Ekrem Efendimiz’e karşı bir vefa olduğuna değinmişti.

Bizim Bahçenin Gülü

Konuşmasının devamında Ayyüzlü, kişinin ailesine, sevdiklerine, arkadaşlarına, vefalı davranarak onu karakterinin bir yanı haline getirmeden Peygamber Efendimiz’e ve Allah’a da gerektiği gibi vefalı olamayacağını söylemişti. Eğer bir çocuk babasına bir gün sandalyesini verdiyse, başka bir zaman da babasının, “Oğlum bir keresinde sen bana sandalyeni vermiştin” deyip kendi sandalyesini ona vererek, en ufak iyiliği dahi unutmadığını göstererek çocuğuna vefalı olmayı öğretmesi gerektiğini öğütlemişti.

İşte annemin yanaklarından dökülen gözyaşlarını görmem bu cümlelerden sonra olmuştu. O an, annemi gördüğümü ve ağladığını farkettiğimi onun bilmesini istememiş, her şeyden habersiz gibi davranmıştım; fakat, onun neler düşündüğünü öyle çok merak etmiştim ki!

Sebebini ben anlayamasam da Ayyüzlü’nün sözleri çok kişinin başını öne eğdirdi: “Bir beyefendinin dışarıda bir an gözü harama iliştiğinde, bunu hanımına karşı yapılmış en büyük ihanet saymalı; hemen bir camiye koşup orada istiğfar etmeli; ‘Ya Rabbi! Ben eşime karşı çok büyük bir saygısızlık yaptım. Sen, kendisine bakmam, onunla oturup kalkmam, her meselemi onunla paylaşmam için bir hayat arkadaşı lutfetmiştin ve huzurumu ona, onunla olan birliğime bağlamıştın. Fakat ben o birliği gözlerimle, dilimle, kalbimdeki inhiraflarımla çatlattım!’ diyerek inlemeli; vefa duygusunu hemen tamir etmeli. Unutmamalı ki, o eşine ikram ederse, eşi de ona ikram eder; o saygılı davranırsa eşi de saygılı davranır ve o vefalı olursa hayat arkadaşı da ona vefalı olur. Bey bu şekilde hareket ederse, öyle inanıyorum ki, Allah onun eşinin gönlüne de o duyguyu atacak ve o da en ufak bir bakış inhirafını büyük ihanet sayacak, katiyen o türlü bir vefasızlık yapmayacaktır.”

O akşam babam eve döndüğünde annem seccadesinin başında dua ediyordu. Hâlâ gözlerinin yaşlı olduğunu gördüğüm için yanına varıp halini sormak istediğim sırada babam içeri girmişti. Anneme şöyle bir baktı; “Biliyor musun; ben bir an dahi olsa senin bakışlarının bulandığını ve hayallerinin kirlendiğini düşünmedim. Asla vefandan şüphe etmedim.” dedi. Tam odadan çıkacaktı ki, birden geriye dönerek “Çünkü, ben hiçbir zaman sana karşı vefasız davranmadım” diye ekledi.

Bu sözler benim için şifre gibiydi. Hiçbir şey anlamamıştım. Bir aralık, “Anneciğim neden ağlıyorsun ki?“ diyebildim. “Allah’ın bize karşı vefasını düşündüğümden ağlıyorum oğlum. Karşıma hep vefalı insanlar çıkardığı için ağlıyorum. Temeli vefa üzerine kurulmuş bir yuvam olduğu için ağlıyorum. Ve bütün bu nimetlerin şükrünü yerine getirememe korkusundan ağlıyorum.” dedi annem o titrek sesiyle. “Vefa, insanı hep böyle ağlatır mı?” diyecektim ki, annem sözü ağzımdan aldı ve “Talip’im, Allah nasip ederse, büyüyünce anlayacaksın vefanın nasıl bir gül olduğunu; anlayacak ve hep onu koklamak için bülbül gibi şakıyıp duracaksın.” diyerek dua kitabına yöneldi. Benim için yine çözülmesi zor bir bilmece olan bu son sözleri de ağlayarak söyleyen anneme, daha fazla ısrar etmeden, ağlayış sebebini anlamak için büyümeyi beklemem gerektiğine karar verdim.

Yine Bir Bahane

Bahsetmek istediğim diğer mevzu da birkaç gündür buradaki büyüklerin dilinden düşmeyen bir cümleyle alâkalı: “Üç aylar geldi!” Bu sözü çoğunuzun duyduğundan da eminim. Üç aylar gelince bir sürü kandil olur, camilere gidilir. Büyükler çok sevinirler üç ayların geldiğine. Biz çocuklarsa büyüklerin sevincine ortak olmak istesek de sebebini tam olarak bilemediğimizden onlar kadar mutlu olamayız. Fakat, mevlit şekerlerinden bol bol almak için de onlarla beraber camiye gitmeyi ihmal etmeyiz. Üç ayları farklı kılan ne acaba?

İşte bu merakım, sonunda beni Kuran öğretmenimin yanına kadar sürükledi ve kendisine üç aylar hakkında nerede bilgi bulabileceğimi sordum. Artık soru sormadan evvel araştırmak için kitap istemem öğretmenimin de hoşuna gitmiş olacak ki, yüzünde memnuniyetle karışık hoş bir tebessüm beliriverdi. Hemen işini bırakıp her zamanki sabırlı ve yardımsever edasıyla kitaplığından ve yan odadaki arkadaşlarından birkaç kitap getirip onları incelememi, öğrendiklerimi kendisine anlatmamı, anlamadığım bir şey olursa sorabileceğimi söyledi. 

Elimde kitaplarla odadan çıkıp alt kata doğru giderken kendimi artık daha büyümüş hissediyordum; çok farklı bir duygu. Bir bilseniz ne kadar da zevkliymiş kitapların içerisindeki bilgiyi bulmaca çözer gibi kendi başına bulabilmek! Hiç vakit kaybetmeden araştırmaya koyuldum. Okudukça okudum ve öğrendiğim her yeni bilgiyle üç ayların gelişine biraz daha sevinir oldum.

Üç aylarla alakalı bazı notlarımı size aktarmayı düşünmüştüm; fakat, yazar abilerim hem Recep, Şaban ve Ramazan aylarını hem de o aylarda yer alan mübarek geceleri, kandilleri çok genişçe anlattıkları için tekrara girmek istemiyorum. Ne var ki, bir hususa değinmeden edemeyeceğim:

Bizim Rabbimiz, -hâşâ- en ufak hatalarından dolayı kullarına kızıp onları Cehennem’e atan, gazabıyla her şeyi yakıp yıkan bir Rab değildir; aksine, kullarına güzel nimetler nasip edip onları sevindirmekten hoşlanan, suçluları hemen cezalandırmayıp bağışlanmaları için sayısız fırsatlar veren merhametlilerin en merhametlisidir. Bu sebeple, çok merhametli ve affedici olan Allah Teala kullarının ibadet ederek değerlendirmeleri ve dua ederek af dilemeleri için Kadir ve Miraç Gecesi gibi kandilleri, Receb, Şaban, Ramazan gibi üç ayları lutfetmiş. Bu gün ve gecelerde vahyin ilk gelişi, Allah Rasûlü’nün göğe yükselişi gibi bazı özel hadiseler de gerçekleşmiştir; fakat, esasında o günlere kıymet veren Allah Teala’nın kullarına karşı merhametidir.

Aslında “tanrı” kelimesini hiç sevmem. Belki de anne ve babamın o kelimeyi çok seyrek kullandıklarından olsa gerek, ben de “tanrı” deyince çok kötü bir söz etmişim gibi tuhaf bir hisse kapılırım. Fakat, Erzurumlular’ın “Bahane Tanrısı” tabiri bana o kadar sıcak gelir ki, belki de “tanrı” sözcüğünü sadece orada ruhuma çok yakın bulurum. Evet, bazıları, Cenab-ı Hakk’a “Bahane Tanrısı” derlermiş; kullarını affetmek için onlara sürekli tevbe etme fırsatları ve günahlardan arınma imkanları yaratan manasında bu ifadeyi kullanırlarmış. İşte, zannediyorum, üç aylar da o türlü bir bahane ve ilahi rahmetin farklı bir armağanıdır.

Artık, üç ayları daha çok seviyor ve her kandil gecesini iple çekiyorum. O mübarek gecelerin benim dualarımın kabulü için de bir bahane ve vesile olacağını düşünüyorum.

“Allah’tan ne istiyorsun; hangi duanın kabulünü bekliyorsun?” demeyin lütfen. Ben sizden farklı düşünemem ki! Ben de iki şey istiyorum; biri Allah’ın rızası, diğeri de, Ayyüzlü’nün Nuryüzlülere kavuşması.

Şu aydın gecelerinizde bana da dua edin demeyeceğim. Neden diyeyim ki? Ben de sizin vefanıza güveniyorum…

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂 

Cennet Gençlerinin En Güzelleri

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar!

Kitap okurken ilgimi çeken bir hadisi şerif beni çok farklı araştırmalara sevk etti. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Çocuklarınızı üç haslet üzerine yetiştiriniz: Peygamberinizin sevgisi, Ehl-i beytinin sevgisi ve Kur’ân tilâveti.” buyuruyor. Hadiste geçen iki hususu yerine getirmek için gayret gösteriyorum. Her gün düzenli olarak bana yardım edeceğine daha önceden söz vermiş olan abinin Kuran derslerine katılıyor ve ona hatalarımı düzelttiriyorum. Peygamber Efendimiz’i daha iyi tanıyabilmek için de Sonsuz Nur’u okumaya devam ediyorum.

Ancak “Ehl-i beyt”in ne olduğunu anlamadığım için sevip sevmediğimi de bilemiyordum. Beraber Kuran çalıştığımız abiye gidip bunu sorduğumda, önüme birkaç tane kitap koyarak sorumun cevabının o kitaplarda gizli olduğunu, onları inceleyerek elde ettiğim bilgileri kendisine de anlatmamı söyledi. Ben de hiç vakit kaybetmeden Ehl-i beytin manasını öğrendim.

Efendimiz’in Ailesi

Ehl-i beyt; Peygamber Efendimiz’in bütün âilesine verilen isimmiş. O’nun aile fertleri söz konusu olduğunda kıymetli hanımları, çocukları, kızı Hazreti Fâtıma ile Hazreti Ali’nin çocukları olan Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’den kıyâmete kadar gelecek nesilleri kastediliyormuş. Bunu okuduğumda onları hakiki manada sevebilmem için önce tanımam gerektiğini düşündüm ve hayat hikayelerini öğrenmeye karar verdim. Ben de henüz çocuk olduğumdan mıdır, bilemiyorum ama araştırmaya önce Ehl-i beytin küçük üyeleri olan Hazreti Hasan ve Hüseyin’den başladım. Birkaç sayfa not tuttuktan sonra hemen o abiye koşup anlatmaya koyuldum:

“Hazreti Hasan ve Hüseyin, Peygamber Efendimiz’in kızı Fatıma’dan torunlarıdır. Dünyaya geldiklerinde Allah Rasûlü onların kulaklarına ezan okumuş, isimlerini vermiş, kundaklarını kendi elleriyle sarmış, saçlarının ağırlığınca sadaka verdirmiş, akika kurbanlarını kesmiş. Peygamberlerin oğulları için yaptıkları duayı Allah Rasulü de torunları için yaparmış; “Allah’ım! Sana sığınıyorum. Bu iki yavrumu, şeytanın ve kötü bakışlı insanların şerrinden Sen koru…”

Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) kızı Fatıma’yı ziyaret ettiği zaman kendisini karşılayan Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz’i hemen omuzlarına alır ve onları sevmekle işe başlarmış. Onları öper, koklar ve “Bunlar benim bu dünyadaki iki reyhanımdır (güzel kokulu çiçeklerimdir)” dermiş.

Yine böyle birgün, torunlarını Peygamberimiz’in omuzunda gören Hazreti Ömer, Hazreti Hasan ve Hüseyin’e dönerek: “Ne mutlu size, ne kadar değerli birinin omuzundasınız!” deyince, Peygamberimiz de; “Tabii, çünkü onlar da benim için çok değerli kimselerdir.” diye karşılık vermiş. Bazı geceler geç saatlere kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yanında durur, sonunda dünyanın en tatlı Dedesi’nin göğsünde uyuyakalırlarmış.

Hazreti Hasan bazen Peygamberimiz’in sakalıyla oynar; bu esnada Allah Rasûlü de onun parmaklarını ısıracakmış gibi yaparmış. Bu da Hazreti Hasan’ın çok hoşuna gidermiş. Kimin gitmez ki? Değil benimle oynaması, Allah Rasûlü’nün uzaktan bir tebessümünü bile görsem bu bana mutluluk için yeterdi.

Torunlarını çok seven Peygamberimiz, camiye gittiğinde onları da beraberinde götürürmüş. Bazen Allah Rasûlü secdeye eğilince Hazreti Hasan ve Hüseyin gelip O’nun sırtına binerlermiş. Kainatın Efendisi secdeden kalkarken onları yumuşak bir şekilde alıp yere koyarmış. Bazen de onlar sırtından ininceye kadar secdeyi uzatırmış. Onlara karşı öylesine alaka gösterirmiş ki, birgün hutbe okuduğu esnada Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin camiye girince O hemen sözüne ara verip aşağı inmiş ve onları kucağına almış.

Bir defasında ise, Peygamberimiz davetli olduğu yere torunu Hüseyin’i götürmek istemiş. Bu sırada arkadaşlarıyla oynamakta olan Hüseyin Efendimiz sağa sola koşmaya başlamış. Peygamberimiz de yakalayıncaya kadar onu taklit ederek sağa sola koşmuş… Sonunda yakalamış ve onu kucaklayarak öptükten sonra şöyle buyurmuş: “Hüseyin benimdir, ben de Hüseyin’in.”

Sevgili Peygamberimiz, zaman zaman Hasan ve Hüseyin Hazretlerini güreştirir veya ok atma yarışı yaptırırmış. Peygamberimiz hiçbir zaman taraf tutmaz, onlara eşit şekilde davranırmış. Birini diğerinden ayırmaz, ikisine de aynı ölçüde değer verirmiş. Bununla ilgili Hazreti Ali bir hadise anlatıyor;

“Peygamber Efendimiz bizi ziyarete gelmişti. Yanımızda geceledi. O sırada Hasan ile Hüseyin uyuyorlardı. Bir ara Hasan su istedi. Derhal yerinden kalkan Peygamberimiz bir bardağa su koyup getirdi. Bu arada Hüseyin de uyandı ve suyu önce o içmek istedi. Peygamberimiz ise suyu Hasan’a verdi. Bunun üzerine Fatıma dayanamayarak: “Hasan’ı, Hüseyin’den çok seviyor gibisin babacığım.” deyince, Peygamber Efendimiz: “Hayır, önce Hasan istediği için ona verdim.” buyurdu.

Öyle Dedeye Böyle Torunlar

Kısaca bunları anlattıktan sonra beni büyük bir dikkatle dinleyen o abiye sordum;

“Benim öğrendiklerim bunlar, yanlış bir şey anlatmadım değil mi?”

“Hayır, bilakis hem doğru anlattın hem de çok güzel bir şekilde sıralamaya koymuşsun. Sen Ehl-i beyti tanımak istediğini söyleyince ben de biraz İnternette araştırma yaptım ve Peygamberimiz’in Hazreti Hasan’a verdiği öğütleri öğrendim. İster misin ben de onları anlatayım?”

“Tabii ki isterim, not tutmak için kağıdımı, kalemimi hazırladım bile!..”

“Aralarında bir yaş fark olmasına rağmen ikisi de çok küçüktüler. Ama Allah Rasûlü’nün onlara o yaşta verdiği nasihatleri öğrenince, o sözleri anlayıp unutmayan Hazreti Hasan’a insanın hayranlığı artıyor. Peygamberimiz ona buyurmuş ki: “Hasan! Beş vakit namazını aksatmadan kıl. Sana şüpheli gelen her şeyi terk et. İçinde şüphe uyandırmayan şeyleri yap. Çünkü doğruluk, insanın gönlüne huzur verir. Yalan ise huzursuzluk uyandırır.”

Peygamber Efendimiz, küçük yaştan itibaren torunlarının eğitimiyle bizzat kendisi ilgilenmiş. Bir keresinde de, Hazreti Hasan’la Peygamberimiz birlikte yürüyorlarmış. Giderken yoksul ve fakir insanlara ayrılmış sadaka hurmalarının bulunduğu yerden geçmişler. Hazreti Hasan oradaki hurmalardan bir tanesini ağzına atmış ama daha çiğneyemeden Peygamberimiz onu ağzından çıkarıp almış. Oradakilerden birisi: “Neden izin vermediniz? Bir hurmayı yeseydi ne olurdu sanki?” demiş. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Hayır! Benim ailemden olan hiç kimseye sadaka helal değildir” buyurmuş. Bu ne kadar hassasiyettir ki, yenilmesi uygun olmayan minik bir hurma tanesi bile olsa Allah Rasûlü bunu yemelerine izin vermemiş ve torunlarını en güzel şekilde yetiştirmiş. Bunu öğrenince aklıma sırf çocuklarının uykuları bölünmesin diye onları sabah namazına kaldırmayan anneler, yenilene dikkat etmeyen, televizyonda önüne ne gelirse ailece seyreden kimseler geldi. Allah Rasûlü bu devirdeki insanları görse ne yapardı acaba?”

Biz tam bu sözlerle konuyu bitirmek üzereydik ki, bulunduğumuz odaya bir abi daha girdi. Konuştuğumuz mevzuyu öğrenince o da Hazreti Hasan ve Hüseyin’in yaşlı bir adamla aralarında geçen bir hadiseyi anlatarak sohbetimize katkıda bulundu:

“Hazreti Hasan ve Hüseyin, namazlarını aksatmadan ve zevkle kılarlarmış. Günlerden bir gün, iki kardeş, namaz kılmak için abdest almaya gitmiş. Bu sırada, abdest almakta olan yaşlı bir adam görmüşler. Ancak bu yaşlı adam, abdest alırken bazı hatalar yapıyormuş. Hazreti Hasan kısık sesle kardeşine:

“Şu yaşlı amcaya hatalarını nasıl söylesek acaba?” demiş. Hazreti Hüseyin de, ona hatalarını, kalbini kırmadan söylemelerinin gerektiğini hatırlatmış. Nasıl söyleyeceklerini düşünüp dururken birden Hasan Efendimiz, “Benim aklıma şöyle bir fikir geldi. Ne dersin?” deyip kardeşinin kulağına bir şeyler fısıldamış.

İki kardeş, usulca yaşlı adamın yanına yaklaşmış. Hazreti Hasan söze başlamış: “Affedersiniz efendim… Ben ve kardeşim namaz kılmaya yeni başladık. Fakat, hangimizin doğru abdest aldığı konusunda anlaşamıyoruz. Siz aramızda hakem olsanız, biz de abdest alsak, bakalım hangimiz doğru olarak abdest alıyor onu öğrensek.”

İkisi de başlamışlar abdest almaya. Bu sırada yaşlı adam da büyük bir dikkatle onları izliyormuş. Sonunda abdestlerini tamamlamışlar. Amcanın tepkisini öğrenmek için baktıklarında, gözlerinin dolu dolu olduğunu görmüşler. O ak sakallı amca bir taraftan Hazreti Hasan ve Hüseyin’i kucaklarken bir taraftan da şunları söylemiş:

“Sevgili yavrularım! Aslında ikiniz de doğru olarak abdest alıyorsunuz. Hatalı olan bendim. Size ne kadar teşekkür etsem azdır.” Yaşlı amca, daha sonra onları alınlarından öperek uğurlamış.”

Ehl-i beyt Demek Peygamber Yolu Demektir

Bu iki abiden dinlediklerim Peygamberimizin sevgili torunlarını daha iyi tanımama vesile oldu. Gerçi onlar daha sonra büyümüş ve çok büyük birer insan olmuşlar. Fakat nedense onlar için zihnimde birer sima belirlemesem de adlarını andığımda artık aklıma hep şirin mi şirin, akıllı mı akıllı ve edeb abidesi iki küçük kardeş geliyor.

O akşam eve gittiğimde gün boyunca öğrendiklerimi bir de babama anlattım. Babam beni memnuniyetle dinledikten sonra, elinden hiç düşürmediği kırmızı kitaplarından bir tanesini istedi ve ondan bir bölümü açıp okuyarak şu ilavede bulundu:

“Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Size iki şey bırakıyorum; onlara sımsıkı sarılırsanız kurtuluşa erersiniz: Biri Allah’ın kitabı Kur’an, diğeri de Ehl-i beytimdir.” Allah Rasûlü, Ehl-i beyte çok önem vermiştir; çünkü, Sünnet-i Seniyyenin kaynağı ve koruyucuları herkesten önce onlardır. İşte bu hadiste de Kur’anın yanında Ehl-i beytten bahsedilmesi onların Allah Rasûlü’nün sünnetini temsil etmelerinden dolayıdır. Demek ki; Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesine uymayı terk eden, hem Ehl-i Beytten sayılmaz, hem de Ehl-i Beyte hakikî dost olamaz.”

O gece yatağıma girdiğimde hâlâ Ehl-i beyti ve tabii ki en başta o iki sevimli kardeşi düşünüyordum. Sevgili Peygamberimiz vefat ettiğinde Hazreti Hasan yedi, Hüseyin Efendimiz ise altı yaşındaymış. Biricik Dedelerinden kısa bir süre sonra anneleri Hazreti Fatıma’yı da kaybetmişler. Fakat, Peygamber Efendimiz’le beraberlikleri çok kısa sürmesine ve o dönemde çok küçük olmalarına rağmen, o kadar güzel yetişmişler ki, daha çocukken bile kendilerinden büyük insanlara faydalı olabilecek hale gelmişler. Onlara ve onları öyle güzel terbiye edene canlarımız kurban olsun!

Peygamberimiz’in bu sevgili torunlarını tanıdıkça daha da çok sevdim ve onları sevmenin ne kadar kârlı bir iş olduğunu öğrendim. Çünkü, Allah Rasûlü’nün onlarla alakalı sözlerini de okudum. Bu sözlerin ikisini de sizinle paylaşarak bu haftaki beraberliğimize son vermek istiyorum:

“Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, Sen de onları sevenleri sev.”

“Hasan ve Hüseyin Cennet gençlerinin ulularıdır. Onları seven beni sevmiş demektir. Onlardan nefret eden de benden nefret etmiş olur.”

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Melekler Savunsun Sizi

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar!
Güzel başlayan ama pişmanlıkla devam eden iki haftadan sonra yine sizinle beraberim. Yapılan hataları söylemek doğru değildir; fakat, aynı yanlışlara sizin de düşmemeniz için bu hafta bazı hatalarımı anlatmaya karar verdim.

Bizim kaldığımız evin arkasındaki binaya misafirler geldi. İçlerinde benimle yaşıt iki arkadaş da vardı. Onlarla tanıştık ve beraberce oyunlar oynadık. Kanada’da doğup büyüyen Burak, oturdukları yerde çok fazla Müslüman olmamasına rağmen namazı konusunda hassas ve iyi huylu bir arkadaştı. Hakan da buraya Türkiye’den ailesiyle birlikte on günlüğüne tatile gelmiş olan, çevresindekilere şaka yapmayı ve onları kızdırmayı biraz seven bir arkadaştı.

Yeni arkadaşlarımla futbol oynadık, koşu yarışmaları yaptık. Her şey çok güzeldi, ama bazen aramızda anlaşmazlıklar çıkıyordu. Özellikle Hakan mızıkçılık yapıyor, yenileceğini anladığı zaman oyunu bırakıp gidiyordu. Burak’sa yaptığımız esprileri tam anlayamıyor ve yanlış kelimelerden oluşan çok komik cümleler kuruyordu. Bu yüzden de onun yarım Türkçesi bizim için eğlence konusu olmuştu. Ben de sık sık konuşmasına müdahale edip hatalarını düzeltiyordum. Ama onu üzdüğümün ve kırdığımın hiç farkına varmamıştım!

Yine birbirimizle şakalaştığımız bir aralık, yanlışlıkla attığım top Hakan’ın karnına çarptı. Arkadaşımın canı çok yanmış ama ben onun numara yaptığını zannettiğim için ondan özür dilemedim. Hakan da bana kızarak benim çok bencil olduğumu, oyunda hile yaptığımı, onu kıskandığımı ve bilerek onun canını acıtmaya çalıştığımı söyledi. Aslında bu söylediklerini o yapıyordu bana göre. Ve beni nasıl da kendisi gibi zannediyordu. O kadar kızdım ki ben de başladım onun birkaç gündür yaptıklarını sıralayıp kendimi savunmaya. Onun itiraz edeceğini bildiğimden dolayı da Burak’ı şahit göstermek ihtiyacı duydum. “Öyle değil mi?” diye Burak’a birkaç defa sorup destek arayınca, o yarım Türkçesiyle sadece “Ben bilmem!” diyebildi.

Çok sinirli olduğum için o an ne dediğimin farkına varamadım ve sinirimi Burak’tan çıkarmaya kalkışarak; “Sana soru soranda kabahat!” dedim. Yüz ifadesi birden kötüleşen Burak “Namaz geldi, ben gidiyorum!” deyip yanımızdan ayrıldı. Burak’ın yüzünde o üzgün ifadeyi görünce onu kırdığımı farkettim. Hakan’a kızmış hatta o öfkeyle dilime hakim olamayıp Burak’ın da kalbini kırmıştım. Ama o cevap bile vermemişti. Sadece namaz vaktini söyleyip yanımızdan uzaklaşmıştı. O an, biraz sonra Allah’ın huzuruna durup namaz kılacağımı hatırladım. Her namaz öncesi ve sonrası günümü değerlendirmeye çalışır, Allah’ın huzuruna giysimi, bedenimi, kalbimi ve fikrimi temizlemiş olarak gitmeye gayret ederdim. Ama bu sefer çok farklıydı. Yıkanmayla çıkmayacak bir kire bulaşmıştım. Hem Burak’ı kırmış hem de kötülüğe kötülükle karşılık vermiştim.

Arkadaşlarımla aramızda geçenlerden kimseye bahsetmedim. Gözüm hep Burak’ı aradı, “Bana küstü mü, özür dilesem kırgınlığı geçer mi?” diye düşündüm durdum. Gece yatağıma yatıp gözlerimi kapattığımda hep Burak’ı ve Hakan’ı görüyordum. Kendi içimde bir savaş yaşıyordum, bir yanım hatalı olduğumu ve onlardan özür dilemem gerektiğini söylerken diğer bir yanım da haklı olduğumu ve önce onların gelip benden özür dilemelerinin lazım geldiğini fısıldıyordu. Uzayıp giden bu iç tartışma esnasında uyuyakalmışım. Gördüğüm bir kabusla yerimden fırladım ve bir daha da uyuyamadım. Işığı açıp aldım elime bir kitap ve okumaya başladım. Gözüme ilk ilişen yer sanki yüzüme bir tokat gibi inivermişti. Kitapta aynen şöyle yazıyordu:

Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbının arasında otururken, bir adam Hazreti Ebu Bekir’e hakaret içeren sözler sarfetti. Ancak Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) adamın kötü sözlerine cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret etti. O yine sessizce durdu. Adam üçüncü sefer de eziyet edince Hazreti Ebu Bekir adama hak ettiği cevabı vererek kendisini müdafaa etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hemen kalkıp Hazreti Ebu Bekir’in yanından uzaklaştı. Allah Rasulü’nün bu âni kalkışı karşısında endişelenen Hazreti Ebu Bekir:

“Ey Allah’ın Rasûlü, yoksa sizi üzecek bir şey mi yaptım?” diye sordu.

“Hayır” dedi Allah Rasulü, “O kişi sana hakaret ederken semadan bir melek inmiş, seni müdafaa ediyor, adamın söylediklerini yalanlıyordu. Fakat, sen kendini müdafaaya başlayınca melek gitti, şeytan gelip yanına oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada durmam.” buyurdu.

Devamını okumaya fırsat bulamadan, kapı açıldı ve annem içeri girdi. Neden uyumadığımı sordu. Normalde her şeyimi annemle paylaşırdım ama bu sefer bir türlü olanları anneme anlatmak gelmemişti içimden. O hadisi okuyup sadece Burak’a karşı değil, Allah’a karşı da hata işlediğimi öğrenince tek başıma altından kalkamayacağım bu durumla ilgili annemden yardım istemeye karar verdim ve olup bitenle beraber okuduğum o hadisi anneme anlattım. Meğerse annem arkadaşlarımla tartıştığımı tahmin etmiş, Burak’ın annesi de onun gizli gizli ağladığını söyleyince aramızda kötü bir şey geçtiğinden emin olmuş.

“Bildiğini neden söylemedin anne?”

“Ben her şeyi senin anlatmanı bekledim, benden hiçbir şey gizlemeyeceğini ve asla yalan söylemeyeceğini de bildiğim için sen konuya girmeden bir şey sormak istemedim.”

“Burak’ın kalbini kırdım, Hakan’a karşı da hatalı davrandığımı bu hadisten öğrendim, nasıl birdenbire bu kadar çok yanlış yaptım anne? Bunları nasıl telafi edeceğim şimdi?”

“Oğlum, öfke gelince akıl gider ve insan da Şeytanın tuzaklarına düşmeye hazır bir hale gelir. Hakan’ın canı acımış, sen de özür dilemeyince sinirlenmiş, onun kızgınlıkla söylediklerine sen de öfkelenince bu sefer her şey kontrolden çıkmış. Karşındaki insan hangi suçlamayla gelirse gelsin, sen münakaşaya girmezsen, ikinizin de kötü sözler söylemenize ve böylece günah işlemenize engel olursun.”

“Ama haklı olduğum zaman da kendimi savunmayacak mıyım anne? Bu sefer de herkes bana haksız ve korkak gözüyle bakmaz mı?”

“Senin için insanların sana nasıl baktığı mı daha önemli, yoksa Allah’ın sevgisini ve Cennet’i kazanmak mı?”

“Tabii ki Allah’ın sevgisiyle Cennet’i kazanmak daha önemli, zaten bunun için yapmıyor muyuz bütün ibadetlerimizi?”

“Öyleyse şu hadisi iyi dinle, ‘Kim haksız olduğu bir münakaşayı terkederse kendisine Cennet’in kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münâkaşayı terkedene de Cennetin ortasında bir ev kurulur.’ Yani şartlar ne olursa olsun münakaşadan uzak durmak gerekli. Sen arkadaşlarınla programdayken Ayyüzlü, Allah’ın rızasına ulaşmak isteyenlerin özelliklerini saydı; ‘Allah’ın rızasına, sevgisine ulaşmayı hedefleyen bahadırlar, sadece kendi nefislerinin eksik ve kusurlarıyla uğraşıp başkalarını hoşgörmeli; kardeşinin öfkesine, nazına ve dil sürçmesine katlanmalı; kendi nefsine karşı savcı, başkasına karşı ise avukat gibi olmalıdır.’ dedi. Müslümanların arasındaki her kavganın ellerindeki nimetlerin birer birer alınmasına sebeb olduğunu da söyledi. Şimdi sen söyle, kavgadan, tartışmadan uzak kalmak daha kârlı değil mi? Hem böylece arkadaşlarına da iyi örnek olursun.”

“İyi ama, aramızda geçenlerden sonra artık eskisi gibi olamayız Hakan’la.”

“Ne demek? Eskisinden bile güzel olabilir aranız, ama önce neden sevmen gerektiğini bilmelisin. Ayyüzlü yine aynı konuşmasında şöyle dedi; “Bir mü’minin din kardeşini sevmesi kalble değil, iradesiyle olur. Birçok kötü özelliği olsa bile o kardeşinde imanın bir parçacık ışığı varsa, o ışık, bütün karanlıkları aydınlatmaya, kötülükleri unutmaya yetecek kıymettedir.” Sadece ondaki imanı görmeye çalış. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki; “Her ikinizin Yaradanınız bir, Sahibiniz bir, ibadet ettiğiniz Zât bir, hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, sonra devletiniz bir, memleketiniz bir bir bir… Bu kadar ortak nokta muhabbeti, sevgiyi gerektirdiği halde, birbirinden uzak durmanın, birbirini sevmemenin Allah’a karşı ne kadar büyük bir hürmetsizlik ve arkadaşına karşı da ne kadar büyük bir zulüm olduğunu kalbin ölmemişse, aklın da sönmemişse anlarsın.” Söyle bakalım küçük bey, hâlâ aynı düşüncede misiniz?”

“Hayır, ne mümkün anne artık öyle düşünmem? Peki Burak için ne diyeceksin?”

“Bir Müslüman asla başkalarının farklılık ve kusurlarıyla alay etmez, bunu bir eğlence unsuru olarak görmez oğlum. Zira mü’min, bu dünyada yaptığı her şeyin hem de en ufak ayrıntısına kadar hesabının sorulacağına, iyiliklerin mükafatlandırılacağına, kötülüklerin de cezalandırılacağına inanır; Allah’ın ve Rasul-ü Ekrem Efendimiz’in sevgisini kaybetmekten korkar. Alay etmede gizli bir kibir vardır. İnsanın kendini büyük, başkalarını da kendinden küçük, hakir, hor görmesi vardır. Halbuki, kibir olan kalbden iman çıkarmış, Allah Rasulü buyuruyor. İnsan yaratılış itibariyle, bütün varlıklar içinde en şerefli olandır. İnsanlarla alay etmek hem kul hakkına girmektir hem de insanı yaratan Allah’a karşı da bir saygısızlıktır.”

“Ama ben onun üzüldüğünü düşünmemiştim ki anne!”

“Bir mü’min, kardeşinin söylemesine gerek kalmadan onun neye üzülüp neye sevineceğini bilmeli. Bunun için de kendimizi onun yerine koymak işimizi kolaylaştırır. Gel sen de kendini arkadaşının yerine koy. Hangi sebeple olursa olsun, insanların bizimle alay etmesini istemeyiz, öyle değil mi? Nitekim Allah Teâlâ da bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor; “Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Umulur ki alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.” Bizim hoşumuza gitmeyecek bir hareketi düşmanımıza bile yapmamız Müslüman ahlâkına yakışmaz.”

“Bir sürü kitap okuyorum ama hiçbirinden ders almamışım. Arkadaşlarımdan tek tek özür, Allah’tan da af dilesem, bu hatalarımı telafi etmiş olur muyum anne?” diyerek ağlamaya başladım. Annem de;

“Gel oğlum, bak sabah namazı vakti henüz girmedi. Biliyorsun gece yapılan dualar kabul edilen dualardandır, hadi abdest alıp iki rekat teheccüd namazı kılalım. Sonra da, hatalarını bir daha tekrarlamamak ve kırdığın arkadaşlarının gönüllerini alabilmek için Allah’a dua et. Sabah kahvaltıdan sonra da arkadaşlarına birer mektup yazar, onları ne kadar sevdiğini, hatanı farkettiğini ve bir daha onları üzmemeye çalışacağını anlatırsın. Belki birer hediye de verebilirsin onlara.”

Annemin dediklerini yapıp en sevdiğim iki oyuncağımı arkadaşlarıma hediye ettim. Hem arkadaşlarımın gönlünü aldım, hem de yeniden huzur buldum. Bundan sonra kararlıyım; kim bana ne şekilde davranırsa davransın, ben onlara hep iyi davranmaya gayret gösterecek, beni savunma işini hep meleklere bırakacağım. Kavga etmemek, sesimi onlara yükseltmemek için gerekirse o ortamı terkedeceğim, aynı Burak’ın bana yaptığı gibi. Karşımdaki insanın yerine kendimi koymaya çalışacak ve sonradan pişman olacağım bir davranışı yapmayacağım, inşaAllah. Peygamber Efendimiz, kendisine o kadar kötü davrananlara bile hiç kötülükle mukabele etmemiş. O öyle davrandıktan sonra kime ve hangi harekete kötülükle karşılık verilebilir ki? Ben bu olaydan dersimi aldım. İnşallah siz de istifade eder ve benim düştüğüm bu hatalara düşmezsiniz.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Ayakkabım Yoktu, Ayaksızı Gördüm!..

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba arkadaşlar!

Sizin dualarınızın da bereketiyle olsa gerek, bir önceki beraberliğimizde söz verdiğim gibi programlı ve dolu dolu bir yaz döneminin iki haftasını geride bıraktım. Özellikle, henüz Türkiye’ye gitmemiş birkaç arkadaşla aynı evi paylaştığım şu son on günde, bol bol kitap okudum, Kuran’ı daha güzel telaffuz edebilmek için ders aldım, yaşıma uygun ilmihal bilgileri edindim ve çok değişik konularda sohbetler dinledim. Tabii ki biraz eğlenerek ama eğlenirken bile öğrenerek zihni yorgunluğumu atmayı da ihmal etmedim; atasözü yarışmasında, el sanatları çalışmamız sırasında ve ilahi provaları yaptığımız anlarda hoşça vakit geçirdim. Biliyor musunuz, voleybol ve futbol oynadığımız esnada bile takım ruhu, birlikte iş yapma şuuru, yardımlaşma, kızmama ve darılmama bilinci hesabına çok şey öğrendim. Bu arada, sizi de hiç unutmadım; okuyup dinlediğim konuları “Bunu da paylaşmalıyım” deyip defterime not aldım. Onların hepsini olmasa da bir kısmını size de anlatmak istiyorum.

Açlıktan Ölenler de Var

“İnsanlar çeşit çeşittir” der annem, gerçekten de öyle. Herkesin ayrı bir huyu olabiliyor; bazen birinin sevdiğinden diğeri hoşlanmıyor. Bunun en güzel örneğini yemek için sofraya oturduğumuzda görüyordum. On arkadaşın herbirinden ayrı bir ses çıkıyordu; kimisi et yemiyor, kimisi sebze sevmiyor, kimisi acı olmasa da biberi görmeye bile dayanamıyordu. Hani sevmediği bir yemeğe elini uzatmayan ama ses de çıkarmayanları anlayabiliyordum; fakat, Allah’ın bir nimetine karşı burun kıvıranları ve dudak bükenleri bir türlü kabullenemiyor, nimete saygısızlığın onu verene de saygısızlık olacağını düşünüyordum. Aslında, öyle tavırlar görünce dayanamam ama program sorumlumuza olan güvenim beni sakinleştiriyordu. “Onun bir bildiği vardır” diyordum içimden; nitekim yanılmıyordum, o, problem çıktığı anlarda çok sakin ve güleryüzlü bir hal sergiliyor, hiç kızmıyor ama namaz sonrası yaptığımız derslerde yumuşak bir üslupla düzeltilmesi gereken davranışlarımızın doğrularını anlatıyordu.

Aslında, ben de önceden bazı yemekleri yemiyordum. Fakat, televizyonda Açe gibi yerlerdeki ve Afrika’daki bir sürü çocuğun ne kadar aç ve susuz kaldıklarını, çöplerin içindeki yiyecekleri seçip yemeye bile can attıklarını görünce, annem de beni uyarmış ve bize lutfedilen nimetlerin kıymetini vaktinde bilemezsek Allah’ın o nimetlerin hepsini elimizden alarak bizi de imtihan edebileceğini söylemişti. O zamandan beri önüme ne konursa konsun yemeye çalışıyor ve sonunda da “Allahım, bu nimetlere saygılı davranıp hepsini yedim. Ne olur önceden yemediğim ve kötü söz söylediğim için beni cezalandırma!” diyorum.

Ayrıca, Allah’ın yarattığı nimetlerin hiçbiri boşu boşuna değildir. Annem der ki, “Allah her nimette insanlar için şifa ve faydalar saklamıştır. Eğer sağlıklı, zeki, zinde, hastalıklara karşı dayanıklı ve güçlü bir çocuk olmak istiyorsan her yiyecekten az da olsa yemelisin.” O arkadaşlarımla da bunları konuştuk; elhamdulillah, onlardan bir tanesi eskiden yemediği bir sebzeyi yemeye başladı. Diğerleri de, önlerine konan yemeği görünce kaş göz hareketi yapmayı ve şikayet etmeyi yavaş yavaş terkettiler.

Seni Mahrum Etmedi ya!

Programda tanıştığım bir arkadaş ve ailesi, vizeleri sebebiyle üç yıldır Türkiye’ye gidemiyorlarmış. O arkadaşım, her fırsatta Türkiye’ye olan sevgisini dile getiriyor, sürekli gurbetten ve yabancı bir ülkede bulunmaktan şikayet ediyordu. Öyle ki, bazen dalıp gidiyor, oynadığı oyundan bile zevk alamıyordu. Onun bu halini görünce ben de çok üzüldüm; kendisine verilen güzellikleri farkedebilmesi ve onlara şükredip mutlu olabilmesi için bazı şeyler anlatmaya çalıştım. Program sorumlumuz da onun halini farketmiş herhalde ki bir ikindi dersinde bu konu üzerinde durdu.

Önce vücudumuzdaki organlarımızın nasıl büyük birer nimet olduğunu anlattı. Örneğin, gözümüzün konulduğu yerin, zarar görmemesi için alınmış olan tedbirlerin, bir de ondaki görme kabiliyetinin ne kadar harika bir şekilde tasarlandığından bahsetti. Bunun dışında bize verilen nimetleri saymakla bitiremeyeceğimizden ve ne yaparsak yapalım yine de bu nimetlerin şükrünü tam olarak eda edemeyeceğimizden söz açtı.

O arkadaş, kullar arasında ayrım yapıldığını, bazılarına daha güzel şeyler verildiğini, bunun ise haksızlık olduğunu, o yüzden de haksızlığa uğrayan kimsenin teşekkür etmesine gerek olmadığını söyledi.  (Bu cümleleri yazarken bile adeta titriyorum; onlar ne kadar çirkin düşüncelerdi; Yüce Yaratıcı, o türlü eksik ve kusurlardan uzaktır. Bir hakikati anlatmak için olsa da bu cümlelere yer verdiğim için beni de o arkadaşımı da affetsin.) Bu düşüncelere sahip olan arkadaşıma o denli kızmıştım ki, ona faydalı olabileceğimi düşünmesem bir daha onun yanına bile gitmeyebilirdim. “Allah hakkında böyle bir şeyi nasıl söyler?” diye düşünmeden edemiyordum. Hoşgörüsüne, merhametine, bize karşı sevgisine ve yumuşak tavırlarına hayran olduğum rehberimiz her zamanki sakin haliyle ona cevap verdi:

“Birisi sana, ‘Neden hep defterinin sol sayfalarına resim yapıyor, sağdakilere yazı yazıyorsun; diğerine de resim yapsan olmaz mı?’ dese, ne cevap verirsin?” Aceleci bir yapısı olan arkadaş hemen;

“Defter benim değil mi, ister yazı yazarım, ister resim çizerim, istersem de sayfa sayfa yırtar uçak yaparım.” diyerek soruya cevap verdi.

“Peki hiç düşündün mü, sen kiminsin? Senin neyin var, ötelerden ne getirdin? Allah’a ne verdin ki O’ndan bazı şeyleri bolca vermesini istiyorsun? Allahu Teâlâ sana dese ki, “Benim olanları Bana ver, senin olanlarla çık ortaya da kimliğini göster ve elinde ne kaldığını söyle!” Acaba, bu teklife ne cevap verirsin? O’nun olanları verince sana ne kalır? Sen bile O’nun değil misin? Evet, bu kainatta gördüğümüz ve hatta göremediğimiz her şey Allah’a aittir, bizim olduğunu zannettiğimiz şeyler bile. Bu sebeple de Allah, sahip olduklarına istediğini yapar, kimse de O’na ‘Niye öyle yapıyorsun?’ diye hesap soramaz. Biz, Allah’ın bize emaneten verdiği bir defteri bile istediğimiz gibi kullanabileceğimizi söylerken her şeyin sahibi olan Allah’ın tasarruflarına nasıl haksızlık diyebiliriz ki? Hem biz Allah’ın bize lutfederek verdiği ağzımız, gözümüz, kulağımız, ayaklarımız, ailemiz, her saniye alıp verdiğimiz nefeslerimiz ve bunlar gibi milyonlarca şey karşılığında Allah’a ne verdik ki bir de hak iddia edelim.”

Bu konuşmalar esnasında ben de söz istedim ve dedim ki;

“Bir gün Ayyüzlü misafirlerine hediye dağıtmıştı. Ben bir kenarda sessiz sessiz duruyordum ki benim elime de bir kutu uzattı. Belki orada bulunanlardan bazılarına verdiği kutular büyüktü; onların hediyeleri bir tane değil birkaç taneydi. Fakat, hediyeler arasındaki fark beni hiç meşgul etmemişti. Hep şunlar geçmişti zihnimden: “O hak dostu beni de insan yerine koydu ya; bana da iltifatta bulunup şefkat nazarıyla baktı ya. Oysa, o yaramaz halimle ben imzalı bir saati hiç hak etmiyordum; hak etmediğim halde öyle bir hediye aldıktan sonra daha nasıl olurdu da fazlasını almadığım için üzülüp şikayet edebilirdim?”

Yalnız Değilsiniz

Rehberimiz beni tasdik ettikten sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Her işte hikmeti vardır, abes iş işlemez Allah. Bazen zenginlik, bazen sağlıklı bir vücut, bazen gençlik beraberinde pek çok imtihanı da getirir. Sen Türkiye’ye gitmek istiyorsun ve gidemediğin için üzülüyorsun. Peki ya gittiğin halde hayal ettiğin kadar güzel vakit geçiremeyeceksen veya Allah muhafaza başınıza bir sıkıntı gelecekse? Her şeyi en iyi bilen ve en güzel yapan Allah, hem daha çok dua edip O’na biraz daha yaklaşasınız hem de burada olacak bazı güzel şeyleri kaçırmayasınız diye sizi burada tutuyor olamaz mı?! Hem bu konuda siz yalnız da değilsiniz. Dünyanın dört bucağında anne baba hasretine ve gurbetin zorluklarına katlanarak senelerce sabreden ve Türkiye’ye ancak yıllar sonra bir süreliğine dönebilen binlerce eğitim gönüllüsü var. Hatırlasana Ahmet öğretmeni, Hatice Abla’yı. Onlar da senelerdir gidemediler güzel vatanımıza. Son bir şey söyleyeyim sana; bugün dünyanın birçok yerindeki insanlar Ayyüzlü’yü bir kerecik olsun yakından görebilmek için buraya gelmeyi can u gönülden istiyorlar. Fakat, bu çoklarına nasip olmuyor. Oysa, sen daha dün gördün onu, namaz kıldın arkasında. Bu nimet, bütün olumsuzlukları unutturabilecek kadar büyük değil mi senin gözünde?”

Bu sözler üzerine hepimiz çok hislenmiş, ne kadar büyük nimetler içinde olduğumuzu düşünmeye durmuştuk ki aklıma gelen bir hususu söylemeden edemedim;:

“Ben bu konularla ilgili sorular sorduğumda ve “Niçin şöyle, neden böyle?” dediğimde, annem böyle soruların sadece öğrenme maksadıyla sorulabileceğini, yoksa nankörlüğe ve büyük günaha girilmiş olacağını söylemişti.”

Bu kadar ikazdan sonra, söylediklerine pişman olan arkadaşım ağlamaklı bir edayla sordu:

“Şimdi ben büyük bir günah mı işledim? Elimdeki güzellikler için teşekkür edeceğime, sahip olmadıklarım için Allah’a isyan ettim desenize. Af dilesem Allah beni affeder mi?”

“Sen gerçekten pişman olup Allah’tan af diler ve bir daha aynı hatayı yapmamaya kararlı olursan, o çok merhametli olan Allah affetmez mi? Size denizlerin köpüğü kadar günahlarınız olsa bile onları temizleyecek bir şey söyleyeyim mi?” dedi rehberimiz.

“Eveet.. söyle, n’olur!” diye hep bir ağızdan bağırdık.

“Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; “Kim kuşluk vaktinde iki rek’at namaza devam ederse, Allah, deniz köpüğü kadar çok da olsa onun günahlarını affeder.”

“Kuşluk ne demek?”

“Kuşluk, günün sabahla öğle arasındaki bölümüne denir. O vakitte kılınan namaza da kuşluk veya duha namazı adı verilir. Kim bu namazı her gün kılarsa hem Allah onun günahlarının hepsini affeder hem de o kişi organlarının ve vücudundaki eklemlerinin şükrünü eda etmiş olur, bunu da Allah Rasulü söylüyor.” O arkadaş sanki bir define bulmuş gibi sevinerek;

“Hadi öyleyse hemen duha namazı kılalım.” dedi. Rehberimiz tebessüm ederek;

“Şimdi ikindi vakti, duha namazı sabah namazıyla öğlen namazı arasında kılınır. İnşallah yarın sabah başlarız duha namazı kılmaya. İsterseniz konuştuğumuz konuyla ilgili bir hikaye okuyarak bitirelim sohbetimizi, sonra da akşam namazına hazırlanalım.” dedi ve hikayeyi anlatmaya başladı:

Delik Ayakkabılar

“Ahmet adında bir çocuk varmış. Ailesi çok fakirmiş; Ahmet’in ayakkabıları delik deşik olmasına rağmen yenilerini alamamışlar. Artık kış soğuğu da bastırmaya başlamış. İlkokula giden Ahmet çok üşüyormuş; çünkü önlüğünün üstünde sadece ince bir hırka varmış, bir de ayakkabısı su aldığından ayakları sırılsıklam oluyormuş. Ahmet, ilk defa o sene pek üzülmüş yoksul olmalarına. “Kalın bir palto ile sağlam bir ayakkabı alacak paramız olsaydı ne olurdu sanki!” diye söylenirmiş kendi kendine.

Birgün okuldan dönerken çok susamış ve şadırvandan su içmek için cami avlusuna girmiş. Ayaklarını dinlendirmek için ayakkabısını çıkardığında kirlenen çoraplarını görmüş ve fakirliğe kahredercesine ayakkabısını öfkeyle yere atmış. Tam o sırada yanında abdest alan bir adamın tek ayağını yıkayıp kalktığını görmüş. Zavallının öteki ayağı yokmuş. Ahmet onun halini görünce şükürsüzlüğüne çok üzülmüş, nankörlüğünden dolayı Allah’tan pek utanmış; ayakkabıyı bile unutmuş, açmış ellerini ve Allah’a şükretmiş. Gözyaşlarının o küçücük ellerine düştüğünü gören bir amca Ahmet’e niçin ağladığını sorunca, o şöyle cevap vermiş: “Ayakkabım yoktu üzülüyor ve halimden şikayet ediyordum; ayaksızı görünce ayakkabıyı unuttum ve bana ayak verene teşekkür borcum olduğunu fakettim.” 

Evet arkadaşlar,

Şükretmemiz gereken ne kadar çok nimet var değil mi? Geçen hafta demiştim ya; bu nimetlerden biri de yaz tatili. Onun şükrü çok okumak ve eksikleri kapamakla ödenebilir. Emin olun, ben bu konuda gayret ediyorum; Peygamber Efendimiz’in hayatıyla ilgili okuduğum kitapta epey ilerledim. Bugün “Felak” suresinin manasını da belki üç tane kitaptan araştırıp öğrendim. Artık onu da namazda okurken ne dediğimi bileceğim. Umarım, siz de tatili değerlendirmek için dini kitaplar okuyup, Allah’tan gelen mektubu anlamak için Kuran çalışıyorsunuzdur. Benim sözüm söz, yaz bitene kadar gücüm yettiğince kendimi geliştirmeye devam edeceğim.

Duha namazında bana da dua etmeyi unutmayın lütfen.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Dün Bir Çocuk Öldü!

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Daha önce de bahsettiğim gibi, her gün Ayyüzlü’ye değişik sorular soruluyor; Ayyüzlü de o soruları anında cevaplandırıyor ama bunu öyle bir ustalıkla yapıyor ki, her sohbetten sonra ona olan hayranlığım daha da artıyor ve “Soruyu daha önceden öğrenip çalışmış birisi olsaydı, ancak bu kadar akıcı, güzel ve kapsamlı bir cevap verebilirdi” diye içimden geçiyor. Hele bir de konuşması esnasında Peygamber Efendimiz’den ve Ashab-ı Kiram’dan o kadar sevgiyle ve coşkuyla bahsediyor ki, onu dinleyen herkes ilminin ve tevazuunun yanısıra ondaki kalb inceliğine ve peygamber sevgisine de hayran kalıyor. Kitaptan okuyup öğrenmiş gibi değil de bizzat o zamanda yaşamış, o insanların arasında bulunmuş ve meydana gelen olayları görmüş gibi anlatıyor.

Ben Ayyüzlü’nün bu kadar çok şeyi nasıl bildiğini, Peygamberimizi nasıl bu kadar çok sevebildiğini anneme sorduğumda, onun küçük yaştan itibaren vaktini boş geçirmeyip hep Peygamberler, Sahabe Efendilerimiz ve büyük zatlar hakkında kitaplar okuduğunu, Kur’an okumayı küçük yaşta öğrenip baştan sona Kuran’ı ezberlediğini ve hep sohbet meclislerine gidip Hak dostlarının yaşantısında dinin güzelliklerini gördüğünü anlattı. Onun Allah’a ve Allah dostlarına olan sevgisine, çok şeyler bilmesine o kadar özendim ki! Acaba ben de gerektiği gibi tanıyıp sevebilir miyim Peygamberimizi; dinimi anlatacak kadar bazı şeyler öğrenebilir miyim diye kendi kendime hayaller kurdum. Hikaye okumayı ne kadar çok sevdiğimi biliyorsunuz. Fakat hikaye okumak yetişmiş bir insan olmaya yetmiyor ki! Hep bazı şeyleri yapmayı istiyorum ama bir türlü harekete geçemiyorum. Acaba kendimi nasıl yetiştirebilirim?

Yaz Tatili

Bu düşünceler içerisinde olduğum bir gün Ayyüzlü’ye eskiden yaz tatillerinde yapılan programları sordular. Kendisi de o günlere olan hasretini hissettirerek, anılarından, zamanın da bir emanet olduğundan ve eğer değerlendirilmezse her şeyin boşu boşuna elimizden çıkıp gidebileceğinden bahsetti. O sözlerinin ardından da zamanın ve verilen nimetlerin değerlendirilmesi adına okumanın önemi üzerinde durdu. “Kitap okumama, düşünmeme ve öğrenmeye karşı meraklı olmama bu neslin en büyük eksikliklerindendir. Bu eksikliği gidermek için insanlarda öğrenmeye karşı merak uyarmalı; onlara, bir plan dahilinde sürekli okuma, her gün yeni şeyler öğrenmek için çalışma ve hemen her mekanda az da olsa okumaya zaman ayırma duygusu aşılanmalı. Değişik vesile ve metotlar geliştirilerek okuma sevimli hale getirilmeli ve onların, İslâm’ı anlama-anlatma aşk ve şevkleri geliştirilmeli.” dedi.

Sözlerinin devamında Ayyüzlü, İslam’dan uzak kimselerin, o haksız davalarına sımsıkı tutunduklarını ve okuyup araştırarak en ufak ayrıntısına kadar kendi davaları hakkında bilgi edinmeye çalıştıklarını; ama ne yazık ki, Müslüman olmasına rağmen Kuran’ı doğru dürüst okuyamayan, Peygamberimizin ve Sahabe Efendilerimiz’in hayatı hakkında hiç bilgisi olmayan ve dinin temel felsefesinden dahi habersiz yaşayan insanların sayısının çokluğunu dile getirdi.

İnsanların bir seçim veya bir spor müsabakası hakkında bildikleri kadar bile ilgilenip araştırmadıkları ve anlatma derdini çekmedikleri dinleriyle alakalarının da o kadar olduğunu söyledi. Okullarda okuma-yazma öğretildiğini ama genelde öğrencilere kitap okuma sevgisi ve şuuru verilemediğini, gençlerin baştan çıkartıcı roman ve hikayelerle yetindiklerini büyük bir üzüntüyle anlattı. Bir mü’minin ancak başkasını kurtarmak suretiyle kurtulacağına inanmasının, buna uygun şekilde kendisini yetiştirmesinin ve öğrendiklerini de başkalarına anlatma gayreti içerisinde bulunmasının önemini anlattıktan sonra bunu yapmayanların da kendi kendilerine “yazıklar olsun” demeleri gerektiğini söyledi.

Konuşmasının devamında yaz tatilleri için gezi, eğlence planlarımızdan önce, kendimizi geliştirmek ve ilmi eksikliklerimizi tamamlamak için bir program yapmamız gerektiğine ve bunu yaparken de tek başımıza kalıp nefsimize yenik düşmememiz için bu hususta gayretli arkadaşlarımızla beraber hareket etmemizin lüzumuna vurgu yaptı. Özellikle Kuranı güzel okumak için noksanlarımızı tamamlamamızı, bir ilmihal bitirip ibadetlerimizde neyi nasıl yapacağımızı tam öğrenmemizi, Peygamberimizin ve Sahabe Efendilerimizin hayatlarıyla ilgili kitaplar okuyup dinin bugüne kadar kolay gelmediğini görmemizi ve Kur’an’ı günümüzün ilmine göre tefsir eden kitaplardan bazılarını mütalaa edip imanımızı kuvvetlendirmemizi; hasılı hayata dair ansiklopedik bilgi edinebilmemiz için bu tatili çok iyi değerlendirmemizi tavsiye etti.

Yazıklar Olsun

Ayyüzlü’nün konuşmasından sonra beni yine bir düşünce aldı, tıpkı çevremdeki büyük büyük amcaların derin düşüncelere dalıp gittiği gibi. İçimde kopan bütün fırtınalarda ve halledemediğim her meselede bir liman gibi kendilerine sığındığım annemi ve babamı aradı gözlerim. Babam bazı amcalarla konuşuyordu; yanına gidip konuşmasını bölmemin uygun olmayacağını düşünerek bayanların olduğu yere çıkıp kapıyı hafif aralayarak içeriye göz attım. Annem de müsait değildi. Üst kattaki merdivenin bir basamağına oturdum. Kendimi çok kötü hissediyordum, kendi kendime defalarca “Yazıklar olsun!” dedim ve sonunda dayanamayarak ağlamaya başladım. Halimi gören abilerden birisi yanıma gelip “Ne oldu Talip?” diye sordu. Sıkıntımı paylaşıp abiyi de meşgul etmekten korktuğum için bir an duygularımı anlatıp anlatmamakta tereddüt ettim. Sonunda konuşmaya karar verdim.

“Abi, Ayyüzlü’nün dediklerini düşünüyordum. Ben dediği şartlara uyan bir müslüman değilim. Ne Kuranı güzel okuyabiliyorum ne başkasına anlatacak kadar dinimi biliyorum ne de hikayeden başka kitap okuyorum. Benim şimdi kendime yazıklar olsun demem gerekmez mi?”
“Bak Talip, Ayyüzlü zamanını, sağlığını, gençliğini değerlendirmeden vaktini boş geçiren bizim gibi büyüklere dedi onları. Sen daha küçüksün.”
“Ama abi, az önce Hocamız ne anlattı?”
“Ne anlattı Talip?”
“Hazreti Ömer bir sabah camiye gidiyormuş. Bir çocuğun koşarak yanından geçtiğini görmüş. Onun ardından seslenerek nereye gittiğini sormuş. O namaza yetişmek için acele ettiğini söyleyince Hazreti Ömer ‘Ama senin yaşın daha çok küçük’ demiş. Çocuk hızlı adımlarla uzaklaşırken Hazreti Ömer’i ağlatan şu cevabı vermiş; ‘Amcacığım, dün benim yaşımdaki bir arkadaşım vefat etti. Ben ne zaman öleceğim, bilmiyorum ki!”
“Aferin Talip, hep böyle düşünmeli ve küçüklüğünü zamanı boş geçirmeye bahane etmemelisin. Eğer akıllı davranır, zamanını iyi değerlendirir, insanlara sürekli bazı şeyleri anlatma sancısıyla araştırır ve kitap okursan sen kendine yazık etmeyip “elhamdülillah” diyenlerden olursun.”
“Nasıl değerlendireceğim ki abi? Türkiye’de dinimi öğrenebileceğim yaz kursları vardı, arkadaşlarımla beraber onlara katılabilirdim. Fakat burada ne kurs var, ne de arkadaşlarım. Ayyüzlü de olmasa hiçbir şey öğrenemeden geçecek zamanım!”
“Sen kitap okumak ve dinimizi öğrenmek istedikten sonra biz ne güne duruyoruz? Buradaki herkes sana yardım eder, istediğin kitapları da verirler. Yeter ki sen üzülme; hadi gel beraber benim odama gidelim.”
Daha önce de bu kata çıkmıştım ama arka taraftaki odalara gitmeye cesaret edememiştim. Abiyle yanyana yürüyerek uzun koridorun sonundaki odalardan birine girdik. Çok düzenli, mis gibi kokan ve kitap dolu bir odaydı. Minik pencereden baktığımda yemyeşil ağaçları ve masmavi gökyüzünü görebiliyordum. Oda minicikti ama içimi ferahlatan bir düzeni vardı. Abi hemen küçük bir dolaptan çikolatayla meyve suyu çıkarıp bana ikram ederken burada da yaz tatili programları olduğunu, ama o program başlayana kadar istersem bana Kuranı güzel okumayı öğretebileceğini söyledi.
Ne kadar sevindim bilemezsiniz. “Hızır gibi yetişti” derler ya, o abi de aynen öyle derdime derman oldu. Böyle gönüllü bir öğretmeni bulmuşken aklıma takılan bazı soruların cevabını da öğrenmek istedim.

Kıymeti Bilinesi Beş Şey

“Müsaadeniz olursa bir şey sormak istiyorum; zamanın ve gençliğin kıymetini bilmekten bahsettiniz ya, ne demek istediniz?”

“Aslında bunu ben değil Peygamber Efendimiz söylüyor. Bir hadislerinde buyuruyorlar ki; “Beş şeyden evvel beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlamadan ve düşkün duruma düşmeden önce gençliğinin, hasta olmadan evvel sıhhatinin, fakir düşmeden evvel zenginliğinin, işin gücün artmadan evvel boş vakitlerinin ve ölüm gelmeden önce de hayatının kıymetini bil!” Bu hadise göre insana Allah’ın verdiği en büyük nimetlerden birisidir gençlik. Zira, gencin gücü, kuvveti, heyecanı ve hevesi çoktur. O, gönül verdiği şeyler uğrunda canını verecek kadar fedakârdır; çoluk çocuğa, mala mülke henüz bağlanmadığı için bu dünyanın kölesi olmamıştır. İnsan gençken ibadetini de rahat yapar, Allah’ı anlatmak için kapı kapı, köy köy, ülke ülke dolaşabilir ve yorulmaz, yorgunluk  hissetmez.”

“Dedem de yaşlanınca insanların herhangi bir şeyi öğrenirken zorlandığını, o yüzden ne öğreneceksem küçük yaşta öğrenmemi söylerdi.”

“Çok doğru, gençken insanın zihni tazedir, her konuyu kolay anlar, ilim tahsil etmesi de kolaydır. Ama ne yazık ki insanların çoğu bu gençlikteki hareketliliği ve kabiliyetleri Allah’ın adını duyurma yerine boş şeyler uğrunda, eğlencede harcıyorlar. Aslında Allah’a ibadet etmek, kainat kitabını okumak, ilim tahsil etmek ve insanlara faydalı olmak için verilen zamanı uyku, yemek ve eğlence için tüketiyorlar. Sonra da ecel kapılarına dayandığı zaman Büyük Buluşma’dakiler gibi biraz daha zaman istiyorlar. Hani hocamız bahsetti ya, arabada bir yere giderken geçen zaman, televizyon karşısında geçen zaman, gerekenden fazla uykuda geçen zaman, yaz tatilleri ve hafta sonları gibi değerlendirilmesi gereken zaman o kadar çok ki!

“Ayyüzlü ‘Bizim gençlerimiz kitap okumuyor’ dedi ya, başkaları çok mu kitap okuyor?”

“Bütün dünya olmasa da okumaya çok önem veren bazı ülkeler var. Okullarda özellikle Japonlar’ı örnek verirler, otobüste ayakta giderken bile kitap okurlarmış. Türkiye’de bir araştırma yapmışlar, gençlerin %60’tan fazlası en son ne zaman kitap okuduğunu bile hatırlamıyormuş. Halbuki, bizim kültürümüzde okuma, öğrenme ve öğretme çok önemlidir. Peygamberimiz’e Allah’tan gelen ilk emrin “Oku!” olduğu düşünülecek olursa dinimizin okumaya ne kadar çok önem verdiği anlaşılacaktır. Geçen gün sohbette de geçtiği gibi; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ya öğreten, ya öğrenen, ya dinleyen ya da ilmi seven ol. Fakat sakın beşincisi olma; (bunların dışında kalırsan) helâk olursun” buyurmuştur. Biliyor musun, Yavuz Sultan Selim günde sekiz saatini kitap okumaya ayırırmış ve uykusunu sırf bunun için üç saate indirmiş.”

“Abi, çok vaktinizi aldım ama son bir soru daha sorabilir miyim?”
“Tabii ki…”

Mektubunuz Var!

“Ayyüzlü, Kuran’ı güzel okuma üzerinde o kadar çok durdu ki, Cennet’e gidebilmek için Kuran sınavından geçmenin şart olduğunu zannettim. Kuran okumayı bilmek, o sınavı geçmek için yetmez mi?”

“Senelerce önce dinlediğim bir vaazda Hocaefendi; “Size, yabancı bir ülkenin devlet başkanından mektup gelse ne yaparsınız? Saygı ve sevincinizin ifadesi olarak, sadece süsleyip duvara mı asarsınız, yoksa sizi muhatap alan bir Sultan’ın size ne mesaj getirdiğini anlamak için güzelce okuyup anlamaya mı çalışırsınız?” dedikten sonra kendisi cevap vermişti; “Bize herhangi bir ülkenin devlet başkanından değil, Kâinatın Sultanı Cenâb-ı Allah’tan bir mektup geldi. Allah bizi muhatap kabul edip Kur’an-ı Kerim gibi muhteşem bir mesaj gönderdi. Bu mesajı da süslü kılıflarla duvarlara asmadan önce okumalı, okutmalı ve anlamaya çalışmalı değil miyiz? Herhangi bir Sultanın nâmesi kadar Allah’ın kelamının değeri yok mu bizim gönüllerimizde?” demiş ve bunu ağlayarak anlatmıştı. İşte Allah’ın gönderdiği mektubu okuyamayan ve anlamaya gayret göstermeyenin o mektuba verdiği değer o kadardır ve Allah da o kimseye o kadar değer verir. ”

Bu son cümleler beni tekrar derin derin düşüncelere itti. Bir ara, abinin müsait olduğu vakitleri öğrenip not aldım. Artık, Sultanımızdan gelen mektuba gereken kıymeti vermeye ve onu daha iyi anlamaya kararlıydım. Hatta, bugün Nas suresinin anlamını değişik kitaplardan araştırdım ve ondaki derin manaları okuyunca hayretler içinde kaldım. (“O yaşında mı yaptın bunları?” demeyin sakın. Bazı şeyleri anlayamasam da, etrafımda bu kadar güzel insan olunca her an sorup öğrenme imkanım var.) Ayrıca, o mektubu en güzel anlayan rehber olarak Peygamberimizin hayatını da öğrenmeliydim. Bunun için de, Ayyüzlü’nün bir kitabını aldım, onu da okumaya ve en çok hoşuma giden yerlerle alakalı notlar tutmaya başladım. İnşaallah, bu kitabı bitirince Sonsuz Nur olan Peygamberimize mektup yazacağım.

İnsan tek başına çok kıymetli şeyler yapsa da arkadaşlarla beraber ortaya konan işler kadar bereket bulamıyor. Aynı duygularla atan kalblerden üç-beşi biraraya gelince, Allah onların arasına bambaşka bir rahmet indiriyor. Şu çocukluğuma rağmen, bunun o kadar fazla örneğini gördüm ki! Mesela, kendi başıma okuyup öğrendiğim bilgiler çok kısa bir süre sonra silindi hafızamdan. Ama Recep’le beraber okuyup üzerinde konuştuğumuz, birbirimize açıklamalarda bulunduğumuz bazı konuları aradan aylar geçmesine rağmen harfi harfine hatırlıyorum. İşte bundan dolayı, Türkiye’ye tatile gidecek olan arkadaşlarımın birkaçıyla sözleştik; inşaallah, geri geldiklerinde en az bir ay beraberce program yapacağız. Programımızda, Peygamber Efendimiz’in sünnetinden sahabe efendilerimizin hayatına, güzel Kur’an okumadan fen bilgisine kadar bir çok derse yer vereceğiz. Ayrıca, futbol, güreş, koşu ve bilgi yarışmaları düzenleyip eğlenceyle eğitimi bir arada götüreceğiz.

Biliyor musunuz, bu kararları verdikten sonra biraz rahatladım. Çünkü, yarın ölsem bile, “Allahım, Seni bilmem gerektiği gibi bilemedim ve dinimi tam öğrenemedim; ama niyetim ve programım vardı, o yoldaydım” diyebileceğim. Eğer, bu niyetimi gerçekleştirebilirsem, hem tatili bomboş geçirmekten kurtulacak hem üç ay sonunda elinde sadece yorgunluklar kalan insanlardan olmayacak hem de ömür boyu işime yarayacak ve beni Cennete taşıyacak bir sermayeye kavuşacağım.

Ne olur dua edin de bu planımı uygulayabileyim…


Arkadaşınız Talip Rıza  🙂

 

 

Güneşle Saklambaç Oynayan Çiçekler

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba arkadaşlar!

Çikolatasız geçen bir haftadan sonra nihayet buralar eski haline döndü; ben de o yumuşacık ellerden günlük çikolatalarımı almaya yeniden başadım. Ayyüzlü hâlâ bir sürü ilaç içiyor ama geçen haftaya göre biraz daha sağlıklı görünüyor. Bu aralar, arkadaşlarıma ve öğretmenime özlemim iyice artmış olsa da, defterime kaydettiğim yeni notlarımı size aktaracak olmam hasretimi biraz hafifletiyor; çünkü, bunları yazarken herbirinizi ziyaret etmişim ve yanınızdaymışım gibi kendimi size yakın hissediyorum. Bu haftaki haberleri öğrenmek için sabırsızlandığınızı biliyorum ve sizi daha fazla meraklandırmadan hafta boyunca ilgimi çeken iki mevzuyu sizinle paylaşmak istiyorum.

Sarı Çiçekler

Artık, her sabah o gün neleri öğreneceğimin heyecanıyla dolu olarak uyanıyorum. Geçen gün yine aynı heyecanla etrafı seyrederken, misafir kaldığımız evin bahçesinde sapsarı çiçekler gördüm. Hepsi aynı yöne dönmüş, incecik dallarının üzerinde rüzgarla salınıyorlardı. O günün akşamında eve girerken bir de baktım ki, hepsi içine kapanmış, o canlılıklarından eser kalmamış. “Bir günlük ömürleri vardı herhalde!” diye düşündüm. Fakat birkaç gün sonra anladım ki, hava güneşli olunca açılıyor ve capcanlı renkleriyle “Talip, bak işte buradayız! :)” dercesine bana el sallıyor; hava bulutlu ya da karanlık olunca küsmüş veya canları sıkılmış gibi içlerine kapanıyor ve güzelliklerini paylaşmıyorlar.

Bu sarı çiçeklerle ilgili yaptığım keşif günlerinden birinde Ayyüzlü, açık sarı kıyafeti içinde, bazı mevzuları anlatıyordu. Bir insanın Allah’la irtibatından bahsederken, sözlerinin arasında sarı çiçeklerle ilgili öyle bir örnek verdi ki, o örnek çevreme nasıl bakmam ve olayları nasıl değerlendirmem gerektiğiyle alakalı bana da yol göstermiş oldu. Ayyüzlü, insanların Allah’a yönelmelerini, “güneşle saklambaç oynuyorlar” dediğim çiçeklerin haline benzetti. “İnsanlar, sarı çiçeklere benzerler. Allah’a yönelip dua, ibadet, tefekkür gibi vesilelerle O’nunla münasebete geçtiklerinde ve kalblerini Allah’a yönelttiklerinde; güneşten rengini alıp insanlara huzur veren çiçekler gibi, çevrelerini aydınlatır ve mutlu olurlar. Sarı çiçekler, güneşe bakmadıklarında, onu görmediklerinde, onunla bağlantıyı kestiklerinde nasıl kapanıp solarlarsa, duayı unutan, ibadetleri bırakan, her an Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olmayan insanlar da, mutsuzluk içinde kıvranır, çevrelerine zehir saçarlar.” dedi. O minicik çiçekler bile kendi halleriyle bize ders veriyorlarmış da biz farkında değilmişiz. Ayyüzlü’nün o sözlerini dinleyince hemen kendi durumumu gözden geçirdim; gerçekten de, ne zaman namazımı güzel bir şekilde kılsam, dua etsem, Kur’an okusam birden gönlüme bir ferahlık geliyor, içim içime sığmıyor, hiç kimse beni üzemiyor, hep başkalarına yardım etme arzusuyla doluyorum ve yapmak istediğim şeyler güzel sonuçlanıyor. Allah’ın özel koruması altındaymışım gibi çok rahat oluyorum. Öyle inanıyorum ki, Allah’a güvenip üzerimize düşen görevlerimizi eksiksiz yerine getirmeye çalışsak, bizim için bu dünyada huzursuzluk diye bir şey kalmayacak.

Bir de, bu sıralar Ayyüzlü dua konusunun üzerinde duruyor. İnsanların dua duygusunu kaybettiğinden, artık duanın gücüne çok güvenmediklerinden, o yüzden de duadan uzaklaştıklarından bahsediyor. Annemin bana öğrettiği bazı dualar vardı, her akşam önce onları okur, sonra yatardım. Bu aralar biraz duadan uzaklaştığımı farkettim Ayyüzlü konuşunca. Yoksa benim bu halimi gördüğünden, benim için mi söylüyordu bu sözleri? Çok utandım, inşallah anlamamıştır, diye dua ettim; fakat, bu sefer de Allah’tan utandım. Ayyüzlü’nün duadan uzaklaştığımı farketmesinden utanıyordum da nefes almamı, görmemi, düşünmemi ve yaşamamı sağlayan Allah’ın her anımı bildiğini, her halimi gördüğünü neden hep hatırda tutmuyor ve neden sürekli O’na el açmıyordum? İşte bu düşünceyle kıpkırmızı kesildim.

İçimde bu türlü bir hesaplaşma yaşarken Ayyüzlü dua etmemekten sanki bir hastalıkmış gibi bahsediyordu. Eli-ayağı sakat olanlar nasıl özel bir tedaviden geçirilip sağlıklarına kavuşuyorlarsa, dua duygusunu kaybedenlerin de özel bir tedaviye tabi tutulması gerektiğini söyledi. Duayı birkaç şeyle sınırlamamamız gerektiğiyle ilgili cümleleri olduğu gibi not alamadım ama söylediklerinden, dua ederken sadece kendimiz için bir kaç şey değil, herkes için, bir çok şeyi isteyebileceğimizi anladım. Hani bir çobandan et, süt, yün istersiniz, fazlasını isteseniz de çobanın gücü yetmez. Ama Padişah’tan padişaha yakışır şekilde, bütün memleketin işine yarayacak cömertlikte ihsanlar beklersiniz. Bizim dua ettiğimiz Zât, kainattaki gezegenleri evirip çeviren, bize akıl, el, dil, göz veren, bütün içimizden geçenleri bilen, ufacık karıncadan denizlerdeki balıklara, havadaki kuşlardan topraktaki bitkilere kadar bütün canlıların ihtiyaçlarını aynı anda karşılayan Allah’tır. Öyleyse O’na, O’nun şanına yakışır dualar etmemiz gerekiyor. Bunları dinledim ve anladım; öğrendim öğrenmesine de nasıl uygulayacağımı bilemiyorum. İnsan nasıl her an dua eder? Yatarken okuduğum duaların ve başım sıkışınca Allah’ın yardımını istemenin dışında başka dua bilmiyorum ki!

Her Zaman Dua

Işığı sönmeyen evden ayrılırken canım çok sıkılmıştı. Öğrendiğimi uygulamam gerektiğini biliyorum, yoksa sırtında yük taşıyanlardan farkım kalmaz, ama nasıl?.. Bu düşüncelerle kaldığımız eve doğru yürürken, arkadan bir el omuzuma dokununca sıçrayıverdim. Meğerse annemmiş, bana seslenmiş de onu duymamışım. Annem niye bu kadar dalgın olduğumu sordu. Ben de az önce size bahsettiğim endişelerimi anlattım. Her sıkıntımda yanımda bulduğum anacığım, bu sefer de beni yalnız bırakmayıp derdime derman olmaya çalıştı;

“Endişende haklısın oğlum, ama galiba bu endişende en çok bizim payımız var. Şu an anlıyorum ki biz sana dua konusunda iyi örnek olamamış ve dua hakkında ihtiyacın olan bilgiyi de vermemişiz. Allah bizi affetsin, inşallah ben bu eksiği telafi etmeye çalışacağım. Öncelikle bilmeni istediğim bir şey var; insanlar nasıl karınları acıkınca yemek yer, susayınca su içerler, aynen öyle de insan ruhunun da nefese, suya, gıdaya, vitamine, ilaca ihtiyacı var. Dua da bu vazgeçilmez ruh gıdalarından biri. Ömrünü duasız geçiren bir insan nefessiz kalmış gibi sürekli sancılanır, huzursuzlanır, başına gelen hadiselerin arka yüzünü anlayamaz ve bu yüzden de olaylar altında ezilir, boğulur.”

“Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem sürekli dua okur muydu anneciğim?”

“Tabii ki. Yatarken, kalkarken, birşey yiyip içerken, elbiselerini giyerken, abdest alırken.. o kadar çok dua okurdu ki, dünyada dua ile bu kadar bütünleşen ikinci bir insan göstermek mümkün değildir. Attığı her adımında Allah Teâlâ’yı hatırlar, O’na sığınır, her şeyde O’nun rızasını görürdü Allah Rasulü.”

“Peki ben de her yaptığım işte dua etmek istesem, nasıl edeceğim?”

“Peygamber Efendimiz’in arkadaşları, hanımları, çocukları, O’nun yaptığı bütün hareketleri, duaları öğrenmiş ve Allah Rasulü’nü göremeyen Müslümanlar da öğrenip uygulayabilsinler diye hepsini tek tek anlatıp daha sonrasında da yazmışlar. Zaten en güzel dualar O’nun ve diğer peygamberlerin duaları, inşallah, kısmetse ben sana o duaların bir arada bulunduğu kitaptan alayım, manalarıyla beraber ezberleyelim, olur mu oğlum?”

İçim biraz ferahlamıştı, artık ben de doğru bir şekilde ve daha çok dua edebilecektim. Ama bir soru daha sormadan yapamadım;

“Anneciğim, ben duayı bir sıkıntının gitmesi için yapılırmış gibi anlıyorum. Peki Peygamberimiz her hareketinde nasıl dua etmiş?”

“Çoğumuzun yanlış öğrendiği bir konuda çok güzel bir soru oğlum. Dua sadece sıkıntı anlarında istenilen şeyler değildir. İnsan çok huzurlu olduğu zamanlarda, günaha girmemek için, dertlerle imtihan olmamak için, ibadetlerini aksatmadan yapmak için, dünyadaki güzelliklere kapılıp hesap vereceği günü, ölümü unutmamak için dua edebilir. Sabah kalktığında gününün hayırlı ve bereketli geçmesi için; akşam yatarken eğer uykuda ölecek olursa imanla Allah’ın huzuruna gidebilmek için; sokağa çıkarken bilerek veya bilmeyerek insanlara zarar vermemek ve başkaları tarafından da zarara uğramamak için dua eder. Bunların dışında insanın elindeki nimetler ve güzellikler için Allah’a şükretmesi de bir duadır; Peygamber Efendimiz’in adını duyunca sallallahu aleyhi ve sellem şeklinde salevat getirmesi de bir duadır; namazda okuduğu Fatiha Suresi de bir duadır. Bunlarla beraber insanın işlediği günahlardan ötürü af dilemesi ve Allah’ın rızasına ulaşma gayretleri de birer dua sayılır. O yüzden duayı birkaç cümleyle ve bazı zamanlarla sınırlamamak gerekir.”

“Anne bazen duaların kabul olmayacağı düşüncesi beni duadan alıkoyuyor. O zaman ne yapmalıyım?”

“Canım oğlum, Allah-u Teâlâ Hazretleri ‘Dua edin duanıza cevap vereyim.’ buyuruyor. Allah söz verdiyse bunda şüphe etmek hatadır. Ama bazen çok acele edip duamızın hemen, olduğu gibi kabul edilmesini istiyoruz. Bunu bulamayınca da duamız kabul olmuyormuş gibi bir hisse kapılıyoruz. Halbuki bizim için en hayırlı olanı bilen, geçmişi geleceği gören Rabbimiz, bazı istediklerimiz bize zararlı olduğundan onları değil de daha güzel ve hayırlı olanı lutfediyor. Hani doktora giden bir çocuk, doktorun odasındaki ilaçları şeker zannedip isterse, doktor zararlı olduğu için çocuğa istediği o ilaçları değil de başka şeker-çikolata verir ya; Allah da bizi mutlaka işitir, seslenişimize cevap verir; bazen istediğimizin aynısını bazen de daha başka bazı şeyleri lutfeder. O yüzden duanın boşa gitmesi diye bir şey yok. Eğer, duan beklediğin süre içerisinde ve aynen kabul edilmediyse, mutlaka ya ondan daha hayırlısını bu dünyada ya da kat kat fazlasını ahirette bulursun. Ama hiçbir duan ziyan olmaz. Bu da Allah’a güvenen her kulun inanması gereken bir şeydir.”

Allahım Ümmet-i Muhammed’ e Acı!..

“Anneciğim son bir soru kaldı aklımda, müsaade edersen onu da sorup bitireceğim. Ayyüzlü bizim dualarımızda ümmet-i Muhammed için dua etmemizi söyledi. Ümmet ne demek?”

“Ümmet-i Muhammed, Peygamber Efendimiz’e iman etmiş bütün insanlar demektir. Bu konuyla alakalı, bir gün Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Sahabe Efendilerimiz’e; “Temiz ağızla dua edin” buyuruyor. Onlar, “Temiz ağızla dua ne demektir?” diye sorunca Peygamberimiz de, “Sizden birinin, bir kardeşi hakkında onun haberi yokken yaptığı duadır. O kabul edilen duadır.” buyurmuşlardır. Bir insan, mü’min kardeşi için dua edince melekler de onun için “Allah bir mislini de sana versin” şeklinde dua ederlermiş. Ne kadar kârlı değil mi? Hem kardeşine dua ederek en güzel hediyeyi vermiş oluyorsun hem de melekler senin için dua ettiğinden sen de kazanıyorsun.”

Annem, hoşuma giden bir soruyla sözlerine devam etti: “Geçen gün baban, başkaları için dua etmenin insanı Allah katında ne kadar yücelttiğiyle alakalı bir hikaye anlattı; ben de sana anlatayım mı?”

Bütün çocuklar gibi ben de çok seviyorum hikaye dinlemeyi ve okumayı. Halimden ne kadar sabırsızlandığım belli oluyordu herhalde ki daha cevap vermeden annem hikayeyi anlatmaya başladı;

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri kendi zamanındaki Allah’ın en sevgili ve duası makbul olan kulunu tanımak ve onun duasını almak için günlerce Allah’a yalvarmış. Rüyasında Demirci Ahmet Efendi adında birisi gösterilmiş. O da kalkıp Demirci’yi aramış, bulmuş ve birkaç gün uzaktan seyretmiş. Sonunda yanına gidip ne yapıp da Allah’ın özel kullarından olmayı başardığını sormuş. O da;

“Ne özel kulu, ben sıradan bir müslümanım. Namazımı kılar, dükkanımı açar, demir dövmek için ateşi yakar, akşama kadar demire şekil vermeye çalışırım. Ateşin karşısında durdukça da bazen alevler gözümde büyür ve Cehennem aklıma gelir. Daha sonra da namaz kılmayan eşim, açık giyinen kızım, camiye gitmeyen oğlum ve günah bataklığına batmış bütün insanlar gözümde canlanır ve onları Cehennem alevleri içinde yanarken görürüm, sonra da başlarım onlar için dua etmeye. ‘Allahümmerham ümmete Muhammedin- Allahım Hazreti Muhammedin’in ümmetine acı, merhamet et onlara.’ derim. Ağlayarak defalarca bu duayı tekrar ederken kendimden geçerim. Kendime geldiğim zaman da bir bakarım ki şekil vermeye çalıştığım demirin erimeye yüz tutmuş sıcak tarafını elime almışım, kızgın demiri avuçlamışım ama ben acı duymuyorum ve hiç farkında değilim. Ümmetin acısı bana onu hissettirmez.”

Bunları duyan Cüneydi Bağdadi Hazretleri gözlerinden yaşlar süzüle süzüle der ki, “İşte şimdi senin neden bu devrin en büyüğü olduğunu anladım. Biz dua ederken “bana bana” deyip kendimizi düşünüyoruz; sen ise, “ümmetim” diye ağlayan Peygamberimiz gibi bütün insanlığın dertleriyle iki büklüm oluyorsun.”

Tamam arkadaşlar, sözü daha fazla uzatmayacağım. Dua etmek için sabırsızlandığınızı görüyor gibiyim. Ben söylediğim için değil, Ayyüzlü “Ne olur bana duada yardımcı olun” dediği için dua etmenizi ben de çok istiyorum. Artık dua ederken hepinizi hayalimde canlandırıyor ve “Allahım ben ne istiyorsam bu yazımı okuyan, benimle beraber dua hisleriyle dolan bütün kardeşlerim için de istiyorum” diyor, anne ve babalarımızı, abla ve abilerimizi de dualarıma dahil ediyorum.

Dualarınıza vesile olması ümidiyle…

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Çikolatasız Geçen Bir Hafta

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Geçen hafta nazar değdi Ayyüzlü’ye. Neredeyse on gün boyunca o pamuk ellerden çikolata alamadım. Birazını anlayıp not tuttuğum ve tam istifade edemesem de huzurla dinlediğim o güzel ikindi dersleri de kesintiye uğradı. Fakat, Ayyüzlü yedi veren bir başak gibi, her haliyle verimli ve her şartta bereketli; dolayısıyla, rahatsızlıklarına rağmen her fırsatta bir kaşık marifet balı ikram etme gayretinde. Bunu bildiğim için, Işığı Sönmeyen Ev’den hiç uzaklaşmamaya çalıştım ve hiç olmazsa bu sayede arada derede konuşulan bazı mevzuları sizin için not alma fırsatı buldum. Sözümde durmaya ve benim yerimde olmak için can atan herkese, bir çocuğun gözüyle Ayyüzlü’nün hal, tavır ve sözlerini aktarmaya çalışıyorum. Bu hafta da, Ayyüzlü’nün, “geçmiş olsun” sözü, dua ederken ellerimizin duruşu, kimsenin Allah’tan daha fazla merhametli olamayacağı ve nimetlerin kıymetini bilme gibi konularla ilgili anlattığı birkaç hususu nakletmek istiyorum.

Hasta olan birisini gördüğümüzde ona “Geçmiş olsun” denileceğini öğrenmiştim. Ama Ayyüzlü “Geçmiş olsun, ifadesinden hoşlanmıyorum!” deyince anladım bazı şeyleri düşünmeden söylediğimi ve Peygamber Efendimiz’e göre bir hastaya ne denmesi gerektiğini bilmediğimi.. bir kere daha görmüş oldum Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi bir rehberi her adımında takip edersek her nefesimizi başkalarının hayrına kullanmış olabileceğimizi. Evet, bir hastayla karşılaştığımızda ya da hasta ziyaretinde bulunduğumuzda, Efendimiz’in dediği gibi; “La be’se tahûrun inşaallah – Bu hastalık kalıcı bir kötülük getirmeyecek; Allah’ın izniyle, vazifesini yapıp gidecek; giderken de amel defterindeki hata ve kusur lekelerini de beraber götürecek, manevi derecelerini yükseltecek.” dememiz gerekiyormuş. Ne güzel değil mi? Tek bir cümleyle, hem o hastaya karşı duyarlılığımızı ifade etmiş, hem ona moral vermiş, hem hastalığın da bir vazifeli memur olduğunu belirtmiş, hem her sıkıntının günahlara kefaret olduğunu ima etmiş, hem musibetlere sabretmekle de sevap kazanılabileceğini dile getirmiş ve hem de bir sünneti daha hayata geçirerek Efendimiz’in şefaatine biraz daha yaklaşmış oluyoruz.

Dua

Ayyüzlü, deprem sonrasında yardım gönderilen yerlerde ihtiyaç sahiplerinin dağıtım yapan görevlilerden bir parça ekmeği alabilmek için ellerini var güçleriyle uzattıklarını, sonunda da istediklerine ulaştıklarını, ama bir kenarda oturup, eli kucağında bekleyenlerin hiçbir şey elde edemediklerini hatırlattı. Sonrasında da ekledi; “Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Efendimiz’in yaptığı gibi yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.” dedi. Ayyüzlü, konuştukça bir mü’minin sadece sözlerinin değil hareketlerinin de çok derin manalar taşıdığını, gelişigüzel konuşmamak, rastgele oturup kalkmamak ve şuursuzca davranmamak gerektiğini, insan tek başına olsa bile, her an Allah’ın huzurunda bulunduğununun bilinciyle edepli olması geldiğini öğreniyorum. Böyle güzellikleri öğrendikçe de Müslüman olduğum için Allah’a şükrediyorum. Dinim o kadar güzel ki, anlamsız veya kötü olup da gizleme ihtiyacı duyacağım hiçbir yönü yok.

Ayyüzlü’nün duayla ilgili ifadeleri bu kadarla da kalmadı. Bu hafta boyunca, biz namaz sonrasında Allah’a dua edip tesbihatımızı yaparken Ayyüzlü de halsiz ve bitkin olmasına rağmen aramızda dua etmekten geri durmadı. Bazen “Acaba nasıl, ne yapıyor?” diye ona doğru kaçamak bir iki bakış attığımda Ayyüzlü’yü hep ellerini açmış, gözlerini kapamış, hızlı hızlı dudaklarını kıpırdatırken gördüm. Tabii dualarında ne dediğini çok merak ettim. Bir namaz sonrası, bazı duygularını bizimle paylaştı; “Ben dualarımın sonunda ‘Elfü elfi amin’ diyorum. Siz dua ederken arkada ellerimi açıyor, ‘Binlerce amin’ diyerek size katılıyorum. Dualarımın kabulü için sizinle beraber olmayı şefaatçi yapıyorum. Kim bilir, birinizin duası kabul edilirse, arada benim dileklerime de kabul damgası vurulur. Duada ufkumuzu enginleştirmemiz lazım. “Allah duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var” diyor. Çok dua etmemiz ve sürekli O’na sığınmamız lazım. Bizden on kat daha akıllı ve dirayetli insanlar devrilip gittiler. Biz de sonumuzdan endişe duymalıyız, ama O’nun rahmetinden de ümidimizi kesmemeliyiz.”

Kardeşlerimiz Şehit Oldu

Şefkatin imanla münasebeti ile ilgili sorulan bir soruya verdiği cevapta Ayyüzlü, aslında şefkatin her insanda var olan fıtri bir duygu olduğunu söyledi. Ama merhamet duygusu bazı insanlarda o kadar çok olurmuş ki, onlar, vaktinden önce dalından düşen bir yaprak için bile ağlarlarmış. Peygamberler şefkat mesleğinin en seçkin temsilcileriymiş. Yoksa kendilerine o kadar çok kötülük yapan insanların Cehennem’e gitmemeleri için nasıl dua etsinler, öyle değil mi?

Şefkati anlatırken, kötü insanların da doğru yolu bulması için dua etmenin ve onların da son anda pişmanlık duyup Allah’ın affettiği kullardan olmalarına sevinmenin bile merhamet duygusundan kaynaklandığını söyledi. Sonrasında da bize yönelttiği bir soruyla bu konuyu biraz daha açtı; “Siz de son anda dahi olsa affedilmeyi, bütün günahlarınızın bağışlanmasını ve hakkınızda “Cennetlik” hükmünün verilmesini istemez misiniz?” Oradaki çokları gibi ben de ‘evet’ cevabını verdim kendi kendime.. Allah’a şükürler olsun müslümanım ama dinimizin bütün emirlerini yerine getirebiliyor muyum? Peygamber Efendimiz gibi, Hazreti Ebu Bekir gibi güzel insanların Allah’a itaatinin yanında benimkinin hiç değeri var mı acaba? Ben bir arkadaşımın bana karşı küçük bir yan bakışını bile kızgınlıkla cezalandırırken, bunca hatam ve eksik ibadetimle Cennet’i hakedebilir miyim? Çok uzun düşünmeme gerek yok, bu halimle şu güzel insanlarla aynı yerde yaşamayı bile haketmiyorum. Ama Allah affedip lutfuyla beni Cennet’ine koyarsa ne kadar çok sevinirim. Aynen öyle de, bizden daha fazla günah işleyen insanların da affedilip Cennet’e girebilmeleri için dua edebilmek çok merhametli olanların özelliğiymiş. Bu konulardan bahsederken Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” buyurduğu geldi aklıma. Eğer biz başkalarına merhamet etmeyi bilmezsek, hangi yüzle Allah’tan merhamet dileneceğiz?

 Bu arada, merhamet ederken insanların düşmesi muhtemel bir hatadan da bahsetti Ayyüzlü. Bazen insan merhamet hususunda dengeyi kaçırıp insanların başlarına gelen ve görünüşte kötü olan hadiselerde Allah’ın merhametini sorgulayabiliyormuş.

Açe’deki kardeşlerimi düşününce ben de onlar için çok üzülüyorum. Allah’ın ne kadar çok merhametli olduğunu bilsem bile yine de anlayamıyordum onların neden böyle bir imtihana tabi tutulduklarını. Meğerse, böyle bir sorgulamada insan birden -hâşâ- sanki kendisi Allah’tan daha merhametliymiş gibi bir tavır takınabiliyormuş. Öğrendim ki, Tsunami ve deprem gibi afetlerde küçük yaşta ölen kardeşlerimiz doğrudan Cennet’e uçuyorlarmış. Yok olan eşyaları da sadaka yerine geçip onlara ahiret için sevap olarak yazılıyormuş. Allah o kadar merhametli ki, Kendisine ait olan ve emanet olarak verdiği şeyleri geri alırken bile karşılıksız almıyor. Bu dünyada bir süre çekilen sıkıntılara sabredince insan sonsuz bir mükafatla karşılık görüyor.

Bakıyoruz ama Görüyor muyuz?

Bir de Ayyüzlü’nün bahsettiği bir konu çok ilgimi çekti: Her an çevremizde olan ama kıymetlerini anlayamadığımız ve bu sebeple de sürekli bazı şeylerden şikayet ettiğimiz gerçeği. Bütün nimetler bize bedava verilmiş ve maddi bir bedel istenmemiş. Mesela, gözlerimiz ve görme kabiliyetimiz karşılığında ne verdik ki? Görmek bizim için sıradan bir şey haline geldiğinden dolayı onun kıymetini de bilemiyoruz. Bir dergide kör birisinin duygularını dile getirmişler ve kendisine üç günlük görme hakkı tanınsa bunu nerelerde kullanmak isteyeceğini sormuşlar. O da; “Eğer üç günlüğüne de olsa görebilseydim; ilk gün anneciğimin gül yüzünü seyrederdim; ikinci gün, hep seslerini duyduğum akraba ve arkadaşlarımın çok merak ettiğim güzel simalarına bakardım; üçüncü gün ise, burç burç semayı ve yemyeşil ovaları, ağaçları ve çiçeklerı, kuzuları ve kuşları doya doya görmek isterdim.” diyor. Görüyorsunuz ya, insan nimetler elindeyken farkedemiyor onların değerini. Benim bugüne kadar kaç bin günüm oldu, ama onun gibi anlayabildiğimi zannetmiyorum görmenin kıymetini.

Ayyüzlü sözlerinin devamında hayvanların eşyayı okuyamadığını, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliğin her varlıkta Allah’ın isimlerini okuyabilme kabiliyeti olduğunu söyledi. “Allahu Teâlâ’nın Peygamberimize ilk gönderdiği ayet de “Oku” emriyle başlar, keşke okuyabilseydik!” dedi; sonra da büyük bir tevazuyla o cümleden bizi çıkarıp sadece kendisini kastederek “Keşke okuyabilseydim” diye sözünü değiştirdi.

Onun gibi Allah dostları da okuyamıyorsa bizim halimize ne demeli? Ben, bazen tefekkür oyunuyla anlamaya çalışıyorum kainattaki hareketliliğin manasını ama bu kadarcık bilgimle okumakta yetersiz kalıyorum, heceliyorum tek kelimeyle. Olsun, hecelemek bir başlangıçtır; kainattaki her varlığın Allah’ı gösteren bir harf ya da kelime olduğunu biliyorum ya, bu da az şey değildir. O harf ve kelimelerin varlığını ruhlarımıza duyuran Rabbimiz bir gün onların manalarını anlamayı da nasip eder.

Dualarınızda benim adımı anmayı da unutmayın olur mu?

Gördünüz mü, ne kadar da bencilim. Dualarınızda anılmak tabii ki benim için büyük bir lütuf olur; ama önce “Ayyüzlü’ye dua edin; edin ki Allah ona sağlık, sıhhat ve afiyet versin” demeli değil miydim?..

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Ayyüzlü’ye Şikayet

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ayyüzlü yine dopdoluydu. Bulunduğu salona girince beni şaşırtan sözlerini duydum;

“Anneciğim, babacığım! Siz ötelere gitmiş olsanız da şefkatiniz benimle kalmalı değil miydi? Neden gelip halimi sormuyor, dertlerime ortak olmuyorsunuz? Bazen size karşı da içim sitemle doluyor. Kimi geceler hayalinizle avunuyor ve sizi rüyalarıma bekliyorum. Hiç olmazsa rüyada gözyaşlarımı silmeyi bana çok mu görüyorsunuz?” dedi. Hemen salondan çıkıp babamın yanına gittim. Ayyüzlü, vefat eden anne-babasına içini döküyor, yalnızlığını onların hayaliyle giderme isteğini dile getiriyordu. Bazen haftalarca onları göremediğinden dert yanıyor ve her gece onları beklediğini anlatıyordu. O kadar şaşırmıştım ki; içimden “Yaş ne olursa olsun, insan mânen ne kadar büyürse büyüsün, anne-baba sevgisi ve özlemi bambaşka bir şeymiş!..” demeden edemedim. Oysa, ben ne kadar nasipliyim. Benim annem babam hep yanımda; değil haftada bir, her gün birkaç defa gelip halimi soruyor, varsa sıkıntılarımı hafifletmek için uğraşıyorlar.

Hafta benim için bu sözlerle başladı. Ama ben bunun üstünde çok durmadan şahit olduğum başka dört hadiseyi sizinle paylaşacağım. Birincisi, buradaki yabancı çocukların Allah’a inanmamaları; ikincisi, birisinin hastalığından dolayı ağlayan bir sürü güzel insan; üçüncüsü, Ayyüzlü’nün Kutlu Doğumla ilgili hissiyâtı ve dördüncüsü de, babamın annemi Ayyüzlü’ye şikayeti.

Yeni edindiğim arkadaşlarımdan birisine okulunu sevip sevmediğini, Türkiye’dekilerle arasında bir fark olup olmadığını sordum; o da okulunu ve arkadaşlarını anlattı:

Okulda her derste farklı bir sınıfa gittiklerini, teneffüslerin çok kısa sürdüğünü, sınıflarına gidene kadar o kısacık molanın dolduğunu, Türkiye’deki teneffüslerde bahçeye çıkıp doyasıya oynadığı zamanları çok özlediğini söyledi.

Arkadaşlarıyla diyaloglarını sordum; cevabını duyunca hayret ettim, aynı zamanda üzüldüm.

Arkadaşımın Müslüman olduğunu biliyor ve dinimiz İslam’la ilgili konulardan bahsediyorlarmış. Bir keresinde öğrencilerden birisi Allah’ın varlığını aklın kabul etmediğini, her şeyin kendi kendine olduğuna inandığını söylemiş ve aksini iddia edenlere karşı saygısızca konuşmuş. Arkadaşım da bildiği kadarıyla bazı hakikatları anlatmak istemiş ama İngilizcesi yeterli olmadığı için düşüncelerini tam ifade edememiş.

Şu tezata bakın ki, onlar insan aklının Allah’ı kabul edemeyeceğini iddia ederken, biz de aklı olanın Allah’ı inkar edemeyeceğine inanıyoruz.

İnsan bir kağıtta bir şiir, bir yazı ve hatta bir karalama görse, bunu “Kim yaptı?” diye sorar. Etrafta hiçkimse olmasa bile onu birisinin yaptığından emindir. Anlayamıyorum, bir karalamanın bile yapanı bulunduğunu bilen birisi, tabiattaki bunca güzelliğin kendi kendine olduğuna nasıl inanır?

Geçenlerde buradaki karların eridiğinden bahsetmiştim. Karlar eriyince kupkuru dallar ve ölü duran toprak daha da belirginleşti. Ama bir sabah o kuru dallara, ölü toprağa can geldi. Hepsi birden sanki işbirliği yapmışçasına renklendiler, yaprak verip çiçek açtılar… Sanki “Bakın insanlar! Biz de Allah’ın emirlerini dinliyor ve bu şekilde O’nu dünyaya duyuruyoruz.” dercesine rüzgarla bana el sallıyorlardı. Pazardan bir kaç kilo meyve alsak bir sürü para ödememiz gerekiyor. Toprak bu kadar çok ve çeşitli yiyeceklerin ücretini kime ve nasıl ödüyor? Güneş yıllardır, hiç aksatmadan bizi ısıtıyor, bize ışık veriyor. Bizim evdeki sobamızda birkaç ay kömür yakınca depodaki yakacaklar hemen bitiveriyor. Bu güneş bu kadar yakıtı nereden buluyor? Bütün odaların ışığını açık bırakıp gitsek elektrik faturası çok yüksek gelirdi; güneşe de elektrik faturası gelmiyor mu, geliyorsa nasıl ödüyor? Güneş gibi, toprak gibi akılsız varlıklar bunları nasıl becebiliyor? Bir insan bunu nasıl düşünmez, nasıl görmez? Gözünü ve kulağını kapatan kişi sadece kendi dünyasını karartabilir, değil mi?

O çocuklar için çok üzüldüm, tek başlarına kaldıklarında onları asla yalnız bırakmayan, her şeye gücü yeten Allah’ı bilmediklerinden dolayı korkularını giderecek bir sığınakları da yok. Ben gök gürlediğinde, onun meleklerin zikri olduğunu bilir ve ne dediklerini anlamaya çalışır, huzur bulurum; ama onlar korkup başlarına yastığı geçirir ve boş gürültü zannettikleri o zikirleri duymamaya çalışırlar. Ben elimi bir yere vurduğumda bir günahımın temizlendiğini bilir, “Acaba hangi hatamdan dolayı bu başıma geldi?” der ve onu bulmaya çalışırım; onlar acıyan ellerine ağlar veya vurdukları yere kızıp bir daha vurup acılarını arttırırlar. Bu ülkede böyle insanların sayısı ne kadar çok Allah bilir!

Allah’ım Sana inanmak ne güzel! Sana inanınca her yer aydınlanıyor, her şey anlam kazanıyor; her şeyin Senin emrinde ve bir amaç için olduğunu bilmek insanı rahatlatıyor. Böylece ne kayan yıldız, ne gece karanlığı, ne de diğer varlıklar korkutabiliyor insanı.

Zihnime hücum eden pek çok sorunun ardından onlar için ne yapabileceğimi düşündüm. “Ya Furkan gibi erken yaşta ölürlerse ve “Biliyordun da bize niye anlatmadın?” derlerse! Benim yaşım çok büyük değil ama benim de yapabileceğim bir şey olmalı! Ama ne?” Çaresizlik içinde bir köşeye çekilip bunları düşünürken annem beni farketmiş, yanıma geldi ve ne düşündüğümü sordu. Sözlerimi dinledikten sonra da, beni üzgün görünce içinin titrediğini hissettiğim canım anneciğim bana yol gösterdi;

“Yavrum onlar için yapabileceğin bir sürü şey var; onların dilini bilemesen de, hiçbirini tanımasan da onların hidayeti için dua edebilirsin. Bu arada daha çok kitap oku ki, cevap verecek kadar onların dilini öğrendiğinde hiç vakit kaybetmeden yanlarına gidip anlatmaya başlayasın. Hem sözlerden daha etkili bir şey vardır, o da hal dili, yaşantı ve güzel ahlaktır. Sadece sendeki huzuru bile farketseler, sen bir şey söylemeden onlar sana gelip soracaklardır o huzurun kaynağını. Sana düşen yalnızca elinden geleni yapmaktır, kalblere hükmedip evirip çeviren ise Allah’tır, unutma! Hem yarın Mevlid Kandili. Bugünden salavâtlarını çekmeye başla, yarın da Kainatın Efendisi’ni dünyaya göndererek bizi şereflendiren Allah’a bolca hamdeder ve o Gönüller Sultanı’na içini dökersin!”

“Efendimiz adının anıldığı her yere gelir, ben de O’na çok salavât getirirsem belki benim de başımı okşar değil mi anne?” Annem dolu gözleriyle bana bakarak “evet” manasında başını sallayıp beni öptü ve;

“Haydi yatsı vakti yaklaşıyor, abdestini al da cemaati kaçırma!”dedi.

Yatsı için babamla “ışığı sönmeyen ev”e gittiğimde orada derin bir hüzün sezdim. Abilerin yüzlerinde acı bir tebessüm vardı. Üzüldükleri şeyi anlamak için sessizce çevremi süzmem yeterli oldu. İlk defa birbirlerini bu kadar çok seven insanlar görüyorum. Kardeş değiller, birbirlerini ilk kez buralarda tanımışlar ama kardeşten daha öte olmuşlar. Abilerden birisi rahatsızlanmış ve hastaneye gidecekmiş, diğerleri onun için ağlıyor ve dua ediyorlardı. Muhabbetin gözyaşlarıyla beslendiği ve büyüdüğü dakikalara şahit oldum. Birisinin gözüne çöp batsa diğer gözler yaşarıyor, kalbler sancılanıyordu. Kardeşinin derdiyle dertlenmek de bu olsa gerek. Ne bahtiyarlıktır, Allah’ın sevdiği kullar tarafından sevilmek! Bir de öğrendim ki Ayyüzlü de onun için ağlamış ve “Hepinizi çok seviyorum, siz benim için evlat gibisiniz. Size ufacık bir şey olsa dayanamam, hiçbirinizin yokluğuna katlanamam!” demiş.

Ertesi gün Mevlid Kandili’ydi. Haberleri beraber seyrediyorduk. Bir ara televizyonda Türkiye’de düzenlenen bir şiir programına otuz bin civarında insanın katıldığı söylenince Ayyüzlü ağlayarak;

“Ya Rasulallah! Ne kadar da tazesin, ne kadar da yenisin! Zaman Seni unutturamadı. Asırlar Senin ile aşıklarının arasına giremedi. Hâlâ Senin adın salonları dolduruyor; Senden uzaklaştırılmak istenen nesil her şeye rağmen Sana koşuyor!” dedi.

Daha sonra Türkiye’nin her yerinde yapılan Mevlit kutlamalarını öğrenince Ayyüzlü;

“Dün birgün kutluyorduk, birkaç senedir bir hafta kutluyoruz. Belki ileride bir ay, daha sonra da bir yıl boyunca O’nu anar ve bir seneyi Hazreti Muhammed yılı ilan ederiz.” dedi. Sonra da başını sehpanın üstüne koydu ve “Biz kimiz ki Sana bir sene verelim. Zamanın her parçası Senindir ve Senin için ne yapılsa azdır!” diye ağladı.

O kadar hoş ki Ayyüzlü’den Peygamberimiz’i dinlemek. Aşığının dilinden Güzel daha bir güzel dinleniyor. O anlatırken Efendimiz o an aramızdaymış gibi oluyor. Ve insan düşünmeden edemiyor; biz, O’nun sadece çocuklara olan merhametinin karşılığını bile ödeyemeyiz. Nasıl ödeyebiliriz ki:

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çocukları çok severmiş. Bir bayram günü Efendimiz yolda ilerlerken yeni bayramlık kıyafetleriyle oynayan çocukların yanında üstü başı yamalı, ağlayan minik bir kız görmüş. Çocukların ağlamasına dayanamayan Şefkatli Peygamberimiz hemen kızın yanına gidip neden ağladığını sormuş. Minik kız da soruyu soranın kim olduğuna bakmadan babasının savaşta şehit olduğunu ve yetim kaldığı için ağladığını söylemiş. Onun bu haline dayanamayan Allah Rasulü;

“Sil gözünün yaşını yavrucuğum; ister misin senin baban ben olayım; Fatıma ablan, Aişe de annen olsun?” demiş. Çok sevinen minik kızı evine götürüp, süslemiş, karnını doyurmuş.

Düşünmesi bile ne güzel ve ne hoş: Bir gece de benim gözyaşımı siler misin Efendim? Rüyamda olsun, elimden tutup o şirin evine götürür müsün? Benim de sahibim olur musun? Beni de Aişe ve Fatıma annelerime emanet eder misin?!..

Peygamber Efendimiz çocuklarla karşılaştığında onların başını okşarmış, O’nun başını okşadığı çocuklar mis gibi gül kokarmış. Allah Rasulü atının veya devesinin üzerindeyse, gördüğü çocukları da bineğine alır, onlarla beraber ilerlermiş.

Bazen büyüklerimiz bizimle ilgilenmiyor, söylediklerimizi dinlemiyor hatta camide azıcık oyun oynasak bize kızıyorlar. Peki Peygamberimiz öyle mi yapmış? Bir keresinde torunu Hazreti Hasan gelmiş, namazdayken Allah Rasulü’nün sırtına çıkmış; O da torununun elinden tutup düşmemesine özen göstererek namazına devam etmiş. Ne güzel bir Dede değil mi? Bir hadiste de; “Çocuklarınızı çok öpün, çünkü her öpücük için size Cennette bir derece verilir. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin defterinize sevap yazarlar.” buyurmuş.

Gelelim, yazımızın başlığına… Bu hafta yaşadıklarım içinde en garip olan şey, babamın annemi Ayyüzlü’ye şikayet etmesiydi;

“”Efendim, bizim hanım haftanın beş günü sabahtan akşama kadar, “İnsanlara faydalı olacağım, Allah’ı anlatacağım ve eğitime katkıda bulunacağım.” diye dışarıda koşturuyor; akşam eve geldiğinde de ertesi gün için hazırlanıyor; az bir vakit bulursa onda da telefonla konuşuyor, programlarını belirliyor ve tabii bu arada eve zaman ayıramıyor. Çok yorgun düştüğünden dolayı ben de bir şey diyemiyorum. Acaba böyle bir durumda nasıl bir tavır almak gerekir? Böyle devam mı etmeli, yoksa burada bir ihmal mi söz konusu? Başka ailelerde de bu tarz sıkıntılar çok büyüyüp tehlikeli olabiliyor. Şu an kendileri de buradalar, neler tavsiye edersiniz?”

Babamın konuştuğunu duyunca birden heyecanlandım; sorusunu işitince de Ayyüzlü’nün vereceği cevabı çok merak ettim. Keşke onun anlattığı her şeyi anlasaydım. Cevabın tamamını anlamasam ve aklımda tutamasam da, hatırladığım kadarını sizinle paylaşmak istiyorum:

“Ne kadar güzel bir şikayet ve ne güzel bir soru. Eve vakit ayıramayacak derecede koşturmanın insanlara yardım ederek Allah’ın rızasını kazanma gayesiyle olması ne de hoş. Rabbimizin rızası için günde birkaç saat değil ömrümüzün her saniyesini versek değer. Günümüzün büyük bir bölümünü dinimizi öğrenme ve öğretme yolunda değerlendirsek yine de kulluğumuzu tam yapmış sayılmayız. Allah Rasulü, “Sana şu kadar salavât getiriyorum, yeterli mi? diyen bir arkadaşına “Daha çok söylesen daha da güzel olur” buyurmuş. Demek ki, hayırlı işlerin üst sınırı yoktur. Kimin gücü ne kadarına yetiyorsa o kadar güzel işler arkasında koşmalıdır. Bizden öncekiler senelerce sevdiklerinden ayrı kalmış, cephelerde şehit olan eşlerinin, çocuklarının ve yakınlarının yolunu yıllarca gözlemiş; hatta ninelerimiz bile Mehmetçiğe yardım etmek için savaş meydanlarına koşmuş. Biz bugün çok rahatız. Hiç olmazsa bu rahatlık içinde üzerimize düşenleri yapalım. Dine ve vatana hizmet etme hususunda kadın erkek ayırımı yoktur. Eşlerden ikisi de soruda anlattığınız durumda olabilir. Öyle bir durumda, hem kadın hem de erkek, bunu bir nimet bilip şikayet yerine Allah’a şükretmeli; “Elhamdulillah, eşim Cennetteki köşkümüze bir tuğla daha koymak için gayret ediyor. Çok şükür beraberce Cuma Yamaçlarına yürüyoruz. Varsın burada bazı dünyevilikler eksik olsun ama inşaallah biz ötede ebedi beraberliği yakalayacağız. Öyleyse şimdi birbirimize yardım etme, anlayışlı olma ve elele Efendimize yürüme zamanıdır” demeli. Bu sözlerimle evi ve yuvanın düzenini önemsemediğim zannedilmesin. O da çok önemlidir. Fakat, o problemi çözecek olan vicdandır. Zannediyorum, yorgunluklar tembelliklere bahane edilmezse, güç ve tâkat ölçüsünde aile hayatını da ihmal etmeme kararında olunursa ve eşler her an ebedi ahiret saadetini düşünerek ona göre yaşarlarsa ailenin her ferdi birbiri için tam bir yol arkadaşı olacaktır.”

Evet arkadaşlar; çok güzel bir cevaptan sadece bu kadarı aklımda kaldı. Aslında bir cümle daha hatırlıyorum ama manasını tam bilmiyorum. Ayyüzlü dedi ki; “Sorunuzun cevabı tek cümlede gizli.” O cümleyi merak ettiğimden dolayı anlamasam da defterime yazdım. Büyüyünce elime sözlüğü alıp, o cümlenin kelimelerini tek tek çıkarıp ondaki sırrı çözeceğim, inşaallah.

Bu haftaki beraberliğimize o cümleyle son vererek dualarınızı istirham ediyorum:

“Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.”

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Işığı Sönmeyen Ev

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Daha önce hiç yaşamadığım kadar farklı geçiyor burada zaman. Türkiye’deki hareketli günlerin ardından böyle sakin bir hayatı beklemiyordum. Burası o kadar sessiz ve güven verici ki, bazen evin etrafında bir geyik rahatlıkla dolaşabiliyor veya bir sincap yanınızdan geçip bir ağacın dalına tırmanabiliyor. İlk kez bu kadar yakından gördüm böyle ürkek hayvanları. Kaldığımız yer tam doğayı ve hayvanları sevenlere, babamın kainat kitabı dediği tabiatı okuyabilenlere göre.

Buranın iklimi çok ilginç; bir keresinde aynı gün içerisinde hem güneş açtı, hem yağmur yağdı, hem de kar… Bugünlerde ise hava çok güzel, özlediğim baharı burada yakalayacağım galiba. Normalde uykuyu çok severim ama buranın tatlı suyundan mı, yoksa Ayyüzlü’nün teneffüs ettiği havadan mı bilmiyorum, eskisi kadar çok uyuyamıyorum. Sabah namazını kılınca yeşilliklerle kaplı bu geniş yerde dolaşmak pek hoşuma gidiyor.

Dışarıda gezip çevreyi keşfetmeye çalışırken bir sürü yeni arkadaş edindim. Kimisi benim gibi misafir olarak gelmiş, kimisi de burada oturuyormuş. Recep kadar samimi olamadık henüz ama hepsi çok güzel insanlara benziyorlar. Bazıları okula gidiyor ve İngilizce konuşabiliyorlar. Bir kere onlarla beraber oynamak istedim ama Türkçe konuşurken aralara İngilizce kelimeler kattıklarından dolayı anlaşmakta zorlandım.

Gündüzleri buradaki abilere sorular soruyorum, ezanı duyabilmek ve namazı cemaatle kılabilmek için namaz vakitlerinde Ayyüzlü’nün olduğu yerden uzaklaşmamaya çalışıyorum; ikindi namazından sonra da sohbet dinliyorum. Bazı cümleleri anlamakta zorlanıyorum ama yine de her dinlediğimde muhakkak yeni bir şey öğrenmiş oluyorum. Hakkıyla anlayamasam da Onunla aynı salonda bulunmak bile çok güzel. Kim bilir, kaç kişi benim yerimde olmak için can atıyordur. Ama annemin söyledikleri hep kulağımda; böyle güzel nimetler en çok ihtiyacı olanlara verilirmiş. Demek ki, en muhtaçlardan birisi de benmişim ki, şimdi buradayım.

Birkaç gündür ben dersleri babamla beraber alt katta dinliyordum; annem de üst katta bayanlara ayrılmış olan yerde bulunuyordu. Aslında bir sürü teyzenin arasında tek erkek olarak durmayı pek sevmememe rağmen, merakımdan dolayı, bayan ziyaretçilerin az olduğu bir gün onların katına çıkıp annemin yanından Ayyüzlü’müzü izledim. Televizyondan, yakından, aşağıdan veya yukarıdan, nereden bakarsanız bakın, hep huzur veren nur yüzüyle, insanın içine işleyen derin bakışlarıyla O her zaman aynı. Kimi zaman sesi titriyor, dudaklarını ısırıyor, ağlamamak için bir iki nefes alıyor; kimi zaman yüzünde beliren bir tebessümle, bizim gibi çocukların alnından ensesine doğru başını sıvazlayıp çikolata veriyor. Bildiğimiz Türk çikolataları ama Onun elinden alınca bir başka güzel oluyor nedense.

O gün namazın ardından içilen çaylardan sonra ders başladı, bir abi soru sordu; O derin derin bakıp cevap verdi, ben de Onu seyrettim. Dinledim demek istiyordum ama bir teyzenin çocuğunun gürültüsü yüzünden duyamadım, zaten yukarıya ses az geliyordu. Allah’tan çocuk biraz uyudu da anlayabildim bazı söylediklerini. Her günahın insanın kalbini paslandırdığından, kararttığından bahsetti. Ayyüzlü konuştukça ben de acaba benim kalbim ne kadar kararmış olabilir diye merak ettim. Günahlarımı tek tek hatırlamaya çalıştım. Bir keresinde gıybet etmiştim, başka bir zaman yalan söylemiştim, besmele çekmemiştim, namazımı kılmamıştım, annemi üzmüştüm, arkadaşıma bağırmıştım, karıncaya basıp öldürmüştüm, yolda çarpıp yere düşürdüğüm çocuktan özür dilemeden kaçıp gitmiştim.. ve daha bir sürü kara nokta. Sanki aynadan kendime bakıyordum ama neredeyse işlediğim günahların oluşturduğu karartılardan görülecek yerim kalmamıştı. Bu kadar kararmış bir kalbin sahibi olmama rağmen Allah beni Cennetine koyar mı diye düşündüm.

Günahların açtığı yaralardan bahsedilince birçok kişinin de yüzünde karamsar bir ifade oluşmuştu ki, tam o esnada sanki içimizdeki hesaplaşmalarımız sonunda çıkan faturayı görmüş gibi hepimizi ferahlatan cevabı verdi Ayyüzlü. Gerçi tevbe edip Allah’tan af diler ve bir daha aynı hatayı yapmazsak Allah’ın affedeceğini babamlar daha önce dile getirmişlerdi ama belki beni üzmemek için bazı şeyleri söylememiş olabilirler diye düşünüyordum. Fakat O, Allah’ın ne kadar merhametli olduğunu, samimi bir şekilde pişman olanın Allah’ın kapısından boş dönmeyeceğini öylesine inanarak ve emin bir ses tonuyla söyledi ki, içimdeki şüpheler eriyiverdi. Aşağıdaki abilerin bakışlarında da bir ümit pırıltısı belirdi. Annemin de tepkisini merak ettiğimden yüzüne bakmak için kafamı geriye çevirdiğimde filmlerdeki Amerikalılara benzeyen bir teyze gördüm. Yaşlı gözleriyle bana bakıp tebessüm etti. Farkettirmemeye çalışsam da teyzeden gözlerimi alamıyordum. “Türk mü, yabancı mı? Yabancıysa Türkçe biliyor mu, yanına gitsem konuşabilir miyim acaba?” diye kendi kendime düşünüp teyzeden bir işaret beklerken o garip bir konuşma şekliyle “Yanıma gelsene!” dedi.

Bir an için duraksadım, “Acaba içimden geçenleri mi hissetti?” diye düşündüm, sonra hemen toparlanıp sessizce yanına gittim. Çantasından bir Türk çikolatası çıkardı. Kendisini tanıtıp adımı sordu. Tanışırken de bana çikolatayı vermek istedi. Her ne kadar almamak için direnmek içimden geçtiyse de söz konusu en sevdiğim çikolata olunca “Hayır” diyemedim ve teşekkür edip çikolatayı aldım. O an baktım ki, alt kattaki herkes dağılıyor. Ben teyzeyle tanışmanın yolunu araştırırken ders bitmişti ve aşağısı boşalıyordu. O sırada ders boyunca ağlayıp uyuyakalan küçük çocuk uyanıp elimdeki çikolatayı gördü; bunun üzerine ben de teyzeden müsaade isteyerek çikolatayı o çocuğa verdim. O yabancı teyzeyle bir kere daha göz göze geldik ve bana;
 “Yoksa sen de o cömert çocuklardan mısın?” dedi. Tabii ben onun bu sözüne bir anlam veremedim;
 “Anlayamadım Teyzeciğim? Hangi çocuklar?”
Teyze benim şaşkın şaşkın sorduğum soru karşısında tebessüm ederek anlatmaya başladı;
“Ben buraya Amerika’nın uzak bir eyaletinden geliyorum. Önceleri farklı bir dine mensuptum. Ama birkaç tane müslüman arkadaşım vardı. Onlarla sık sık görüşürdüm. Bana İslamiyeti anlatır, sorduğum sorulara cevap verirlerdi. Fakat bir türlü içimden gelmezdi müslüman olmak. Televizyonda, gazetelerde müslümanlarla ilgili bir sürü kötü haber vardı. Benim arkadaşlarım çok iyi insanlara benziyorlardı ama onların dinine girmem için mi bana iyi davranıyorlar diye düşünmekten onlara bir türlü tam olarak güvenemiyordum.

 Geçen sene beni Türkiye’ye davet ettiler. İçimdeki bir sürü endişeyle İstanbul’un yolunu tuttum. Her gittiğim yerde tarifi imkansız bir misafirperverlik, sevgi ve cömertlik gördüm. Birgün fakir bir aile beni evlerine misafir etti. Evet gerçekten fakirdiler; evleri çok sadeydi. Fakat öğrendim ki, o evin sahipleri kendi ihtiyaçlarını zor karşıladıkları halde muhtaç öğrencilere yıllardır burs veriyorlarmış. Onların bu fedakarlığına çok şaşırmıştım. Ama beni asıl büyüleyen ve İslam’ı kabul etmemi sağlayan o evin küçük kızı oldu. Senin gibi tatlı bir çocuktu o; adı da Selma idi. Yanıma alıp Selma’yı biraz sevdikten sonra ona dedim ki; “Biliyor musun, çok yakında benim de bir torunum olacak!” Daha ben sözümü bitirir bitirmez Selma kalkıp yanımdan uzaklaştı. İçimden, “Herhalde kıskandı” diye düşündüm. Az sonra Selma, elinde tatlı, uzun, sarı saçlı bir bebekle geldi. Bebeği bana uzatarak beni çok sevdiğini, onun için torunuma onu hediye etmek istediğini söyledi. İşte o an, adeta dünyam değişti. Dedim ki kendi kendime; “Türkiye’de tanıdığım bu insanlar, nasıl bu kadar cömertler? Babası burs veriyor, annesi öğrencilere kazak örüyor. Yetmezmiş gibi küçücük kız da en sevdiği oyuncağını daha doğmamış bir bebeğe hediye ediyor. Allahım, bunların çocukları bile çok cömert!” Evet, biz büyükler istediğimiz zaman rol yapabiliriz ama çocuklar o kadar temizdir ki, böyle bir cömertliği iyi görünmek için yapamazlar. O günden sonra onlar hakkında hiçbir şüphem kalmadı; ancak gerçek bir dinin bir aileyi bütün fertleriyle bu kadar iyi yapabileceğinden emin oldum ve o minik kız benim hidayetime vesilelilk etti.”
Teyze o kadar güzel Türkçe konuşuyordu ki, sormadan yapamadım;
“Teyze siz Türk müsünüz?” Sorum karşısında bana hafifçe gülümseyerek cevap verdi;
“Aileme asıl huzuru getiren İslam’ı tanımama aracılık eden o güzel insanlarla daha iyi anlaşıp daha çok şey öğrenebilmek için, o günden sonra da Türkçe öğrenmeye karar verdim ve bu kadar öğrenebildim. Ama sizin gibi konuşabilmek için daha çok çalışmam lazım.”

Böyle güzel bir sohbetten sonra teyzeyle ayrılık vaktimiz gelmişti. Teyzenin evine dönmesi gerekiyormuş, onunla vedalaşıp ayrıldık.

O teyzeyle tanışmak bana çok şey öğretti. Ben hep küçük olduğum ve dinim hakkında çok fazla bir şey bilmediğim için üzülür ve kimseye dinimi anlatamadan Furkan gibi küçük yaşta bu dünyadan gitmekten korkardım. Ama anladım ki, başkalarına anlatmaktan önce yapmamız gereken şey dini yaşamakmış. Eğer gerçekten iyi birer müslüman olsak, yalan söylemesek, kimsenin arkasından konuşmasak, mızıkçılık yapmasak, kimseye bağırmasak, annemizi-babamızı üzmesek, cimri olmayıp herkesle her şeyimizi paylaşabilsek, namazlarımızı aksatmadan her gün Allah’ın huzuruna çıksak o minik kız gibi başkalarının müslüman olmasına vesile olabiliriz. Yeter ki samimi olalım, başkası görsün diye değil, sadece Allah’ı hoşnut etmek için yapalım. Böylece insanların hidayetine vesile olmak için büyümeyi beklemek zorunda kalmayalım.

Ha bu arada ilk fırsatta marketten oyuncak bir araba alacağım. Belki bir yabancı teyze de bizim evimize gelir. Bir de bugünkü derste karalarla kaplı kalbime nefes aldırmanın yolunu da öğrenmişken vakit kaybetmeden temizliğe başlayacağım. Artık inanıyorum ki, ben af dilersem Allah da affedip kalbimi kirlerden temizleyecek. Eğer şimdi temizlemezsem en ufak kirler bile yıllar sonra bana zarar verebilirmiş.

Neyse ki etrafımda beni seven, bana doğruları anlatan bir ailem var ve şu an herkese nasip olmayacak bir yerde, bir sürü nurlu insanla aynı safta namaz kılabiliyorum.

Bu arada annem akşam namazını beklerken Sızıntı dergisi okuyordu; bir aralık baktım gözleri yaşlı, ağladığını bana hisettirmemeye çalışıyor. Ama ben anlamaz mıyım annemin yüzündeki hüzün çizgilerini? Koştum yanına. Ne okuyorsa bana da anlatmasını istedim. Sizin de ilginizi çekeceğini düşündüğüm için ben de size anlatacağım. Birgün bir tane doktor amca Konya’da çalışmaya başlayacakmış. Oraya ilk gittiği akşam, tren istasyonunun yanındaki bir evde misafir olarak kalmış. Yol yorgunluğundan ötürü artık yatmak istemiş ama ev sahibi ona kalacağı yeri gösterip yatmasını söylemediği için de o yorgun haliyle oturmak zorunda kalmış. Sonunda dayanamayıp evdeki yaşlı bir Hacıanne’ye sıkıla sıkıla ne zaman yatacaklarını sormuş. Teyze de “Son tren gece on birde geliyor, ondan sonra yatarız.” demiş. Doktor amca da, “Başka birisi daha mı gelecek, kimi bekliyorsunuz?” diye sormadan edememiş. İşte annemi ağlatan o teyzenin verdiği cevapmış; “Trenden burada kalacak yeri olmayan veya yolu bilmeyen biri iner de gece gece ışığı yanan bir ev göremezse sokakta kalır. Yabancı birisi geldiğinde kapısını çalabileceği, ışığı yanan bir ev bulsun diye bekliyoruz.” demiş.

Ne kadar güzel değil mi? Sadece kendisi için yaşayanların çoğunlukta olduğu bir zamanda, başkalarının yatacağı yer için bile sancı çekip uykusuz kalan güzel insanlar da var bizim dünyamızda.

Sevgili Arkadaşlarım, sizin de buraya gelebilmeniz ve etrafına ışık saçan o insanlarla bir kerecik olsun beraber olabilmeniz için dua ediyorum. Kim bilir, belki birgün sizin de buralara yolunuz düşer. İşte o zaman bilin ki burada ışığı hiç sönmeyen bir bina var.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Her şey sanki bir rüya!

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Babamla annem daha önceden yolculukla ilgili bütün işlemleri halletmişler ve bana da büyük bir sürpriz yapmışlardı. Geçen hafta babam bana “Seni suyun ötesine götüreceğim” diye söz verince sözünü bu kadar çabuk yerine getireceğini tahmin etmemiştim. Dokuz saatlik uçak yolculuğundan sonra suyun ötesindeki topraklara ayak bastık. Daha önce hiç uçağa binmemiştim. Cam kenarına oturmak istedim ama tam kanat hizasına oturduğumuzdan dolayı bulutları ve üstünde uçtuğumuz yerleri iyice göremedim. Görebilmek için başımı geriye çevirmem gerekiyordu. Sonunda biraz boynum ağrısa da değdi doğrusu! Daha sonra dört saatlik bir araba yolculuğunun ardından varabildik misafir kalacağımız yere. Araba yolculuğumuz boyunca bizi sağlı sollu geçen lüks arabaları izlemekten kendimi alamadım. Aynı yabancı filmlerdeki gibiydi. Hiç bu kadar güzel arabayı bir arada görmemiştim.

Gece boyunca uyumama rağmen hâlâ yol yorgunluğunu atamayınca sabah namazından sonra da yatağa hafifçe uzanmıştım ama öğlene kadar uyuyakalmışım. Öğle namazını evde kıldıktan sonra babamla beraber yaprağı dökülmüş ağaçlarla dolu o uzun, ince yolda üç katlı bir binaya doğru yürüdük. Etrafta kar vardı. Bizim oralar bu kadar soğuk olmadığından yanımıza aldığımız kıyafetlerim çok fazla kalın değildi; bu yüzden oraya varana kadar dondum. Bir sürü çocuk vardı etrafımda, kimisi benimle aynı yaştaydı. Onlarla tanışmayı iple çekiyordum.

Çok farklı hissettim kendimi üç katlı evden içeri girince. İlk önce soğuktan sıcacık bir yere geldiğim için zannettim. İçerideki amcalar çok iyi insanlara benziyorlardı. Oraya gitmeden evvel babam bana iyice tembih etmiş; “Aman oğlum içeride koşayım, konuşayım deme. Benim yanımdan da ayrılma. Seni bazı amcalarla tanıştırmak istiyorum.” demişti.

Orada, ne zamandır babamın hayranlıka bahsettiği bazı yazar arkadaşları da vardı;

“Baba, hani “bunlar suyun ötesinden” deyip internetten bazı şeyleri anlatıyordun ya, onu hazırlayanlarla da tanışabilecek miyim?” Babam “evet” manasında kafasını sallayınca neredeyse havalara uçacaktım. Aslında asıl sormak istediğim başkasıydı ama soramadım. Bazı arkadaşlarım, her zaman kasetlerden sesini duyduğumuz, televizyonda gül yüzünü seyrettiğimiz o büyük insanı görmenin herkese nasip olmadığını söylemişlerdi. Gerçi bir sürü kusur ve hatamla onun karşısına çıkmaya da çekiniyordum. Çünkü onun gibi kimselere Allah’ın, insanların içinden geçenleri hissettirdiğini, günahlarla kirlenen ve yaralanan kalbleri okutturduğunu duymuştum. Keşke o beni görmese ama ben onu uzaktan da olsa görebilseydim.

Bu duygularla öğle yemeğini yiyeceğimiz yere gittik. Annemin evde hazırladığı çeşit çeşit yemekler yoktu burada. Yemekler pek sadeydi ama tatları çok güzeldi. Recep yanımda olsaydı, “psikolojik” derdi. Ama ne yapayım buradaki her şey çok güzel görünüyordu bana. Yusuf Dede; “Mekanı güzelleştiren insanlardır.” derdi hep. Sanki binlerce kilometre uzakta değil de, Türkiye’deymişim gibi hissediyordum kendimi o güzel insanların arasında.

Normalde çok konuşkan olmama rağmen, nedense ilk kez gittiğim yerlerde, çevreye alışana kadar bir süre kimseyle konuşmadan etrafımı seyreder, insanları tanımaya çalışır, kitapları, eşyaları incelerim. Arkadaşlarım hep dalga geçerler benimle, “çok yabanisin” derler. Anlamıyorum onların bu tavrını, ne var ki bunda, ben insanlardan önce eşyalarla tanışıyor, kitaplarla dost oluyorum. Böylece bir odada tek başıma kalsam bile sıkılmıyorum. Furkan’la oynadığımız tefekkür oyununu herkes bilmiyor; bu yüzden ben de tek başıma etrafımdaki eşyalardaki farklı özellikleri bulmaya çalışıyorum, tefekkür oyunu oynuyorum.

Ben etrafımdaki bir sürü amcaya, arkadaşlara rağmen çevreye alışmaya çalışırken bir ezan sesiyle kendime geldim. Bizim mahalle camisindeki ezan gibi değildi, mikrofonsuz okunuyordu. Doğruca sesin geldiği yere koştum. Kocaman, nur gibi bir abi güzel sesiyle ikindi ezanı okuyordu. Hani ezansız yerler varmış demiştim ya, işte bu ülke de öyle, ama nasıl ki bir gül gittiği her yeri kendisi gibi gül kokutur, buradaki abiler de burayı kendileri gibi güllerle bezemiş, gülşene çevirmişler. (Bu çocuk gülşeni nereden biliyor demeyin; Gül Yüzlü’yü dinlemişseniz, onun gül bahçesi demek olduğunu siz de bilirsiniz.) Ezan bitince ilk o abiyle tanıştım. Namazı camideki gibi cemaatle kılacağımızı öğrenince koşup abdest aldım; o ezan okuyan abiyi buldum ve hemen yanına gidip namazı yanında kılıp kılamayacağımı sordum. İstediğim yerde kılabileceğimi söyledi. Her şey gibi orada namaz kılmak da çok güzeldi. Farz için imamı bekliyorduk. O abiye “Namazı kim kıldıracak?” diye sordum; tam abi cevap verecekken salonda bir hareketlilik oldu, herkes ayağa kalktı. Abi sorumu gözleriyle işaret ederek cevaplamıştı. Abinin işaret ettiği yere doğru baktığımda gözlerime inanamadım. Aramızda bir kaç adım bile yoktu. Rüyamda bile görmeyi hayal edemediğim insana çok yakındım. Hemen amcaların arkasına doğru saklandım. Beni görüp ne kadar kötü bir çocuk olduğumu anlayacak diye korkuyordum.

Namazımızı kılıp dua ettikten sonra bizim olduğumuz geniş salona geldi yine Ayyüzlü insan. Ben hemen kalkıp odanın dışına çıktım ve kapının bir köşesinden onu seyretmeye koyuldum. Bütün çocuklar onun yanına gidip elini öpmeye çalışıyorlardı; fakat, tavırlarından el öptürmeyi sevmediği anlaşılıyordu. O, yanına gidenlere çikolata veriyor; ellerini öptürmeden hepsinin başlarını okşayıp mütebessim bir çehreyle onlara bakıyor ve sonra da dua eder gibi dudaklarını kımıldatıyordu. Ben de yanına gitmeyi çok istedim ama bir türlü cesaret edemedim. O sırada Ayyüzlü, “Kapının yanındaki tomurcuğu da çağırın, yanıma gelsin” deyince herkes bana bakmaz mı? Az kalsın heyecandan kalbim duracaktı. Kaçmak istedim ama herkes bana doğru bakınca yapamadım. Ya benim ne kadar yaramaz bir çocuk olduğumu anlarsa ve beni sevmezse? Yanına gitmekten çekiniyordum ama ona biraz yaklaşınca bütün korkularımın birden bire geçtiğini hissettim ve garip bir cesaretle elini öpmeye yeltendim. Kimseye izin vermemesine rağmen, herhalde benden öyle bir şey beklemiyordu ki, o daha ne olduğunu anlayamadan ben o pamukçuk elleri alnıma sürmüştüm bile. Babama benimle beraber fotoğraf çektirme sözü de vermiş, onu da isteyecektim ama daha sonraya sakladım. Başımı okşayıp bana da çikolata verdi.

O sırada bir abi “Hocam, çocuklara çikolata verdikten sonra dua eder gibiydiniz. Neler söylüyordunuz?” dedi. O da cevap verdi. “Şu çocuklar küçücük ellerini açıp önüme gelince, onlara karşı o kadar merhamet ve şefkatle doluyorum ki, canımı isteseler veresim geliyor. Sonra da içimden Rabbime sesleniyorum. “Allahım, ben şu çocuklardan daha muhtacım. Sen de herkesten daha merhametli ve daha cömertsin. Senin rızan için şu çocukları sevindirdiğim gibi, Sen de benden hoşnut olarak bu aciz kulunu sevindir. Ellerimi boş çevirme Allahım” diyorum.”

O anı bir görmeliydiniz. O kadar içten konuşuyordu ki, onun neden bu kadar çok sevildiğini şimdi daha iyi anlıyordum. O an kendi kendime bir karar da verdim: Artık ben de hem çikolata isterken hem de birine çikolata verirken aynı zamanda ellerimi Allah’a uzattığımı düşünecek ve beni de sevmesini isteyeceğim.

Daha sonra iki tane abi soru sordular, Ayyüzlü onlara cevap verirken duyduklarım beni çok şaşırttı. Kendisine çok büyük kötülükler yapan birileri varmış. Onlara tam beddua edecekken Cehennemi hatırlamış ve onların Cehennemde yanma ihtimalleri aklına gelince hemen hakkını helal ettiğini söyleyerek “Allahım onlara hidayet eyle” diye dua etmiş ve ağlamış. Bunu anlatırken de yanaklarından yaşlar akıyordu. O kadar kötü insanlara bile kötü bir şey olsun istemiyor, halbuki ben öyle miyim? Bir keresinde bizim mahalleye yeni taşınan bir komşumuz vardı. Onun çocuğu biraz yaramaz birisi. Hem o kadar çağırmamıza rağmen bizim oyunumuza katılmıyor, hem de topumuzu kapıp patlatıyordu. Birgün, benim topumu alınca çok sinirlenmiş ve “Kolu kırılsın da yaptığını anlasın” diye beddua etmiştim. Şimdi anladım ki, meğer o gün çok yanlış yapmışım. Bir insan dinimize zarar vermek için bir şey yapmadığı sürece onun başına kötü bir şeyin gelmesini istemek yanlışmış. Hatta öyle büyük bir günah işleyenler hakkında bile en fazla “Allahım, ona da doğru yolu göster; fakat, onun kalbi tamamen ölmüşse, o zaman da Sana havale ediyorum” denirmiş. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” gibi bir sözü nakletmişti babam. Galiba, böyle merhametle hareket etmek, Allah’ın merhametini kazanmak için de gerekliymiş. Ama artık akıllandım; bundan sonra topumu alıp patlatsalar, kitaplarımı karalayıp sayfalarını yırtsalar, odamda eşyalarımı karıştırıp oyuncaklarımı benden izinsiz alsalar bile kızmayacağım; kızsam da onların başına kötü bir şey gelmesini istemeyeceğim.

Keşke bütün arkadaşlarım buraya gelebilseler de onun elini öpüp ondan çikolata alabilseler. Biliyor musunuz, çikolatalarımı yemeyip saklayacak ve Türkiye’ye dönünce Recep ve diğer arkadaşlarımla paylaşacağım!.. Eğer hepinize yeteceğini bilseydim ve gücüm de yetseydi, evlerinizi tek tek ziyaret edip bir parça çikolata da size vermek isterdim. Fakat, onu yapamasam da, Kırık Testi ve Bamteli vesilesiyle büyüklerimizin aldığı tatlar gibi, ben de burada kaldığım süre içinde Ayyüzlü’den dinlediklerimi size aktarmaya ve görüp duyduklarımı sizinle paylaşmaya çalışacağım.

Ne olur bana dua edin de her duyduğumu anlayayım, her gördüğümü değerlendireyim ve size de daracık bir pencereden küçük küçük ışıklar yansıtayım.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Asansörden Hiç İnmeyin!..

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Geçen hafta bir vefat haberi dolayısıyla çok üzüldük, hatta ağladık. Teyzemin oğlu, Furkan, benden bir buçuk yaş küçüktü. Bir süredir hastaydı, hastanede de yatmıştı; birden rahatsızlığı arttı, sonunda da bize kötü haberi geldi.

İki hafta önce okuduğum hikayenin ardından erken yaşta gelen bu ölüm haberi, hikayelerin aslında hayatımıza ayna tuttuğu, içlerinde muhakkak bizden bir parça taşıdığı fikrini uyandırdı bende. Hafta sonu olduğu, ödevlerimi de bitirdiğim için annemler beni de götürdüler teyzemlerin yaşadığı şehre. Bize dört saatlik uzaklıkta oturuyorlardı. Oraya gittiğimizde herkesi çok üzgün gördüm. Teyzemlerle bayramlarda ve yaz tatillerinde görüşürdük. Geçtiğimiz yaz tatilinde üç dört aile yaylaya çıkmıştık. Kendimizce değişik oyunlar bulmaya çalışırdık. Oyunlar genellikle koşmaya, güce bağlı olur ya, bazen de aklımızı, düşünme kabiliyetimizi geliştirmek için, etrafımızdaki her şeyi seyredip inceleyerek onlar üzerinde düşünme yarışması yapardık. En ilginç fikri bulan, çevremizdekiler arasında bağlantı kurup en güzel sonuca varan kişi, diğerlerine ne isterse yaptırabiliyordu. Annem tefekkür diyor bu oyuna.

Bir keresinde yine tefekkür oyununu oynarken çevremizde ağaçlar, böcekler, kuşlar vardı. Bir çalılığın yakınında da ölü bir yılan görmüştük. Böyle bir ortamdaki oyunumuzun sonunda Furkan düşüncelerini anlatırken;

“Ya biz de bu yılan gibi hep yerde sürünseydik, hiç ayağa kalkamasaydık veya şu ağaç gibi dimdik dursaydık da hiçbir yerimizi bükemeseydik, hareket edemeseydik? Geçende bizim caminin imamı, “Namaz Allah’ın verdiği nimetleri farkedip insanın Allah’a daha güzel şükretmesini sağlar” demişti. Onu şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Namazda ayakta dururken ağaçları, eğilip rükuya ve secdeye gidince de yerde sürünenleri, hareket ederken de kımıldayamayan felçli insanları hatırlayabilir ve böylece sıradan gibi görünen hareketleri yapabilmenin bile ne kadar büyük bir hediye olduğunu düşünerek Allah’a teşekkür edebiliriz.” dedi.

Hepimiz farklı şeyler söylemiştik ama oyunu kazanan Furkan olmuş ve diğer dört kişiye bulaşıkları yıkattırmıştı. Kaç saat mutfaktan çıkamamıştık. Bu oyuna en çok annelerimiz sevinmişti. Biraz ağır cezalar verse de yine de çok güzel bir arkadaştı Furkan. İlk defa bir cenaze namazı kıldım. Sonra mezarlığa gittim. Ölümü hiç bu kadar yakından hissetmemiştim. Dikkat etmeden yaptığım hatalarıma mı, teyzemlerimin yaslı haline mi, yoksa Furkan’dan ayrıldığıma mı üzüleyim bilemedim; hâlâ çok farklı duygular içerisindeyim. Allah’tan ahiret var da sevdiklerimizle orada buluşabileceğiz. Yoksa insan nasıl katlanır böyle ayrılıklara?

Aynı günün akşamı eve dönmemiz gerekiyordu. En son otobüs akşam namazı vaktinden önceydi. Abdestlerimizi alıp evden çıktık ve kısa bir süre sonra da otobüsümüze bindik. Henüz bir saat geçmişti ki hava iyice karardı. Babam muavine ne zaman mola vereceklerini sordu. O da, mola yerine varmamıza daha bir saatlik yol olduğunu söyledi. Babam akşam namazının çıkmasına çok az vakit kaldığından bir benzincide on dakikalığına durmalarını istedi. Muavin abi de şoför amcaya haber verdi. Fakat, o bu isteğimizi kabul etmedi. Babam çok sinirlendi, namaz vaktinin geçeceğini bir kere daha hatırlattı. Muavin de “Kaza edersiniz abi!” deyince babam dayanamadı: “Çocuğun tuvalete gitmesi lazım desem mecburen dururdunuz. Ama bize yalan yakışmaz. İlk benzincide durun, biz ineceğiz!..” dedi. Bir türlü anlam veremiyordum. Benzincide nasıl otobüs bulacaktık, hem yolculuğumuz bitince namazımızı kaza etsek ne olurdu ki? Anneme sordum; o da;

“Eve gidince hatırlat da bu konuda konuşalım.” dedi. Gerçekten de otobüsten indik, abdest aldık, uygun bir yerde namazımızı kıldık. Babamın neşesi yerine gelmişti. Bana en güzelinden birkaç tane çikolata bile aldı. Ben “Eve nasıl döneceğiz baba?” diye sorunca;

“Namaz vazifemizi yerine getirdik ya gerisi kolay; elbet Allah bize bir yol gösterir!” dedi.

Babamın namazına çok düşkün olduğunu bilirdim de namaz kılmak için otobüsten ineceğini tahmin etmezdim. Fakat, aradan beş dakika bile geçmemişti ki, babamın bir arkadaşı minibüsüne benzin almak için bizim olduğumuz yerde durdu. Babamla kucaklaştılar, biraz hasret giderdiler. Babam durumumuzu anlatınca, o amca da bizim şehre gittiğini, arabasının boş olduğunu ve yol arkadaşı olmamızın kendisini çok sevindireceğini söyledi. Allah, babamı yalancı çıkarmamıştı. Minibüsün içinde televizyon bile vardı. Film seyrede seyrede yolculuk yaptık. Bir aralık, bizim indiğimiz otobüsün yolda ufak bir kaza yapmış olduğunu ve yolcuların ortada kaldığını da gördük. İnsan üzülsün mü sevinsin mi bilemiyor!..

Eve vardığımızda saat epey geç olmuştu, yatsı namazlarımızı kılıp yatağa giderken zihnim ertesi gün babama soracağım konularla doluydu.

Pazar sabahları kahvaltımız çok güzel oluyordu. Fakat, bu seferki biraz buruktu. Furkan bir türlü aklımızdan çıkmıyordu. Bir ara babama yolculuğumuzla ilgili kafama takılan bazı mevzuları ne zaman konuşabileceğimizi sordum. Saat 9’da oturma odasında buluşmak üzere sözleştik. Hep dakiktir zaten babam. Ne zaman, ne için söz vermişse muhakkak tam vaktinde yerine getirir. Bu sefer de öyle olmuştu. Oturur oturmaz sorularıma başladım;

“Babacığım, geçende annemle birlikte ibadetlerin ne kadar önemli olduğundan bahsetmiştiniz ama dün namaz için otobüsten inmemiz şart mıydı? Neden eve gelip kaza etmedik akşam namazımızı? Biz eğlenmiyorduk ki, yolculuktaydık. Bir de böyle zamanlarda da kaza edemeyeceksek, ne zaman kaza edeceğiz?” Ben ard arda sorularımı sıralayınca babam dayanamadı;

“Kızgın tenceredeki patlayan mısır gibisin oğlum. Peşpeşe sordun sorularını. Bilseydim kalem kağıtla gelir, tek tek not alırdım söylediklerini. Ben bunların hepsini nasıl aklımda tutayım? Cevaplamayı unuttuğum sorun olursa mutlaka hatırlat olur mu?”

“Hangisiyle başlayacağımı bilemedim, hepsini toptan sorayım dedim, nasılsa sen önemli olanı bilirsin.” Babam besmele çekip başladı konuşmaya;

“Namazı kaza etmek ne demek oğlum?”

“Vaktinde kılınmayan namazı daha sonra kılmak, telafi etmek demektir.” Babamın yüzünde üzgün bir ifade beliriverdi;

“Gerçekten telafi edilmiş olur mu sence oğlum? Düşün bir kere; birkaç gün okula gitmesen ve sonra da Cumartesi, Pazar günleri gidip boş sınıfta otursan kaçırdığın derslerini telafi etmiş olur musun? Peygamber Efendimiz bir hadisi şerifinde “İkindi namazını kaçıran bir kişi bir afette bütün çoluk çocuğunu kaybetmiş gibidir.” buyuruyor. Namazın asıl kıymetini anlamış olanlar bir vakit namazlarının kazaya kalmasından bile ciddi ürpermişlerdir. Onlardan birisi olan Arvasi hazretleri “Bir vakit namazımı kaybetmektense dünyaları kaybetmeyi tercih ederim” demiştir. Son zamanlarda nedense namaz konusunda bir vurdumduymazlık var. Namaz sanki önemsiz bir ibadetmiş ve yapılsa da yapılmasa da olurmuş gibi bakıyor bazı insanlar. Halbuki bir mü’min için imandan sonraki en önemli vazife namazdır. Bir insanın Allah katındaki büyüklüğü namazıyla ölçülür. Her eksik namaz, müslümanın müslümanlığında bir gedik açıyor demektir. Bunu böylece bilmek ve buna inanmak lazım. Namazı kazaya bırakma iznine gelince, bu da çok yanlış anlaşılmış, bazıları tarafından da suistimal edilmiş. Biz büyükler bu konuda iyi örnek olamıyor, aynı zamanda da dinimizi senin gibi sevimli çocuklarımıza doğru şekilde anlatamıyoruz. Namaz öyle bir ibadettir ki, Peygamber Efendimiz sahabe efendilerimizle beraber savaşta bile namazı terk etmemişlerdir. Hangi durum vardır ki savaştan daha zor olsun. Ölmekle burun buruna gelen askerler dahi namazı kazaya bırakamıyorlar. Abdest alamayanın teyemmümle, oturamayacak kadar hasta olan birinin de yattığı yerden, başıyla ima ederek namazını kılması gerekiyor. Gelelim dünkü yolculuğumuza. Söyle bakalım oğlum; gerçekten dün namazı bırakacak kadar çok zor bir durumda mıydık?”

Babamın yüzüne bakamadım bile sadece hayır manasında başımı sallamakla yetindim. Çünkü, onu dinleyince namazı hafife aldığımı farketmiştim. Savaştan daha zor bir durum olabilir miydi? Tabiî ki hayır. Fakat, Kur’an’da savaş anında nasıl namaz kılınacağı bile tarif ediliyormuş. Babam sözlerine devam etti;

“Namaz ancak ölümle biten bir vazifedir. Namaz insana, onu hep koruyan, dualarını cevaplayan, içinden geçenleri bilen, her yaptığını gören Yüce bir Yaratıcının gözetiminde olduğunu hissettirir. Böylece insan kötü davranışlardan uzak durmaya çalışır. Bazen günaha girse de namaz sayesinde hatasını hemen anlayıp tevbe eder. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinde “Her kim bir namazı unutur veya ondan gaflet edip uyuya kalırsa, onu hatırladığında hemen kılsın. Onun bundan başka keffareti yoktur…” buyuruyor.”

Babamın sözlerini bir soruyla bölüverdim;

“Baba, sabah namazını kılmak bana çok zor geliyor. Namazın önemli olduğunu biliyorum ama niçin oluyor bu?”

“Namaz iyi bir mü’minle tam inanamamış bir insanın farkını belirler. Mü’minler namaza koşarlarken vicdanlarında haz duyarlar ya da en azından vazife yapıyor olmanın tadını alırlar; diğerleri ise genelde namaz kılmaz, arasıra cemaate katıldıklarında da namazı bir angarya gibi görürler. Mü’minler namaz kılarken içlerine gaflet tohumu düşürmemeye çalışırlar ama öbürleri “Namaz bitse de gitsem” diye düşünürler. Allah Rasulü “Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazlarıdır” buyuruyor. Namaz insanı Allah’a en hızlı yaklaştıran araçtır; geçende de söylemiştim, asansör gibi. Kul, Allah’a yaklaştıkça şeytan sıkıntıdan çatlar ve insanı namazdan uzaklaştırmak için yollar araştırır. Önce namaz kılarken esnetmeye, aklına başka şeyler getirmeye, namazdan sonra da dua etmeden kaldırmaya çalışır. Daha sonraları da namazı geç kıldırtmak için oyunu, televizyonu daha güzel gösterir, “şunu yap sonra kılarsın” dedirtir. Bunu da başarırsa namazı çok zor ve sıkıcı bir ibadet gibi hissettimek için uğraşır. Anlayacağın, o da şeytanın bir oyunu. İçine öyle bir isteksizlik geldiğinde şeytanın seninle uğraştığını hatırla ve onu yen. O zaman daha büyük sevap kazanırsın. Zaten bir insan vazifesini yerine getirince müthiş huzur duyar, lezzet alır. Ebedi bir Cennet’i istiyoruz, ama onu kazanmak için günde yapmamız gereken en önemli şeylerden birisi, topu topu bir saat namaz kılmak. Ayrıca, eğer namazı duya duya kılar, geçiştirmemeye çalışırsak, her namaz arasında geçen saatlerimiz bile ibadete dönüşebilir.”

“Baba, geçen sene camide bir amca birisine, “Namazı öyle kılacağına hiç kılma daha iyi!” demişti. O günden sonra bazen benim içime de öyle bir his geliyor, bu sefer namaz kılmak istemiyor canım.”

Yumuşak bir ses tonuyla konuşan babamın sesi yine sertleşmişti;

“Hiç kimse başkalarının namazına dışarıdan bakıp, “kılmasan daha iyi olur” diyemez. O, dış görünüş itibariyle hızlı kılıyor olabilir, ama biz bilemeyiz; belki o kadar ihlaslı kılıyordur ki, o namazıyla Allah’ın en sevdiği kullardan biri oluyordur. Biz diğer insanlar için hep iyi şeyler düşünmeli asla su-i zan etmemeliyiz. Ama kendi namazımıza gelince hep eksiklerimizi bulup düzeltmeye çalışmalı, Allah’tan bu konuda da yardım istemeliyiz. Namazda eksiklerim var diye namaz terkedilir mi? Dudağında çıkan yara için yemek yemeyi bırakmak gibi bir şey bu. Hem bir elma çekirdeğinde kocaman elma ağacının plan ve programı bulunduğu gibi bizden birinin namazında da –hatta o namazı tam hissetmesek bile– büyük bir velinin namazından bir parça ve bir nur bulunur. O namazla da en azından vazife yapılmış olur.”

Babama teşekkür edip namazlarım konusunda daha hassas olma sözü verdim.

Babamla anneme olan hayranlığım her geçen gün daha da artıyor. Bu kadar şeyi nereden biliyorlar acaba? Gerçi babamı sık sık kitap okurken görüyorum. Ben de onun gibi çok şey bilmek ve hayatımda uygulamak istiyorum.

Hâ bu arada size bir müjdem var. Ben namazıma daha çok dikkat edeceğimi söyleyince babam da bana “öyleyse ben de seni suyun ötesindeki melek yüzlü insana götüreceğim” dedi. Siz hiç merak etmeyin. Ben sizin de selamlarınızı söyleyecek ve orada görüp duyduklarımı mutlaka sizinle paylaşacağım.

Ne kadar heyecanlıyım bir bilseniz!..

Evimizin Önündeki Nehir

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Geçen kar tatilinde komşumuz Recep’lere Ankara’dan misafir geldi. Onlarda beş gün kalıp, şehrimizi gezdiler. Tatil günlerinde, sabah erkenden üstümüzü çok kalın giyinip sokağa çıkıyorduk. Recep’in aynı yaştaki misafir arkadaşı Cem de bizimle beraber oynuyordu. Eve bir tek karnımızı doyurmak gibi ihtiyaçlarımız için girip tekrar sokağa dönüyorduk.

Bizim sokağın hemen aşağısında kocaman bir cami var, upuzun da iki tane minaresi var; oraya çıksam, sanki minarenin ucundan gökyüzüne dokunabilecekmişim gibi geliyor bana. Sokakta kar topu oynadığımız ikinci gün, kendimizi oyuna öyle bir kaptırmıştık ki karnımızın acıktığını bile farkedememiştik. Tam öğle namazı vaktinde minareden ezan sesi yükselince ben oynamayı bırakıp ezanı dinlemek istedim. Recep benim ezan dinlemeyi ne kadar çok sevdiğimi bildiği için hiç garipsememişti, ama Cem bir anlam veremedi ve niye durduğumu sordu, ben de;

“Dedem bir gün ‘Elinizdekilerin kıymetini bilmezseniz, onları kaybedebilirsiniz; bu yüzden elinizden alınmadan kıymetini iyi bilin!’ demişti. Ben de başka ülkelerde ezanın dinlenemediğini ve insanların ezan sesine çok hasret kaldıklarını öğrenince, ezanın kıymetini bilmezsek belki biz de dinleyemeyiz diye korktum. O gün bu gündür ezan okununca ezanı dinler ve Allah’a dua ederim” dedim. Anlattıklarım Cem’e çok ilginç gelmiş olacak ki, şaşkınlıkla beni dinledi ve;

“Ezan okunmasa ne çıkar ki? Bence o kadar önemli değil, hem de çok ses yapıyor. Zaten ben insanların niye ibadet ettiklerini de anlayamıyorum. Mesela, orucun sağlığa faydası olduğunu duymuştum, ama namazın ne yararı var? Günde beş defa işini, oyununu bırakıp insan niye namaz kılsın ki?” dedi. Ben de dilim döndüğünce ibadet hakkında ne biliyorsam anlatmaya çalıştım. Fakat namazla ilgili sorularına cevap veremedim. Kendime o kadar çok kızdım ki! “Allah bizim ibadetimize muhtaç mı?” diye sorunca sadece;

“Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyi O yarattı. Onun her şeye gücü yeter. O bizim için emretti ibadet etmeyi, ibadetlerin çok faydası vardır.” diyebildim. Neredeyse ağlayacaktım, kendimi zor tuttum. Allah’ı çok sevdiğimi söylüyordum ama sorularına bir türlü cevap veremiyordum. Daha sonra karnım acıktı bahanesiyle eve kaçtım.

Eve girdiğimde canım o kadar sıkkındı ki, daha girer girmez annem “Ne oldu yavrum?” diye sordu. Önce anlatmak istemedim. Sonunda kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Cem’le aramızda geçenleri anlattım. Annem her zamanki mütebessim ve iç ferahlatan çehresiyle bana bakıp, üzülmememi, bundan sonra daha fazla kitap okumamı söyledi.

Benim arkadaşlarım hiç böyle şeyler söylemezlerdi. Ama Cem biraz farklı bir çocuktu. Okullarında Din kültürü hocası yokmuş, Din Kültürü dersine sınıf öğretmenleri geliyormuş. Fakat ne sınıf öğretmenleri ne de annesi Cem’in sorularına cevap veremiyorlarmış. Bir kere bir filmde böyle sorular sorulduğunu duymuş, ondan sonra da hep merak etmiş cevaplarını. Ben okuldaki Din Kültürü hocamızdan öğrenebilirdim belki ama Cem’ler o zamana kadar giderler diye endişe ediyordum. Bütün soruların cevabını o gitmeden öğrenmeliydim. Bir ümitle, hepsini anneme sordum, annem de;

“Oğlum, akşam baban gelince çay saatimizde bunları uzun uzun konuşalım, olur mu? Üst kattaki Süheyla Teyzen hastalanmış onun için yemek hazırlayıp hemen götürmem lazım, iş yaparken tam anlatamayabilirim, aceleye getirmeden akşam ayrıntılı bir şekilde konuşalım.” dedi mütebessim bir edayla ve yanağıma bir öpücük kondurdu. Biraz rahatlamıştım. En azından akşam konuşup her şeyi öğrenebilecektim.

Akşam çay saatini iple çektim. Annem, babama o gün olanları anlatmış. Ben sormadan babam elini omzuma koyup konuya girdi;

“Gel bakalım oğlum! Annen bugün başından geçenleri bana anlattı. İstersen önce, ibadete kimin ihtiyacı olduğu sorusundan başlayalım. Şimdi sen söyle bakalım; sana bir öğretmenin her gün hediye alsa, başını okşasa, sıkıntılarını giderse.. ama her gün, hatta günde birkaç defa, ne yaparsın?” Hemen cevap verdim;

“Çok mutlu olurum, gider teşekkür ederim, ben de ona bazı sürprizler yapmak isterim.” Babam duymak istediğini bulmuş gibi;

“Peki, öğretmeninin senin hediyene, teşekkürüne ihtiyacı var mıdır? Sen ondan istemediğin ve hatta bazen yaramazlıklar yaptığın halde sana bir çok ikramlarda bulunuyorsa, senden bir çıkarı olduğu için midir?” Ben kafamı hayır manasında salladım, babamsa sözlerine devam etti;

“Öğretmeninin senin teşekkürün ve hediyene ihtiyaç duymadığı halde ona niye teşekkür edersin?”

“Bana o kadar iyilik yapan birisine karşılık olarak birşey yapma lüzumunu hissederim. Yapamazsam çok üzülürüm.”

“Çok güzel, aslında soruna kendin cevap verdin. Ailemiz, sağlığımız, nefesimiz gibi birçok güzelliği bize kim veriyor? Yediğimiz yemekleri, onların değişik organlarımızla öğütülüp vücudumuz için gereken gıda olmasını ve bize lazım olan her şeyin çevremizde bulunmasını kim sağlıyor? Allah, öyle değil mi?” Ben “evet” dercesine kafamı sallayınca babam sözlerine şöyle devam etti;

“Bir çobanın hikayesini okumuştum ortaokuldayken. Çobana küçüklüğünden beri hiçbir şey öğretmemişler, okuma yazmayı öğrenememiş; kainatı Allah’ın yarattığından bile haberi yokmuş; sadece koyunlarını otlatıp kaval çalarmış. Çoban kırlarda dolaşırken, ağaçları, meyveleri kimin yaptığını merak etmiş, yıllarca düşüne düşüne en sonunda çok yüce bir Zât’ın onları yarattığını aklıyla bulmuş ama insanlarla pek görüşmediği için kimseye o Zât’la ilgili bir şey soramıyormuş. En sonunda ona o kadar güzel meyveleri, ağaçları, çiçekleri gönderen Zât’a teşekkür etmek istemiş ama nasıl yapacağını bilemiyormuş. İçindeki teşekkür etme duygusu o kadar büyümüş ki, kendini tutamamış, yere yatmış, kalkmış, mutluluktan olduğu yerde dönmüş, yuvarlanmış, secdeye kapanır gibi hareketler yapmış. Yine kendince teşekkür ettiği birgün din adamları çobanın bulunduğu yerden geçiyorlarmış ve onu öyle görünce ne yaptığını sormuşlar; çoban bütün meyveleri, güzellikleri verene teşekkür ettiğini söyleyince, onlar da ‘Bütün kainatı yaratan Allah bize teşekkür etmenin yollarını öğretmiş, onların en kapsamlısı da namazdır. Biz de sana namazı nasıl kılacağını anlatalım.’ dedikten sonra çobana namazı ve başka bazı ibadetleri öğretmişler.

Bunlardan da anlaşılacağı gibi, ibadetlere bizim ihtiyacımız vardır, Allahın değil. Belki şöyle bir örnek konuyu daha iyi açıklayabilir; güneş insanlara ışık ve ısı verirken insanlardan bunun karşılığında ne bekler? Dünya insanları sırtında gezdirirken onlardan bir yardım ister mi?”

Annem o sırada elinde bir kitapla gelip orada çok ilgisini çektiğini söylediği bir yeri bize okumak istedi;

“Bir doktor lütuf ve merhametiyle fakir kimseleri ücretsiz tedavi etse, ilaçlarını verse, ‘Bu doktorun ne çıkarı var da fakirleri bedavaya muayene edip ilaçlarını veriyor?’ denilmez. Ancak teşekkür edilir, zira doktorun fakirlerden ne beklentisi olabilir ki? İşte Allahu Teâlâ da bu kainatı lütfuyla bize hizmetkâr yaptığı gibi, ibadeti de yine lütfuyla emrediyor ki insanlar huzurlu yaşasın. Tıpkı bir makinayı icad eden kişinin makinanın bozulmaması için nasıl kullanılacağını bir kullanım kılavuzunda yazması gibi…”

Allah’ın bize ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını anlamıştım ama daha öğrenmem gereken çok şey vardı;

“Namazın Allah’a teşekkür etme biçimlerinden biri olduğunu anladım; fakat, başka bir faydası yok mu baba?”

“Daha önce insanın sadece vücuttan ibaret olmadığından, akıl, ruh, kalb gibi yapılarının da varlığından bahsetmiştik hatırlarsan. İşte vücudumuz için su neyse, ruhumuz için de namaz odur. Su içen insanın ferahlaması gibi namaz da ruhumuzu ferahlatır. İnsana huzur verir. Namaz her şeyden önce insanın Allah’la irtibatını sağlar. İnsan sadece yemek, içmek, uyumak, eğlenmek, çalışmak için yaratılmamış. İnsanın Rabbini tanıma ve O’na kulluk edip emirlerinden dışarı çıkmama gibi vazifeleri var. Ama başka işlere dalınca asıl vazifesini unutan insan, namazla günde beş defa Allahla irtibatını tazeler. Her namazında ‘Rabbim verdiğin bütün nimetler için sana hamdederim, birgün bu dünyada yaptığımız her şey için Sana hesap vereceğiz, Senden yardım istiyoruz Allahım, bu dünyada yapmamız gereken işlerimizde bize yardım et ve en sonunda da Senin güzel nimetler verdiğin kimselerle beraber eyle bizi!’ diyerek Allah’a dua eder. Bu, insana müthiş derecede huzur verir.” Babam çayından bir yudum daha alırken annem sözü devraldı;

“Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde ‘Beş vakit namaz, herhangi birinizin evinin önünden akan ve günde beş defa yıkandığı suyu bol bir nehre benzer. Allah, beş vakit namaz sayesinde günahları temizler.’ buyuruyor. Demek ki namazın faydalarından biri de insanı günahlarından temizlemekmiş. Bir de her gün Allah’ın huzuruna gelip O’ndan yardım isteyen bir kul kolay kolay günah işleyemez. Namaz böylece insanın geçmiş günahlarını temizlemekle kalmıyor, onun yeni bir günah işlemesine de engel oluyor. Tabii bunun için namazı çok sevmek ve onu en güzel şekilde kılmak için hassasiyet de gereklidir. Namazdaki her bir hareketin ayrı ayrı özellikleri, manaları vardır. Her birini hakkıyla yerine getirmek gereklidir. Peygamber Efendimiz ‘Her namazınızı veda namazı gibi kılın’ buyuruyor. Hani bize ömrün çok az kaldı, bu son namazın deseler o namazı özene bezene kılarız ya, işte her namazımızın öyle olması gerekiyor.”

Aklıma okuduğum bir şey gelmişti, onu sorma ihtiyacı hissettim;

“Baba insan ölünce ilk sorulacak şey namazlarıymış doğru mu?”

“Evet, çok doğru oğlum, çok güzel bir soru sordun. Namaz bir mü’mini bir kafirden ayıran en önemli özellik olarak anlatılıyor dinimizde. Peygamber Efendimiz ahirette müminleri abdest alırken suyu değdirdikleri yerin parlaklığından ve namazda alınlarında oluşan secde izlerinden tanıyacak ve onlara özel muamelede bulunacaktır. Namaz, müminin en güzel özelliğidir ve onun önemini bir insana öldüğünde sorulacak sorularla alakalı olan şu hadis-i şeriften de anlayabiliriz; ‘İlk defa sorulacak şey namazdır, namazınız tastamam ise kurtulursunuz.’ Namaz müminin miracıdır; yani ona, Allah’a yükselten asansör de denilebilir. Yüz katlı bir apartmanın en üst katına çıkmak için merdivenleri mi kullanırsın, yoksa asansörü mü?”

“Asansör varken o kadar kat yürüyerek çıkılır mı baba?”

Annem namazla ilgili başka bir konudan daha bahsetmak istediğini söyleyerek;

“Kainattaki bütün varlıklardan çok daha özel olarak yaratılmış insanoğlunun namazı sadece kendisiyle de alakalı değildir. Hani başbakan bir okula ziyarete gelse, ona bir çiçek verilir, o çiçeği de bütün öğrenciler adına okulun en çalışkan öğrencisi verir ya, insan da bu kainatın en çalışkan talebesi gibidir. Allah’a ibadet ederken, bütün bitkilerin, hayvanların ibadetlerini de Allah’a sunar.”

“Baba, namazı çok seviyorum ama bazen oyunumu bırakıp namaz kılmakta zorlanıyorum. Günde beş defa, hem de ömrümün sonuna kadar yapacağımı düşününce hepten zor geliyor.”

“Oğlum senin içinden geçen o sözleri Şeytan sana söylettiriyor. Bir insan eğer her gün aynı şeyi yapmaktan bıkacak olsa en önce yemekten, içmekten, uyumaktan bıkardı. Şeytan insanın namazla çıktığı mertebeleri bildiği için ona namazı zor gösterip, insanı namazdan uzaklaştırmaya çalışıyor. Allah bize namaz kılmayı emretmiş ve sonunda da ebedi bir Cennet vereceğini söylemiş. Ben sana karnende güzel notlar olursa bir hediye vadediyorum, sen de kırılıp yok olabilecek ya da hemen bozulabilecek o hediye için bir sürü çalışıyorsun. Cennet gibi hiç eksilmeyecek, bitmeyecek ve nimetlerine zarar gelmeyecek bir hediye için, 24 saat olan bir günün sadece bir saatini Allah’a vermeye ve O’nun emrettiği şeyi yapmaya değmez mi? Hem bazen insanın sıkıntılı zamanlarında ve isteksizce kıldığı namaz daha makbul olabilir Allah katında. İnsan mutluyken ve içinden geliyorken birçok şeyi rahatlıkla yapabilir, ama sıkıntısına ve isteksizliğine rağmen sadece Allah için ibadet ederse, bundan dolayı daha çok sevap kazanabilir.”

Annem birşey daha ekleyerek konuşmamızı tamamladı;

“Yalnız unutmamamız gereken bir şey daha var ki, bir müslüman ibadetleri kendisine faydası olduğu için değil, sadece ve sadece Allah emrettiği için yapar. Bununla beraber, yaptığı ibadetlerden bir kısım faydalar görüyorsa onlar da Allah’ın ayrı bir lütfudur. Fakat bir mü’min, Allah’ın emirlerini sorgulamadan kabul etmesiyle ve Allah’a teslimiyetiyle diğer insanlardan ayrılır.”

Sevgili anneciğim ve kıymetli babacığımdan dinlediğim bu çok güzel bilgilerden sonra artık bu konuyla ilgili aklıma takılan soru kalmamıştı. Zaten saat de epey geç olmuş ve uykum gelmişti. Yine güzel şeyler öğrenerek tamamladığımız bir gün daha bize nasip ettiği için Allah’a hamdederek odama gitmek istiyordum ama “Küçük yaşta ibadet etmeye ne gerek var?” diyenler için seçtiğim bir hikayeyi de sizinle paylaşmadan uyuyamayacağımı biliyordum. Sizi Allah’a emanet ediyor ve namazlarımın hakkını verebilmem için dualarınızı bekliyorum.

İşte hikayem:

Çok çalışkan bir öğrenciydi. Derslerine çok güzel çalışır, arkadaşlarıyla hiç kavga etmez, kimseyi kırmamak için özen gösterirdi. Okuldan eve geldikten sonra gücü yettiği kadar annesine yardım ederdi. Futbol oynamayı da pek severdi. Bunlarla beraber namaza karşı büyük ilgisi, sevgisi, hassasiyeti vardı. Hangi şartlarda olursa olsun, ezan okunduğunu duyunca, yaptığı işi bırakır hemen camiye koşar, abdest alır, namazını kılardı.

Yine arkadaşlarıyla futbol oynadıkları bir gün, ezan sesini duyar duymaz arkadaşlarından müsaade isteyip camiye gidecekti ki içlerinden biri; “Seni hep camiye giderken görüyorum. Biz daha çok genç değil miyiz? Bizim oynayıp, eğlenmemiz gerekmez mi? Bizim köyde herkes namaza yaşlanınca başlar.” dedi.

Arkadaşından bu sözleri hiç beklemiyordu; üzüntüsünü ele veren bir ses tonuyla, “Sen gençken ölenleri duymadın mı? Ne zamana kadar yaşayacağını nereden biliyorsun? Allah bize namaz kılmamızı emretmiş. Ya namazlarımızı kılamadan hesap vermek üzere öbür dünyaya gidersek?” diye cevap verdi.

Arkadaşı hiç umursamadan dalga geçmeye devam etti; “Geç bunları, gençken ölen kimi gördün? Sen git kıl namazını, ben yaşlanınca kılacağım.” Arkadaşının bu sözlerine üzülen genç yine nezaketini bozmadan müsaade isteyip camiye gitti.

Aradan birkaç hafta geçmişti ki, mahallelerinde bir kalabalık gördü genç. Beraber futbol oynadığı, “Ben yaşlanınca namaz kılacağım!” diyen arkadaşı bir tabutun içinde musalla taşına doğru götürülüyordu. Ne yazık ki camiye kendi ayaklarıyla girmeyi planladığı zamana kadar yaşayamamıştı, bütün borçlarıyla hesap vermeye gidiyordu…

Artık Kimseyi Kıskanmayacağım!…

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Babam, televizyonda bir sürü kötü program olduğunu, bundan dolayı da onların bazılarını seyredemeyeceğimizi anlatmıştı. Biz de neleri izleyebileceğimize ailece karar verdik. Tabii ödevlerimizi bitirmiş olmak en önemli şartıydı babamın. Perşembe akşamları hataların insanı en sonunda nereye götüreceğini her hafta farklı insanların hayatlarından örnekler vererek öğreten bir film vardı. Ben de onu kaçırmamak için, okuldan döner dönmez ödevlerimi bitirdim. Bir hafta merakla bekleyip başlama anını iple çektiğim dizi nihayet başladı, kıskanç bir genç kızın hayat hikayesiydi bu haftanın konusu. Babam, kızın yaptıklarını gördükçe sürekli “Allahım bizi hasedcilerin şerrinden koru, Allahım bizi çevresindekileri çekmeyen kıskanç kimselerden eyleme!” diyerek dua ediyordu. Kıskançlığın ne olduğunu biliyordum da “hasedci”nin manasını anlamamıştım. Babama soracaktım ama hem babamı dinleyip hem de televizyonu seyredemeyeceğim için filmden sonra sormaya karar verdim.

Filmdeki kız insanların mutluluğunu, başarılarını çekemiyordu. Bir sürü insana zarar verdikten sonra da öldü ve bunların hesabını vereceği, vicdanıyla yüzleşeceği yere gitti. Hiç kimsenin yalan söyleyemediği o yerde, yaptıklarının her birini teker teker itiraf etti ve dünyaya geri dönüp hepsini telafi etmek için bir şans istedi. Artık geriye dönüş olmadığını öğrenince de çaresizlik içinde tevbe etmeye çalıştı. Fakat, pişman olsa da artık çok geç kalmıştı; çünkü, öldükten sonra yapılan tevbelerin hiçbir faydası olmuyormuş.

İzlediğim filmler beni her zaman çok etkiler. Oradaki insanlarla kendimi kıyaslarım, benim de onlar gibi olup olmadığıma bakarım; iyi hareketlerini kendime örnek alıp, kötü davranışları yapmamaya karar veririm.

Bu sefer de “Acaba o kızın yaptıklarını yaptım mı, insanları kıskanıp onlara zarar verdim mi?” diye düşünürken uyuyakalmışım. Rüyamda öğretmen olduğumu gördüm. Öğrencilerim bana hased ne demek diye soruyorlardı ama ben onlara bir türlü cevap veremiyordum. Manasını bilemediğimi söylemek de zor geliyordu. En sonunda “Bilmiyorum” derken uyandım. Bir soruya bile cevap veremeyince terlemiştim. Acaba ahirette sorulan sorulara nasıl cevap verecektim. Sabah oldu zannetmiştim, meğerse kanepenin üzerinde beş dakika uyuklamışım ve rüyayı da orada görmüşüm. Uyanır uyanmaz babama sordum; “Hasedci ne demek, babacığım?”

“Hasedci, kendinden başkasının güzelliklere sahip olmasını çekemeyen, onlardaki güzelliklerin yok olmasını isteyecek ve bundan da mutlu olacak kadar diğer insanları kıskanan kimseye denir oğlum. Filmden dolayı mı sordun?”

“Evet babacığım! Bir insan başkasının zarar görmesinden nasıl mutlu olabilir ki? Düşmanı değil, o insan ona hiçbir şey yapmamış. Anlayamıyorum baba…”

“Haklısın Talip! Anlamak çok güç. Fakat buna bir hastalık olarak bakarsak daha iyi anlayabiliriz sanırım. ”

“Nasıl bir hastalık baba?”

“İnsan sadece bedenden ibaret değil. Onun göremediğimiz daha pek çok yanı var; aklı, ruhu, vicdanı gibi… İnsanın midesi nasıl acıkırsa, ruhu da gıdaya ihtiyaç duyar; bedeni hastalandığı gibi, ruhu da hastalanır, yaralanır.”

“İnsan isteyerek hasta olmaz ki baba! Eğer haset de bir hastalıksa insanın sorumlu olmaması gerekmez mi?”

“Bu dünya bir imtihan yeridir, oğlum. Ahirette verilecek ebedi mükafatların ya da cezaların hak edileceği bir imtihan yeri. Tabii her sınavın soruları, zorlukları olacaktır. Testlerde şıklar olur da sen onlardan birini seçersin ya, işte Allah da insanları birbirinden farklı yaratarak önlerine bir sürü şık koymuş ve Şeytanın oyunlarına kanmamaları için de uyarmış onları. Allah her insana bazı özellikler vermiştir. Bedenimize eli tutmak, ayağı yürümek, gözü görmek için; ruhumuza da sevmeyi Allah’a yöneltmemiz, nefreti kötülükler ve şeytana karşı hissetmemiz, hırsı da zorluklar karşısında yılmamamız için yerleştirmiş. Elinle yürümeye kalkışsan elini incitirsin, aynen öyle de ‘hırs’ı ibadetleri yerine getirmek, şeytanla mücadele etmek için değil de dünyadaki malı mülkü kazanmak için kullanırsan ruhunu hasta edersin. Onu vaktinde tedavi etmezsen de hastalığın ilerler, kanser gibi ruhunun her tarafına yayılır, sağlam olan uzuvlarını da işe yaramaz hale getirir. Görüldüğü gibi manevi hastalıkların sebebi insanın kötü kullanımlarıdır. Bundan dolayı insan, manevi hastalıklarından sorumlu tutulur.”

“Hırs ile hasedin ne gibi bir bağlantısı var baba?”

“Dünya insanın bütün isteklerini karşılayamayacak kadar küçük bir yerdir! Bu dünyada elindekiyle yetinmesini bilmeyen ve hırsla daha fazlasını isteyen insan bunların hepsine ulaşamaz ve çevresindeki insanların sahip olduklarını kıskanmaya başlar. Aslında o kimsenin de sahip olduğu bir sürü güzellik vardır, ama elindeki güzellikleri görmek yerine başkalarınınkilere bakıp kıskanmayı tercih eder ve kendinde olmayan güzelliklerden dolayı da hep şikayette bulunur. Bu kanaatsizliğini tedavi etmez ve hırsından vazgeçmezse, hastalığı daha da ilerleyerek hasede dönüşür ve insanların elindeki şeylerin onlarda değil de sadece kendisinde olmasını arzu eder. Gerekirse onlara sahip olmak için hilelere ve zorbalıklara başvurur. Zaten, pek çok hırsızlık ve cinayet kanaatsizliğin sonucudur.” Babamın bu sözlerini dinlerken aklıma bir başka soru takıldı;

“Dünyada bazı güzellikleri istemenin ne zararı olabilir ki? Ben yüksek not almayı, kar yağmasını, okulların tatil olmasını ve arkadaşlarımla kar topu oynamayı istiyorum. Şimdi ben kötü bir şey mi yapmış oluyorum?” soruma annem cevap verdi;

“Dünyevi bazı şeyleri istemekte bir kötülük yoktur, ama dengeyi şaşırıp, bunlarda hırs göstermek ve hep memnuniyetsiz davranmak insanı bataklığa sürükler. Bu konuda Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisinde; “İnsanın iki vâdi dolusu altını olsa, mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ve mala karşı açlığını ancak toprak doyurur. Şu kadar var ki, Allah tevbe edenleri affeder.” buyuruyor. Okuduğum bir kitapta da, hırsın nimeti nasıl kaçırdığından bahsediliyordu. Nimetler, hırs gösteren insanları sevmez ve o insanlardan kaçarmış. Hem elindeki dünyevî şeyleri sürekli az gören bir kul Allah’a şükretmeyi de bilmez. Sürekli, durumu iyi kimselerle kendisini kıyaslayıp, halinden şikayet eden insan Allah’a bir çeşit isyan etmiş olduğu için cezalandırılır ve bazen elindeki her şey alınır.” Annemin cevabı beni biraz endişelendirmişti;

“Peki güzelliklere sahip olmanın hiçbir yolu yok mu anne?” Annem o tatlı eliyle başımı okşarken bir yandan da sorumu cevapladı;

“Bize her şeyi veren Allah olduğu için, dua ederek Allah’tan istememiz gerekiyor. Bazen istediğimiz şeyler bizim için hayırlı olmayabilir. Bunu da Allah’tan başkası bilemez. Bundan dolayı da Allah’ın her zaman bizim iyiliğimizi istediğini bilmeli ve O’ndan her zaman bizim için hayırlı olan şeyleri istemeliyiz. Eğer elimizdekileri yeterli görmezsek Allah’a yeterince güvenmiyoruz demektir. Bazen filmlerde de gösteriyorlar, fakir bir çocuk zengin olmayı çok istiyor, hatta bu konuda o kadar hırs gösteriyor ki kötü işlere bile kalkışabiliyor. Sonunda zengin oluyor ama o kadar paraya sahip olunca hepten şaşırıp daha da büyük belaların içine düşebiliyor. Zaten insanı mutlu eden zenginlik değildir; nice fakîrler vardır ki, bir lokma ekmek kazanınca, Allahü teâlâya şükreder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile. Nice zenginler de vardır ki, milyarlarına birkaç milyar daha ekleyemediği için üzüntü içindedir. Elindekilerle yetinmenin faydalarından birini bize gösteren bir Hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz “ Kim Allahın verdiği az rızka razı olursa, Allah da onun az ameline razı olur.” buyuruyor.” Babam annemden bir bardak daha çay isteyip sözü devraldı;

“Bu kıskançlık ve haset, ilk insan Hazreti Adem’den beri var olan hastalıklardır. Haset şeytanla ortaya çıkmıştır ve şeytan, insanı çekemeyerek Allah’ın emrine karşı gelmiştir. İnsanların Cennet’e gidememeleri için elinden geleni yapacağına, insanları çeşitli tuzaklarıyla kandıracağına söz vermiştir ve hâlâ bu sözünde durmakta, sürekli bizimle uğraşmaktadır.” Babam anneme çay için teşekkür ederken annem de başka bir örnek verdi;

“Yûsuf aleyhisselâmı, öz kardeşleri kıskanmış ve kuyuya atmışlardı. Kıskançlık insana kardeşini bile kuyuya attırıyor, görüyorsun değil mi oğlum? Peygamber Efendimiz bir hadislerinde “ Sakın hased etmeyiniz! Zîrâ hased , ateşin odunu yediği gibi sevapları ve iyilikleri yer bitirir. ” buyuruyor. Hırs insanın gözünü kör eder ve doğruyla yanlışı ayırdedemeyecek hale getirir onu.”

“Hased de gıybet gibi iyilikleri, sevapları silip götüren bir hastalık demek ki değil mi babacığım? Peki, Hazreti Adem’den bugüne kadar bu biliniyorsa, niye engel olunmuyor? Bir tedavisi yok mu?” Babam yüzünde bir tebessümle cevap verdi;

“Olmaz mı oğlum? Tabii ki var. İlk önce istediğimiz şeyi niye istediğimizi düşünmemiz lazım. Başkalarında olup biz de olmayanlara bakacağımıza, elimizde olanların güzelliğini farketmemiz ve elimizdekilerin bize fazla fazla yeteceğine inanarak şükretmemiz gerekir. Buna kanaat denir. Kanaat ilacını kullanmamıza rağmen şeytan hâlâ bizimle uğraşıyorsa, bu sefer de dünyanın kısa olduğunu ve bir gün öleceğimizi hatırlamak şart. Zira insan ahirette her şeyin hesabını vereceğini her an hatırlasa, Allah’ın emanet olarak bağışladığı nimetlerden hesaba çekilme korkusuyla bile dehşete kapılır, şaşırır ve yeni şeyler istemekten vazgeçer. Çevremizdeki zengin olarak kabul ettiğimiz insanlar da aslında hiçbir şeye sahip değil, onlardaki şeyler de onlara ödünç olarak verilmiş. Her an Allah onları geri isteyebilir. Öyleyse biz neyi kıskanıyor, dünyadaki geçici şeyler için niye hırs gösteriyoruz ki? Ahiret için hırslı davransak daha mantıklı olmaz mı? Orada bize hiç bitmeyecek hazineler verilecek, orası dururken buradaki geçici nimetler için yarışılır mı?”

Babamın sözünü kesmek istemiyordum ama merakımı yenemedim;

“Ahiret için hırslı olmak da sevapları silmez mi?” Babam cevap verdi;

“Bir hadiste Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor; “Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allâh’ın, kendisine verdiği ilimle amel eden ve onu başkasına da öğreten (yâni ilmini paylaşan) kimsedir . ” Gıpta, hasedin ahiret için yapılan ve iyi olan şeklidir. Allah’ın rızasına ulaştıracak davranışlara, örnek şahsiyetler olan peygamberlerin ve Allah dostlarının hâllerine gıpta edilir. Fakat, Allah sadece kendini düşünen bencil insanları sevmez. Bir hadiste ” Bir müslüman, kendisi için istediği bir iyiliği, başka bir müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olmaz” buyruluyor. Zaten dinimizin en güzel yönlerinden birisi de bu. Mutluluksa hep beraber, rahatlıksa hep beraber, yemekse hep beraber, Cennet’e gitmekse hep beraber… Başkası ağlarken, bir müslüman gülemez. Onun sıkıntısını gidermek için yol araştırır. Hiçbir şeye gücü yetmezse, kimsesizlerin Kimsesi olan Allah’a dua eder ve o ağlayan kişiyi güldürmesini ister. O filmdeki kız Allah’ı gerçekten sevseydi, ahirete inansaydı, zerre kadar iyilik yapanın iyiliğinin, zerre kadar kötülük yapanın da kötülüğünün hesabını vereceğini bilseydi, değil hased edip başkalarına zarar vermek, kıskanmayı bile büyük günah sayar ve ondan kurtulmaya çalışırdı. Neylersin ki, insan kendisinin hiç ölmeyeceğini zannederek hep hataya düşüp günahlar işliyor. Rabbim bizi, başkalarını dünya için kıskanmaktan ve hasedcilerin şerlerinden korusun.”

Annemle ikimiz “Amin” diyerek babamın duasına katıldık. Saat çok geç olmuştu, ertesi gün de erken kalkmamız gerekiyordu. Konuşmamızı bu duayla tamamlamış olduk.

Farkında olmadan yaptığım hataları ve onların hangi hastalıklara dönüştüğünü öğrendikçe daha çok okumam ve kendimi düzeltmem gerektiğine karar veriyorum. Önceleri, arkadaşlarımın oyuncaklarını, kıyafetlerini, aldıkları güzel notları görünce içten içe “Keşke benim de böyle şeylerim olsaydı!” derdim ve böyle düşünmenin kalbimde, ruhumda yaralar açacağını hiç düşünmezdim. Yanılmışım, acaba bilmeden yaptığım daha ne kadar hatam var? Daha çok okumalı ve öğrendiklerimi güzel şekilde uygulamalıyım. Zira kimin ne zaman hesap vermek için bu dünyayı terkedeceği belli değil?

Sihirli Sözcük

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Güzel bir karne tatilinin ardından, büyük bir hızla derslere başladık. Tabii ki her hızlı günün sonunda bir sürü öğrenci evlerine enerjisi bitmiş, uyku saati öne alınmış, yatağına uzanmak için can atarak dönüyor. Babam bazen eve geldiğinde “Sanki üzerimden kamyon geçti, çok yorgunum hanım.” derdi. Şimdi onu daha iyi anlıyorum.

O akşam sanki benim de üzerimden kamyon geçmiş gibiydi. Fakat ne kadar yorgun olursam olayım okul dönüşünde akşam yemeği için babamı beklerken muhakkak televizyonun karşısına geçer, Yeşil Oba’yı seyrederim. O gün de televizyonu seyrederek oyalanırken, anneciğimin o güzel elleriyle yaptığı enfes yemeklerin bir o kadar da güzel kokusunu aldıkça sabırsızlanıyordum. Sonunda babam geldi, ellerimizi yıkayıp sofraya oturur oturmaz ben yemeğimi yemeye başladım ve;

“Ellerine sağlık anneciğim, yemekler çok güzel olmuş!” dedim. Annem;

“Afiyet olsun yavrum, ama bir şey unutmadın mı?” dedi. Okuldan gelince üstümü değiştirdim, babam gelince ona “Hoşgeldin babacığım!” dedim, ellerimi yıkadım, şimdi de masada oturdum, kaşık sağ elimde, anneme de yemekler için teşekkür ettim.. ee neyi unuttum ki diye düşündüm ve “Hayır anneciğim.” deyip yemeğe devam ettim. Benden başka kimse yemek yemiyordu. Sanki herkes bana bakıyormuş gibi hissettim, ama çok acıkmıştım, pek umursamıyordum. Yemekten sonra hemen ödevlerimi yapıp yatmak istiyordum. Uykum çoktan gelmeye başlamıştı bile. Ben bunları planlarken annem babama bir soru sordu;

“Bey, insan yemeği yerken çok yorulur mu?” Babam da;

“Eee.. hanım kolay iş mi? Tabii ki çok yorulur. Yemeği ağzına götüreceksin, ağzındaki lokmayı çiğnemek için tükrük salgılayıp dilini bir o yana bir bu yana döndüreceksin. Sonra yemek akciğerine düşmesin diye boğazındaki yutakla nefes borusunun girişini kapatıp yemek borusunun yolunu açık bırakacaksın. Daracık boruya yemek gelince kaydırak değil ki hemen midene düşsün, hemen boruyu içerde bir öyle bir böyle hareket ettireceksin. Bu sefer işin daha zor, midende bıçak yok, alet edevat yok, hemen bazı sıvıları salgılaman gerek. Eritebildiğini onunla eritip, karaciğere, damarlara, bağırsağa göndereceksin. Bununla da bitmiyor…” derken annem dayanamadı;

“Ne yani? Bu işlerin hepsini herkes kendisi mi yapıyor ki yorulsun? Gördün mü oğlum? Ben bunların böyle olduğunu bile bilmiyordum. Nasıl yapabilirim ki?” Ben de;

“Bunları biz nasıl yapalım? Siz bana öğretmediniz mi her şeyi Allah yaratıyor, O izin vermese hiçbir şey yapamazdık diye?” deyince annem bana ilk sorusunu hatırlattı;

“İşte bu yüzden ‘bir şey unutmadın mı?’ demiştim! Yemeğine başladığında bana ‘Ellerine sağlık anneciğim!’ dediğinde çok sevindim. Fakat bildiğin gibi, yapmak istediğimiz her işte bize yardım eden bir Yaradan’ımız var. Her ne kadar bu yemekleri ben yapmışım gibi görünsem de sana o nimetleri asıl yedireni unutmaman gerek. Senin gibi akıllı, duyarlı ve vefalı bir çocuğa da bu yakışır, öyle değil mi?” En sonunda anladım galiba ve;

“Besmele çekmeyi mi unuttum? Bunun için mi bana sofraya oturduğumuzda sormuştun?” dedim. Annem de babam da tebessüm ederek ‘evet’ der gibi kafalarını salladılar. “Bana besmele çekmeyi çok küçükken öğretmiştiniz. Sadece yemek yiyoruz, ama bu namaz gibi bir ibadet değil! Besmeleyi unutsam ne olur ki?” Babam cevap verdi;

“Yemekler soğuyacak, oğlum. Haydi şimdi besmele çekip yemeklerimizi yiyelim, çay içerken kaldığımız yerden devam eder, soruna da cevap veririz olur mu?” Verecekleri cevabı merak ediyordum. Bu kadar büyütülecek ne vardı anlamıyordum.

Akşamları evde özel bir çay saatimiz var, o saatte evde televizyon açılmaz, herkes gün boyu yaptıklarını anlatır, aklımıza takılan bir şey varsa onları ailece konuşuruz. Çay içmeyi sevmesem de o saatte çayın tadı bile güzelleşir sanki. Yemeklerimizi yedikten sonra annem çayları dağıtırken gözümü babamdan ayırmıyor, ne zaman konuşmaya başlayacağını merak ediyordum. Tam konuyu hatırlatacakken babam benden önce davranıp söze başladı;

“Oğlum, sen bayramda bana bir hediye vermek istesen, kendi ellerinle bir gömlek diksen ve üzerine çok güzel bir resim çizsen, ona güzel kokular sürsen, ütülesen, paketlesen üzerine de kendi sözlerinle bir not yazsan, sonra da bana ulaştırması için annene versen ve o da o armağanı bana getirse, benim ne yapmam lazım?” hemen cevap verdim;

“Bana ve anneme teşekkür etmen lazım!”

“Fakat ben seni hediyeyi hazırlarken görmedim, sadece annenin bana onu verdiğini biliyorum, sadece ona teşekkür etsem olmaz mı?”

“Hayır olmaz, çünkü hediyenin üzerine bir not yazmışım, oradan onu benim gönderdiğimi anlayabilirsin.”

“Haklısın oğlum. Başta bir kerecik sana teşekkür etsem ama gömleği her giydiğimde aklıma sadece annen gelse yine haksızlık yapmış olmaz mıyım?” Ben başımla babamı onaylayınca annem sözü devraldı;

“İşte dünyadaki bütün nimetler Allah’ın bize verdiği birer hediyedir. İnsanlar sadece onları taşıyıp bize ulaştırırlar. Ama nedense biz hediyeyi hazırlayıp göndereni unutur, sadece getirene teşekkür ederiz. Zaten büyük yanlışlar hep küçük ihmallerle başlar. Daha sonra büyük günahları bile küçümseriz Allah korusun!”

Babamın sözlerinden sonra, artık meseleyi daha iyi anlamıştım ama hâlâ bilmediklerim vardı;

“Besmele çekmek bu kadar önemli mi? Daha ‘bismillahirrahmanirrahim’ in manasını bile bilmiyorum.” Annem sıkıntımı anlamıştı;

“Haklısın oğlum, sana daha önce öğretmek istemiştik ama belki kavrayamazsın diye erteledik anlatmayı, fakat şimdi görüyorum ki, hata etmişiz. Zararın neresinden dönülürse kârdır, öyle değil mi? Bismillahirrahmanirrahim, ‘Dünyada bütün varlıkları merhametiyle rızıklandıran, ahirette de yalnız mü’minlere acıyıp merhamet eden Allah’ın adıyla başlarım.’ demektir. Bismillah her hayrın başıdır, sadece ibadetlerimizde ya da yemek yerken okumayız. Aslında en sıradan olanından en karmaşığına, en tehlikelisinden en selametlisine varana kadar her işimizin başında o sihirli sözcüğü söylediğimizde o hareketimiz ibadete dönüşür. Eve girerken, evden çıkarken, yemek yaparken, yerken, evi temizlerken, okula giderken, ders çalışırken, sınavdayken, oyun oynarken, yatarken, uyanırken.. aklına gelebilecek her zaman ve her yerde söyleriz. O, Kur’an’ın bir özeti gibidir. Her okuduğumuzda sevap kazanırız. Aciz ve zayıf bir insan olarak, Allah’ın gücü ve kudretine sığınırız. Başladığımız o işin nasıl sonuçlanacağını, bizim için hayırlı olup olmadığını, başımıza nelerin geleceğini bilemiyoruz ve her şeyi bilen, gören, her şeye gücü yeten Kudret-i Sonsuz’a gizli bir dua etmiş oluyoruz. Muhakkak kapısını çalanları boş çevirmeyen Allah, böylece, şeytanın aldatmacalarına karşı o işimiz bitene kadar bizi koruyor. Yoksa bu zayıf halimizle bunca işi kendimiz yapabilir miydik?” Annemin çayı soğumuştu. O çayını tazelerken babam konuyu biraz açtı;

“Sadece biz değil kainattaki her şey bismillah der. Dağ, taş, bitki, tohum, kuş, kuzu…”

İnanamadım; “Her şey bismillah diyorsa, neden biz duymuyoruz baba?”

“Söylenileni anlamak için her zaman duymak gerekmez, bazen görebilir veya kalbimizde hissedebilir, bazen de aklımızla o sonuca varabiliriz. Çevremize baktığımızda varlıkların boylarından büyük işleri başarmalarından anlıyoruz ki, kainattaki her şey ‘Bismillah’ diyerek Allah’ın yardımını alıyor. Minicik tohum, içinde kocaman bir ağacı taşıyor; otlar, iplik gibi incecik köküyle taşları deliyor; meyve ağaçları, çamurlu suyu içiyor bize şeker gibi tatlı meyveleri veriyor. Bunları aklı, gücü, kuvveti olmayan o minik tohum, nazik ot, kocaman ağaç planlayabilir ve yapabilir miydi? Aklı olan biz insanlar bile yediklerimizi öğütürken kendimiz kontrol edemiyoruz!”

Sormadan yapamadım; “Peki aklı olmayan o bitkiler bismillah demeyi nereden öğreniyorlar babacığım?”

“Her varlık kendi hal diliyle bunu söyler. Bilgisayar gibi programlanmışlardır ve bu programın dışına çıkamazlar. Biz insanlar ise her gün yeni şeyler öğrenip sürekli programlarımızı update ederek/güncelleyerek kulluğumuzun hakkını vermek için yaratılmışız, kendi kararımız ve isteğimizle doğru olan davranışları sergilersek sonunda da mükafat alacağız.”

“Fakat her işe başlarken Besmele çekmek çok zor geliyor bana, unutabilirim.” deyince, annem şefkatle başımı okşayarak;

“Bu beden Allah’ın, her şeyi Allah’ın yardımıyla yapıyoruz. Her saniye alıp verdiğimiz nefesin karşlığını vermeye kalkışsak bu hesabın altından kalkamayız. Hele ilk doğduğumuz andan şu zamana kadar ki borçlarımızı hesaplamaya kalksak asla baş edemeyiz. Öyleyse, Allah bize verdiği bu nimetlerin karşılığında ne istiyor?”

Annemin sorusuna karşılık başımı olumsuz şekilde sallayarak cevabı bilmediğimi işaret ettim. Annem kendisi cevap verdi;

“Her işimize başlarken besmele çekerek Allah’ı anmamızı, işimizi yaparken her nimetin Allah’tan olduğunu düşünmemizi, işimizin sonunda da ‘Elhamdülillah’ diyerek Allah’a hamdetmemizi istiyor. Çok kârlı bir alışveriş öyle değil mi?”

Bu sırada babam elinde bir kitapla geldi;

“Size besmelenin faziletiyle alâkalı bir hikaye okumak istiyorum. Konumuzu toparlama adına iyi olur inşallah.”

Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın “Bismillahirrahmanirrahim” diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası, onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah’a dua ederdi.

Bir gün, adam iyice öfkelenmişti. Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :

– “Şuna bir oyun çevireyim de görsün; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak?” diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı, artık bütün çirkinliğiyle, içini doldurup taşmıştı.

Hanımını çağırdı, ona bir kese altın vererek :

– “Bunu iyi sakla!!!” diye tembih etti. Kadın da kocasının emri üzerine hemen gitti, besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocası onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve:

– “Sana verdiğim bir kese altını hemen getir.” dedi.

Kadın koştu; keseyi sakladığı yere, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek elini uzattı.

Tam o anda, Allahu Teala’nın emriyle, kese içindeki altınlarla beraber kadının sakladığı yere konuvermişti. Islanan keseden su damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ama o haliyle keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısına karşı tavırlarından dolayı çok pişman oldu.

Sonra karısına ;

– “Sana çok zulmettim, çok canını yaktım, beni affet!” diye yalvarmaya başladı. Allah’a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O saliha kadın ise;

– “Ya Rabbi! Sana şükürler olsun ki, duamı kabul edip kocamı Salihlerden eyledin.” diye şükrediyordu.

Bismillah der her zaman dağlar dereler,

Ağaçlar, kuşlar sürekli O’nu söyler,

Her varlık İlâhî rahmeti heceler,

O’nun adıyla gelir günler, geceler.

Ey insan, sensin varlıkların incisi,

Besmeleyse sözlerinin birincisi.

Onunla bulunur Hakk’ın himayesi..

Ve aşılır dağların o en yücesi.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Açe’deki kardeşim açken nasıl yatayım?

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Okulların bir hafta önceden kapanması en çok biz öğrencilerin işine yaradı. Çok fazla ödevimiz de yok. Bundan iyi tatil mi olur? En son işlediğimiz Din dersinde öğretmenimiz bizim bayramımızı kutlarken gerçek bir bayram yaşamak için insanın vicdanının da rahat olması gerektiğini söyledi. Bunun için de çevremizi araştırmamızı, bayramı ağlayarak geçirecek birileri varsa onlara yardım ederek biraz olsun onları güldürmemizi bize ödev olarak verdi. Tatil dönüşü yaptıklarımızı sınıfta anlatacağız ve öğretmenimiz de bütün yardım edenlere isim isim bir hafta özel dua edecek. Başkalarını sevindirmek zaten sevap, bir de öğretmenimizin duasını kazanacağız.

Okulların açılmasına daha iki hafta var ama ben nedense ödevlerimi bitirmeden rahat edemiyorum. Karne aldığımız akşam anneme komşularımızdan ihtiyaç sahibi, sıkıntılı birilerinin olup olmadığını sordum. Tam o esnada televizyonda akşam haberlerinde Güney Asya’daki kardeşlerimizi, annesiz babasız kalan çocukları gördüm. Hemen öğretmenimizin söyledikleri geldi aklıma. Babama onlara nasıl yardım edebileceğimizi sordum, o da “Biz üzerimize düşen görevi yerine getirmeye çalıştık, yardım fonuna bir miktar para yatırdık oğlum, için rahat etsin.” dedi. Babamla annem yardım etmişler, ama onların yaptığı şeyler beni sorumluluktan kurtarır mı?! O gece erkenden yatağıma yattım. Zihnimde bir çözüm yolu ararken uyuyuvermişim.

Bizim evin önünde çok güzel bir ağaç ve o ağacın altında da bir bank var. Orada oturup kitap okumayı çok seviyorum. Ertesi gün kahvaltıdan sonra annemden izin alıp yanımda bir kitapla yine oraya gittim. Hikaye kitabının arka kapağında yardım etmenin güzellikleriyle ilgili sözler vardı. Belki ödevime de faydası olur düşüncesiyle o kitabı seçmiştim. Kitapta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin cömertliğinden, kendisinden birisi birşey istediğinde onu muhakkak bulup o kişiye vermeye çalıştığından, gerekirse söz verip borçlandığından bahsediyordu; “Evet Nebîler Sultanı ancak bir Peygamberde olabilecek kadar cömertti ve bu cömertliğini Allah’ı insanlara anlatmakta kullanırdı.“

Bütün bunları okuyunca; “Fakat ben evsiz-barksızlara nasıl yardım edebilirim? Kumbaramda azıcık param var. Bayram harçlıklarımı da verebilirim ama onlara yetmez ki! Benim vereceğim birkaç lirayla mı gülecekler?” diye içimdem geçirdim. Tabii böyle düşünmemin onlara hiçbir faydası olmadığını biliyordum. Oradaki kardeşlerimiz aç susuzken kendimi hiçbir şeyini vermek istemeyen ve bunun için bahaneler uyduran cimri kimseler gibi hissediyordum ama bir çıkış yolu da bulamıyordum.

“Heey, duymuyor musun? Sana söylüyorum Talip! Karadeniz’de gemilerin mi battı? Kara kara ne düşünüyorsun böyle?” Öyle dalmışım ki Recep’in yanıma geldiğini bile görmemişim. Onu farkedince “Tsunami felaketinde anne-babasını kaybeden kardeşlerimiz için ne yapabiliriz diye düşünüyordum. Senin paran var mı?” dedim. Bir an Recep’in durumunun da benimkinden farklı olmadığını düşündüm ama okuduklarım hâlâ aklımı kurcalıyordu;

“Yaa Recep baksana ne yazıyor! Hz. Aişe kendi kıyafeti yamalı olduğu halde insanlara sadaka verirmiş.”

“Aişe kim Talip, kimden bahsediyorsun?”

“Sen de amma cahilsin be Recep! Peygamberimizin hanımı, biz müslümanların annesi…”

“Biz ondan daha zenginiz desene!”

“Yahu, Hz. Aişe o kadar sıkıntıda olmasına rağmen başklarına yardım edebiliyorsa biz niye edemeyelim ki?” O sırada aklıma sıkıntımızı çözebilecek bir fikir geldi. Benim param tek başına az ama arkadaşlarımınkiyle birleşirse çok olabilir… Hem bir sürü de oyuncağım var, gerekirse onlardan bazılarını satıp parasını ihtiyacı olanlara verebilirim… Fikrimi hemen Recep’le paylaştım. Biz böyle konuşurken mahallemizin çikolatacı dedesi arkamızdan bizi dinliyormuş.

“Aferin çocuklar, çok önemli bir yaranın tedavisi için kararlar alıyorsunuz.” dedi Mehmet Dede.

Oyuncakları satma fikrini pek beğenmeyen Recep, yine de vicdanını rahatlatmak için yardım etmeye karar verdi. “Evde sevmediğim bazı oyuncaklarım var, ben de onları satabilirim.” Recep’in böyle söylemesine üzülen Mehmet Dede söze karıştı ve;

“Akıllı Recep’im! Bir iyilik yapmak istiyorsun ama bir şeyde eksiklik var. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de bize “Sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.” buyuruyor. Bize her şeyi lutfeden Allah’tan başımız sıkıştığında yardım istiyorsak, öncelikle bizim başkalarına yardım etmeyi bilmemiz lazım, öyle değil mi?”

“Galiba haklısın Mehmet Dede, ben de sevdiğim oyuncaklardan satacağım. Ama mahalledeki bütün arkadaşlarla biraraya gelip bütün oyuncaklarımızı satsak, ondan elde ettiğimiz paraları ve bayram harçlıklarımızı birleştirsek gerçekten Güney Asyadakilerin işine yarar mı? Hem bu kadarcık yardım Allah’ın bizi sevmesi için yeter mi?”

Mehmet Dede yüzünde sıcak bir tebessümle Recep’in başını okşayarak şöyle dedi;

“Güzel yürekli Recep’im! Peygamber Efendimiz bir hadisinde “Az sadaka çok belayı defeder” buyurur. Yapılan yardımın, verilen sadakanın miktarından ziyade iyi niyetlerle ve imkanlar çerçevesinde yapılması önemlidir. Hazineleri sonsuz Allah, senin içten gelerek yaptığın azıcık yardımı öyle bir bereketlendirir ki, hayalinde bile göremeyeceğin kadar işe yarar.”

O’nun bu sözleri benim aklımda da bazı soru işaretleri uyandırdı;

“Mehmet Dede, Allah bu kadar zengin, hazinelerin asıl sahibi, isterse herkesi zengin yapabilir. Peki niye yapmıyor? Öğretmenimiz Allah’ın çok merhametli olduğunu söylüyor…”

“Şeytan çoğu insanı böyle şüphelerle yoldan çıkarmaya çalışır. Öğretmenin çok doğru söylemiş Talip. Fakat bu dünya imtihan dünyası. Allah kimisine biraz fazla mal verir ve o malı diğer kardeşleriyle paylaşıp paylaşmayacağına bakar. Eğer o kimse şükreden ve ihtiyaç sahipleriyle malını paylaşan, cömert birisiyse imtihanı kazanır. Cenab-ı Hak kimilerine de az mal verir ve sabredip etmeyeceğine bakar. Eğer o kişi sabreder, şikayet etmezse, o da imtihanı kazanır ve birçok mükafatı haketmiş olur. Hem biz bu dünyaya gelmek için kime ne verdik de neyin hesabını soruyoruz? Allah lutfetti ve bize bu hediyeleri verdi. Niye bana az ona çok hediye verdin diye sorgulamaya hakkımız var mı? Hediyenin cinsi ve miktarı sorgulanmaz, sadece verene teşekkür edilir, kıymeti bilinir.”

“Hiç öyle düşünmemiştim Mehmet Dede! Zaten bir sürü hata yapıyorum, bir de o tarz bir soru sordum diye, Allah artık beni sevmeyecek mi?”

“Bak yavrum! Peygamber Efendimiz başka bir hadisinde “Bir hurma da olsa Allah yolunda sadaka olarak verin. Çünkü o, bir açın açlığını giderir ve suyun ateşi söndürmesi gibi günahı söndürür.” buyuruyorlar. Eee.. demek ki sadaka vermenin tam zamanı… “ Cömert; Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır. Veren el, alan elden hayırlıdır.” demiyor mu Efendimiz!..

Fıkraları çok seven Recep bizi güldürmek için konuyla alakalı bir fıkra anlatmak istedi;

“Nasreddin Hoca’nın mahallesinde çok cimri birisi varmış. Birgün nehre düşmüş, yüzme de bilmediği için suyun içinde çırpınmaya başlamış. Köylüler hemen koşup gelmişler, “Elini ver, elini ver” diye bağırmışlar. Ama adam bir türlü elini uzatmıyormuş. Az kalsın boğulacakmış! Hoca durumu anlayıp, “Yahu o vermeyi bilmez, “elimi al” diye bağırsanıza!” demiş. Onlar da Hocanın dediği gibi yapmışlar; o zaman adam hemen elini uzatmış ve köylülerin yardımıyla kurtulmuş. :))”

Biz hararetli hararetli konuşmamıza devam ederken çevremiz bir hayli kalabalıklaşmıştı. Fıkrayı duyan herkes gülerken Mehmet Dede fıkradaki adamın haline acıyarak;

“Cimrilik de bir hastalıktır çocuklar. Birisi elindeki malından başkalarına yadım etmeyi düşününce, insanın Cennet’e gitmesini istemeyen ezeli düşmanı Şeytan hemen telaşlanır ve insana o hayırlı işi yaptırmamak için bin bir türlü şüpheyi insanın aklına getirir. Zaten, Allahu Teâlâ bizleri şu ayetle uyarıyor; “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaad eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” İnsanın zaaflarını çok iyi bilen Şeytan her köşe başında bekler. Bir şey yapılması gerektiğinde “Sana ne! Keyfine bak! Rahatını neden bozuyorsun?” der. Bir şey verilmesi gerektiğinde “Otur oturduğun yerde, o para sana lazım! Hem sana lazım olan eşyalarını başkalarına verirsen sen ne yapacaksın? Hiç başkaları sana yardım ettiler mi?” der. Bir büyüğümüz “Hayırlı işlerin muzır manileri çoktur.” der. Gerçekten de öyledir, birileri hayırlı birşey yapmak istediğinde Şeytan engel olmak için hiç akla gelmedik engeller çıkartıp insanları caydırmaya çalışır. Ama hakiki müminler bu tuzaklara düşmez, eninde sonunda o hayrı yerine getirirler.”

Bu sözlerden sonra hemen hepimiz yardım etmeye karar vermiştik ama ortada bir sorun vardı;

“Peki oyuncaklarımızı nasıl ve nerede satacağız Mehmet Dede?”

“Benim pazarcı bir arkadaşım var. Bu niyetinizi ona anlatırsak tezgahının bir bölümünü size ayırabilir. Oyuncakları satış amacınızı da kocaman bir kağıda yazıp onu da insanlara gösterirseniz, birçok kişi size yardımcı olmak için onları satın alacaktır. Yalnız bu akşam namazınızı kıldıktan sonra Allah’a dua edip, bu hayırlı işte Allah’ın yardımını isteyin!”

Etrafımız bu kadar kalabalıklaşmışken ve konunun da en can alıcı yerindeyken, ben de planımızı herkese bir kere daha duyurmak istedim;

“Arkadaşlar! Biz Receple bütün oyuncaklarımızı satacağız, bayram harçlıklarımızla kumbaramızdaki paralarımızı birleştirip Güney Asya’daki kardeşlerimize göndereceğiz. Eğer siz de bu sevaba ortak olmak istiyorsanız, hep birlikte yardıma koşabiliriz.” Oradaki herkes yardım etmek istediğini söyleyerek söz verdi. Bizim gayretimizden çok mutlu olan Mehmet Dede, her zaman elinde taşıdığı poşetinden o çok sevdiğimiz çikolataları çıkarıp;

“Şimdi bunları hakettiniz!” diyerek bizlere dağıttı.

O günün akşamında aldığımız kararı annemlere de anlattım. Çok sevindiler ve bana sarılıp yanağımdan öptüler. Bana yardımcı olacaklarını söylediler.

Konumuzla alakalı okuduğum bir hikayeyi de sizinle paylaşmak istiyorum. Çoğunuz biliyorsunuzdur ama dua olur…

Çoluk Çocuğu Aç Kalan İşçi İle Dilenci

“Fakir bir işçi, bir gün işinden çıkartılır. Bunun üzerine başka da hiçbir gelir kaynağı olmadığı için çoluk-çocuğu arka arkaya üç gün aç ve susuz kalır. İşçinin hanımı; "Bey, görmüyor musun? Açlıktan yavrularımızın yüzleri sarardı. Şu benim gelinlik günlerinden kalma başörtümü götür sat; ne kadar tutuyorsa bazı şeyler al getir de hele bir kereliğine şu yavrucağızların karnını doyuralım; sonraki günler için de, kulların rızkını veren Allah (c.c.) kerimdir; muhakkak bize de hayırlı bir kapı açar.”

Adam üzülerek hanımının evlilik hatırasını 10 YTLye satar. Aldığı para ile yiyecek satın almaya giderken yolun üstünde bir dilenciye rastlar; adam "Allah rızası ve peygamber aşkı için boş geçmeyiniz. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak karşılığında bana yardım etmek isteyen yok mu? Dünyada hiçbir şeyi olmayan, kelimenin tam manasıyla muhtaç bir kimseyim." diyerek yalvarmaktadır.

Adam kendilerinin de ihtiyacı olmasına rağmen, onun daha da zor durumda kaldığını düşünerek bütün parayı zavallı dilenciye verir. Şimdi eli boş eve dönmekten gerçekten utanmaktadır; adam ümitsiz bir halde ve hep önüne bakarak kapıdan içeri girince hanımı şaşırır kalır. Adam her şeyi olduğu gibi anlatır, kadın işin iç yüzünü öğrenince üstün bir sabır ifadesi takınarak kocasına şöyle der: "Başörtünün parasını madem ki Allah yolunda verdin; O ulu ve zengindir; gösterdiğin cömertliğin karşılığında bize dilediği anda karşılığını vermek gücüne fazlasıyla sahiptir. Sen yine en iyisini yaptın; bakalım önümüze hangi kapı açılacak?"

Sabahleyin kadın, kocasına bu defa yine baba evinden getirdiği bir duvar saatini verir,  "Şimdi de bunu satmaya götür ve karşılığında eline geçen para ile eve yiyecek getir" der. Ertesi gün adam, çarşının her tarafını gezerek saati satmaya çalışır. Fakat hiçbir müşteri bulamaz. En sonunda yolda gördüğü balıkçıya, iki balık karşılığında saati satarak evine döner. Kocasının elinde balıkları gören kadın, hemen balıkların içini temizlemek üzere mutfağa girer. Az sonra gördükleri karşısında şaşkına dönerek kocasını çağırır. Balıklardan birinin karnından bağırsak yerine parlak ve iri bir inci çıkmıştır.

Adam inciyi alır; bir kuyumcuya koşar. Kuyumcu incinin benzersiz değerde bir mücevher olduğunu, kendilerine sattığı takdirde, karşılığında 14000 YTL ödemeye hazır olduğunu söyler. Çok şaşıran adam inciyi satarak kuyumcudan uça uça evine yönelir. Artık sıkıntılar son bulmuş, Allah onlara nimet kapılarını açmıştır. Bütün ev neşeyle dolar ve hepsi bir ağızdan kederlerini gideren Allah’a sonsuz şükürler ederler.”

Sonunda arkadaşlar, her şey umduğumuzdan da güzel oldu. Mahalledeki komşularımızla yüklü miktarda para topladık ve Güney Asya’ya gönderdik. İnşallah Allah da gönderdiklerimizi bereketlendirsin ve böylece ihtiyaç sahibi kimse kalmasın.

Din kültürü ödevimiz aynı zamanda bir kulluk borcumuzmuş, artık içim daha rahat, çok huzurluyum…

Cimri, malı kabre götürecek sanır

Cömert her daim Allah’ına sığınır,

Verilen de alınan da imtihandır

Bu dünyanın bir de ahireti vardır.

Peygamberimiz der ki; “Değildir bizden

Kendi tok yatan kişi, komşusu açken”

Vazgeçemiyoruz bir türlü maldan mülkten,

Hiç olmazsa dualar etsek gönülden.

Arkadaşınız Talip 🙂

Eğer yalanım varsa…

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Geçtiğimiz hafta Din Kültürü öğretmenimiz sınıfa gelip her zamanki gibi bize selam verdikten sonra masasının başına geçti. Sınıf yoklaması bitince de tahtaya o günkü dersimizin konusunu yazdı; “Doğruluk ve Yalan”.. sonra bize dönüp, bu kelimelerin ne anlama geldiğini, onlar hakkında ne bildiğimizi sordu. Hepimiz yalanın kötü, doğruluğun da güzel olduğunu biliyorduk.

Bize hiç yalan söyleyip söylemediğimizi sordu. Herkes gibi ben de düşündüm; bazı zor durumlardan sıyrılmak için başvurduğum yalanlar geldi aklıma. Fakat, herkesin içinde onları anlatmak istemedim ve “ben yalancı değilim, öğretmenim” dedim. Aslında bu cümlem de tam bir yalandı. Bazı arkadaşlarım daha önceki bazı yalanlarından örnekler verdiler; öğretmenimiz de onlara doğru konuşmadıkları zaman ne hissettiklerini sordu. O an belki hepimiz aynı şeyleri düşünüyorduk: Zor durumda kalınca sanki en uygun olan şey yalan söylemekmiş gibi geliyordu bize, ama sonradan o yalanın kalbimizde bir yılana dönüştüğünü ve orada büyüyüp yuva yaparak bizi içten içe kemirdiğini farkedemiyorduk.

Öğretmenimiz Allah’ın yalancıları sevmediğini belirttikten sonra şöyle devam etti:

“Doğruluk, yalan ve ikiyüzlülükten uzak durmak demektir. Allah’a imandan sonra dinimizin en çok önem verdiği şeylerden biri doğruluk-dürüstlüktür. Bakın çocuklar, Allah bizim her yaptığımızı, içimizden geçirdiklerimizi, gizli bıraktığımız veya açığa vurduğumuz niyetlerimizi, yani her şeyimizi ama her şeyimizi bilir.

Bir düşünün, Allah’ın en çok sevdikleri kimlerdir? Peygamberler değil mi? Peki peygamberler hiç yalan söylemişler mi? Tabii ki hayır! Peygamberimizin lakabını biliyor musunuz? Hepiniz birden “emin” diye bağırmak istiyorsunuz zannediyorum. Öyleyse, “emin” ne demektir? Hep doğru konuşan, kendisine güvenilen, kimseyi aldatmayan, gizli veya açık hiçbir zaman insanların zararına planlar yapmayan, verdiği sözde duran demektir değil mi? İşte Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de ömür boyu doğruluktan hiç ayrılmamış ve dost-düşman herkese güven vermiştir. Peygamberimiz’in düşmanları ona her türlü hakarette bulunmuş ama hiç ‘yalancı’ diyememişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, ne çocukken, ne büyüdüğünde, ne başı derde girdiğinde, ne de rahat içindeyken asla doğruluktan ayrılmamıştır. Ayrıca, o bize doğruluğun sadece dille olmayacağını, sözleri niyet ve davranışlarla da desteklemek gerektiğini ve Allah’ın razı olduğu şekilde hareket etmenin lüzumunu öğretmiştir.

Düşünün bakalım; b ir arkadaşınız size söz verse ve sözünde durmasa, dürüst davranmasa ve siz de bunu bilseniz onu sever misiniz? Güzel şeylerinizi onunla paylaşmak ister misiniz? O arkadaşınız güzel şeyleri hak eder mi, başkaları tarafından sevilir mi?”

Biz hep bir ağızdan “hayır” dedik. Öğretmenimiz devam etti;

“Allah’ı seviyor muyuz? Allah’ın da bizi sevmesini ve Cennetine almasını istiyor muyuz?”

Bu sefer de hep birlikte “evet” diye bağırdık.

Öğretmenimiz; “Biz yalan söylersek Allah bizden memnun olur mu? Eğer Allah’ı sevdiğimizi zannediyor ama O’nu razı etmeye çalışmıyorsak O’nu gerçekten sevmiş oluyor muyuz? Gelin beraber Kur’an-ı Kerim’e, Peygamberimiz’in hayatına bakalım.” dedi; her ders yanında getirdiği Kur’an-ı Kerim’den bir sayfa açtı ve bir ayet okudu:

“Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa bilsin ki Allah, sakınanları sever. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Öğretmenimiz Peygamberimizin sözlerinden de örnekler verdi; Efendimiz demiş ki: “Müminde her özellik bulunabilir, yalnız yalan ve ihanet bulunamaz. Bir kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa ve kendisini mü’min de sansa, eğer yalan söylüyorsa, verdiği sözü yerine getirmiyorsa, emaneti suistimal ediyorsa onda münafıklık alameti vardır." Bu işleri yapanlara ahirette, Peygamberimiz kefil olmayacakmış. O zaman anladım ki, yalan öyle dilde olup biten, küçük, sıradan birşey değilmiş. Ben tam bunu düşünürken öğretmenimiz, “Bu konuda bildiğiniz veya duyduğunuz bir şey var mı?” diye sordu.

Annesi öğretmen olan Ahmet ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Annem, günahların tek başına insanın kalbinde yaşamak istemediğini ve muhakkak insana başka günahlar daha işlettirip kendisine yeni günah arkadaşları edindiğini anlatmıştı öğretmenim. Eğer yalan da bir günahsa, o da yalnız kalmamak için insana başka yalanlar söylettirecektir. Bir de annem günahların kalbde kara bir leke olduğunu ve kalbi karardıkça insanın artık günahtan utanmaz, korkmaz olduğunu bu yüzden de günahın en küçüğünden bile uzak durmamız gerektiğini söylemişti.” Öğretmenimiz yüzünde bir gülümsemeyle Ahmet’in sözlerini tasdik etti:

“Evet Ahmet, annen çok doğru şeylerden bahsetmiş. Hani kötü bir koku tüm odaya yayılır ya, yalan da girdiği yeri kendisi gibi kötü yapar. Toplumun huzurunu kaçırır, insanları birbirine düşürür.

Peygamber Efendimizin şu sözünü duymuş muydunuz? "Müslüman elinden ve dilinden diğer müslümanların emniyette olduğu, zarar görmediği kimsedir." Anladınız değil mi? Müslüman ne eliyle ne diliyle ne de fikriyle müslüman kardeşlerine zarar vermez. O emin bir insandır. Bir şeyi ödünç aldığında veya ona bir şey emanet edildiğinde hiç zarar vermeden sahibine ulaştırır. Söz verdiyse sözünü aynen yerine getirir. “Saat beşte geleceğim” dediyse bir dakika bile zamanını geçirmeden tam vaktinde orada olmaya çalışır. Kimsenin eşyasını izinsiz almaz. Bunları yaparken de sadece Allah memnun olsun, Allah onu daha çok sevsin diye yapar. Öğretmeni kızmasın diye, arkadaşları kötü düşünmesin ya da onu sevsinler diye değil… Peki insan kötü olduğunu bile bile neden yalana başvurur?”

En önce ben parmak kaldırdığım için öğretmen bana izin verdi; “Bir çocuk kötü bir şey yapmışsa ve dayak yemekten korkuyorsa, karşısındaki kişi üzülecekse, başta söz vermişse ama sonradan pişman olmuşsa yalana başvurabilir öğretmenim. Hem bir filmde seyretmiştim, adam doğruyu söylerse onu öldüreceklerdi.”

Sınıfımızda yemek yemeyi çok seven Şükrü sözümü kesip atladı “Öğretmenim annem çok kilo alıyorum diye akşamları bana bir şey yedirmiyor. Ben de geceleri açlıktan uyuyamıyorum. Kalkıp gizlice dolaptan yemekleri çıkartıp yiyorum. Tabi annem yemeğin azaldığını anlayınca sabah bana soruyor sen mi yedin diye. Ben de mecburen “hayır” diyorum. Çünkü doğruyu itiraf etsem bu sefer de akşam yemek yediğim için kahvaltıda ekmek vermiyor. Açlıktan öleyim mi öğretmenim?” Bütün sınıf gülmeye başladı. Öğretmenimiz sınıfı susturup cevap verdi:

“Yüce Allah bize Kur’an-ı Kerim’de: ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin.’ buyuruyor. Eğer biz başkalarından değil de Allah’tan korkar ve ne pahasına olursa olsun doğru olursak işlerimizi düzelteceğini va’dediyor. Allah hiç sözünden cayar mı? Bununla ilgili bize örnek bir hikaye anlatabilecek birisi var mı içinizde?”

Sınıfımızın en çalışkanı Ömer hikayeleri çok seviyordu. Bildiği bir tane hikaye varmış, bize anlatmak istedi.

“Öğretmenim ben bu olayı dedemden dinledim. Adını tam hatırlayamıyorum ama Abdullah Geyik gibi bir şeydi galiba çok büyük birisi varmış. Dokuz yaşında iken annesinden izin alıp uzak bir yerdeki bir okula gitmiş. Giderken annesi oğlunun beline kırk altın bağlamış sonra da:

“Oğlum sakın ne olursa olsun yalan söyleme” diye nasihat etmiş. Abdullah da bir sürü büyük insanla okulun olduğu yere giderken eşkıya denilen kötü adamlar yollarını kesmiş. İnsanların bütün paralarını zorla almışlar. Tam gidecekleri zaman, eşkıyanın biri dalga geçmek için çocuk olan Abdullah’a:

“Senin neyin var?” diye sormuş. O da hiç korkmadan:

“Belimde kırk tane altınım var.” demiş. Soyguncular çocuğun öyle söylemesine çok şaşırmışlar. Çocuk haber vermese kimse altınları bulamayacakmış. Çete reisi:

“Evladım biz seni aramayacaktık. Sen niye bende altın var dedin ve başını derde soktun?” dediğinde küçük çocuk:

“Ben Allah’a ve anneme hiç yalan söylemeyeceğime söz vermiştim. Ben yalan söylemem, Allah’tan korkarım!” demiş. Bu kadar küçük bir çocuktan bunu duyan soyguncular çok utanmışlar; bir daha aynı günahı işlemeyeceklerine söz verip Allah’a tevbe etmiş ve herkese paralarını geri vermişler. Tam hatırlamıyorum öğretmenim ama buna benzer bir şeydi.”

“Teşekkür ediyoruz Ömer. Hadiseyi aşağı yukarı doğru anlattın ama isimde biraz farklılık olmuş. Abdullah Geyik değil, Abdülkadir Geylânî olacaktı. Görüyorsunuz değil mi? Doğruluktan ayrılmayıp Allah’a güvenirsek, Allah işlerimizi düzeltmekle kalmıyor, başkalarına da iyi örnek olup kötülüklerini bıraktırmamıza bile yardımcı oluyor.”

“Öğretmenim, ama benim ninem hep bir şeye kızınca “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar!” deyip durur. Doğruluk böyle güzel bir şeyse neden doğruyu anlatan kovuluyor?”

“Çok önemli bir şey sordun Zehra. Doğruyu söylemek çok güzeldir ama bir o kadar da zordur. Çünkü bazen insanlar doğru olan şeyi duymak istemiyorlar, kendileri de çok kolayca yalan söyleyebildikleri için başkalarının doğru sözlerini kaldıramıyorlar. Allah bize özü-sözü doğru kişilerle beraber olmamızı emrediyor. Demek ki arkadaşlarımızın kimler olduğu çok önemli! Allah, dürüst ve güvenilir olmamız ve sürekli günah işleyen kimselerden uzak durmamız için dua etmeyi öğretiyor. Beş vakit namazımızda Fatiha suresini okutarak, "İhdinessırata’l-müstekîm" “Allah’ım, bizi doğru yola ilet” diye dua etmemizi istiyor. Bizim de emin kimseler olmamız için, gayrete ve Allah’ın yardımına ihtiyacımız var.”

Ders artık bitmek üzereydi ve Allah’ın, yalancıları sevmediğini öğrenince çok üzüldüm ve çok korktum. Çünkü, daha önce bir sürü yalanım vardı. Hatta dersin başında “Ben hiç yalan söylemem” deyişim de yalandı. Artık Allah beni sevmeyecek diye az daha ağlayacaktım.

Acaba Allah’ın beni tekrar sevmesi için bir şey yapamaz mıyım diye öğretmene sormaya karar verdim. Öğretmenimiz sorumdan çok memnun oldu. Eğer bir daha yalana başvurmamaya söz verir ve Allah’tan özür dileyip tevbe edersem Allah beni eskisinden bile çok sevebilirmiş. Öğretmenimiz bütün hatalar için bunun geçerli olduğunu anlattı. Sonrasında bize ödev verip dersi bitirdi. Hepimiz doğrulukla ilgili birer hikaye yazıp öğretmenimize gösterecektik. Ben de Ömerle Zeynep’ten kalma hikaye kitaplarından birinde işte şunu buldum:

Zalim bir vali varmış. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri’ni yakalatmak istemiş. O da bir zamanlar ders verdiği Habib adındaki öğrencisinin kulübesine gidip saklanmış. Valinin adamları gelmiş ve hışımla:

-Hasan Basri’yi gördün mü? diye sormuşlar. O gayet sakin:

-Evet, demiş.

-Nerede?

-İşte şu kulübemde…

Adamlar kulübeye dalmış, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri’ni bulamamışlar. Dışarı çıkınca Habib’i tehdit edip:

-Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? demişler. O cevap vermiş:

-Ben yalan söylemedim. Siz göremedinizse, benim suçum ne?

Tekrar girip aramışlar, fakat bulamamışlar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:

-Ey Habib! Biliyorum ki Rabb’im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? demiş. Habib mahcub bir şekilde:

-Hocam! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru sözlülüğümüzdendir. Çünkü, ben hiç yalan söylemem ve bilirim ki, doğruların yardımcısı Allah’tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, demiş.

İşte böyle arkadaşlar…

Tamam, acele etmeyin; biliyorum bir iki mısra da şiir beklediğinizi…

Ama doğru söyleyin, merak ettiniz değil mi bu haftaki nasibinizi..

Bir duayla sözlerimi bitirirken dilerim, unutmazsınız bu kardeşinizi..

Her yalan aslında tam bir “Yılan”,

Sinsice kalbimizi ısıran,

Kıskanıp sevabımızı çalan,

Onu en çok kullanansa Şeytan…

Dürüst olanı Allah da sever halk da

Sen sen ol Şeytanın oyununa kanma

İslam ile yalan bir arada durmaz

Dilimizi ondan koru yâ Rabbena

Arkadaşınız Talip 🙂

Annem Cennetim Benim

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Bu hafta derslerime çok güzel çalıştım ve anneme yardım ettim. Annem de ödül olarak, Cumartesi günü bizim apartmandaki arkadaşım Recepler’e oyun oynamaya gitmeme izin verdi. Gittiğimde evde Recep, dedesi ve 1.5 yaşındaki kardeşi Mustafa vardı. Recep’in annesinin o gün önemli bir işi çıkmış. Annesi Recep’ten kardeşine bakmasını istemiş. Eğer kardeşine güzelce bakarsa, annesi ona istediği oyuncak arabayı alacakmış. Başlangıçta bana çok kârlı bir alışveriş gibi gelmişti. Fakat, çok geçmeden bir bebeğe bakmanın hiç de kolay olmadığını gördüm. Çünkü, Recep’in kardeşi ya acıkıp huysuzlaşıyor, ya ağlıyor ya da altını ıslatıyordu.

Recep kardeşine sadece üç saat bakacaktı. Sonunda da istediği ödülü alacaktı. Ona rağmen oflaya puflaya yapıyordu. Recep’in dedesi kapıdan bizim şikayetlerimizi dinlemiş olacak ki, “Anneleriniz de siz bebekken size böyle bakıyordu. Hâlâ da sizin işlerinizi yapıyorlar ama hiç şikayet ettiklerini duymadım. Siz daha üç saat dayanamadınız!” dedi. Gerçekten haklıydı. Annem bana o kadar zamandır nasıl sabrediyordu? Hem de yüzünü hiç asmadan ve şikayet etmeden.. Recep’in dedesi, çok merhametli, çok şefkatli ve fedakar oldukları için Cennet’in annelerin ayakları altında olduğunu söyledi. Bir de anneler çocuklarına haklarını helal etmezse, çocukların Cennet’e gidemeyeceğini öğreten bir olay anlattı:

Peygamber Efendimiz zamanında bir tane genç varmış, ölmek üzereymiş ama bir türlü kelime-i şehadet getiremiyormuş, sanki dili tutulmuş. “La….La….” deyip kalıyormuş. Gencin arkadaşları onun şehadet getiremeden, imansız olarak ölmesinden korkuyorlarmış. Birden akıllarına Peygamber Efendimiz gelmiş ve O’nu çağırmışlar. Peygamberimiz gence “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah” demesini söylemiş ama gencin yine de dili dönmüyormuş. Herkes çok şaşırmış. Çünkü Peygamber Efendimiz, ağaca, taşa, deveye emredince, onlar bile “Allah” derlermiş ama bu gencin bir türlü dili çözülmüyormuş. Peygamber Efendimiz “Bu gencin hiç kimsesi yok mu?” diye sormuş. Yaşlı bir annesi olduğunu öğrenince onu çağırmalarını istemiş ve anne gelince, Peygamberimiz oğluna hakkını helal edip etmediğini sormuş. Yaşlı teyze oğlundan bahsedilir bahsedilmez ağlamaya başlamış ve oğlunun ona iyi davranmadığını, kendisine hep karşı geldiğini, onu çok üzdüğünü ve bu yüzden ona hakkını helal etmeyeceğini söylemiş. Peygamber Efendimiz de yaşlı teyzeye, eğer oğluna hakkını helal etmezse oğlunun ebediyyen cehennem alevleri içinde yanacağını söylemiş. Teyze bu sefer daha çok ağlamış, “helal ettim.. helal ettim..” diye inlemiş ve işte o an gencin dili çözülmüş, şehadet getirip vefat etmiş. Peygamberimiz de kendisini o gencin kurtulmasına vesile kılan Allah’a hamdetmiş.

Kur’an’da Allah, anne-babaya “öff..” bile dememizi yasaklamış. Ben bunun ne demek olduğunu anlamadım ve Recep’in dedesine “öff bile dememek ne demek?” diye sordum. Anne-babalarına karşı gelen, yaşlanınca onları döven, sokağa atan, derslerine çalışmayan, yalan söyleyen, annelerinin istediklerini yapmayıp onları üzenleri anlattı. Anneleri onlardan birşey isteyince yüzünü asıp, “öff” diye sızlanarak iş yapanları örnek verdi. Şöyle devam etti; “İşte bunların hepsi kötü davranışlardır. Anne-baba insanın en başta hürmet edeceği kimselerdir. Onlara hürmette kusur eden Allah’a karşı gelmiş sayılır, onları üzen er-geç üzülmeye mahkumdur. Yıllarca kendisine bakan, büyüten, para kazanıp getiren anne-babasına karşı vazifesini yerine getirmeyen çocuk, Kainat’ı Yaratan, bize ayağımızı, gözümüzü, ailemizi, arkadaşlarımızı veren Allah’a karşı vazifelerini yapar mı hiç? Allah’ı seven kişi, başta anne-babasını mutlu etmeli, onlara sevgisini göstermelidir ki sonunda Allah da onu sevsin. Anne-babasına zarar veren zaten ülkesine de faydalı olamaz. İşte zarar içinde zarar…”

Peygamber Efendimiz altı yaşındayken, annesi vefat etmiş. Bizim sınıfta da anne-babası kazada ölen bir arkadaşımız var. Onları düşününce aslında elimdeki güzelliklerin kıymetini bilemediğimi, onlar için Allah’a gerektiği gibi teşekkür edemediğimi anladım. O an annemi ne kadar sevdiğimi, özlediğimi farkettim. Eve gider gitmez annemin yanaklarını öpecektim. Birden “Ya annem olmasaydı!” diye düşündüm. Annem yaptıklarının karşılığında benden hiçbir şey istemiyordu. Hep benim iyiliğimi düşünüyor, ileride yalnız başıma kalırsam kendi kendime işlerimi yapabilmemi istiyordu. Önceleri erkekler ev işi yapmaz diye anneme karşı çıkıyordum, ama bundan sonra bulaşıkları yıkamaya bile yardım edeceğim, yeter ki annem bana hakkını helal etsin ve benim yüzümden o teyze gibi ağlamasın.

O akşam eve dönüp dediklerimi yaptım ve sonra annemden izin alıp odama kitap okumaya gittim. Okuduğum bir hikayede, çarşıdan elleri poşetlerle dolu olarak dönmekte olan annelerin hepsi, kendi çocuklarının maharetlerini övüp övüp duruyorlar ve çok güzel şeyler yapan çocuklardan bahsediyorlardı. Çocukların birisi çok güzel şarkı söylüyormuş, öbürü çok güzel resim yapıyormuş, diğeri elleri üzerinde yürüyormuş. Annelerden bir tanesi ise sessizce dinliyor ama kendi çocuğu hakkında hiçbir şey söylemiyormuş. Ona da sormuşlar “Senin çocuğunun hiçbir mahareti, kabiliyeti ve üstün bir yanı yok mu?” diye. Kadın yine hiçbir şey söyleyememiş. Evlerinin bulunduğu sokağa geldiklerinde, herkesin çocuğu sokakta kendi maharetini sergiliyormuş; kimisi şarkı söylüyor, kimisi resim yapıyor, kimisi de ellerinin üstünde yürüyormuş. Yorgunluktan elleri ve belleri kopan anneler, çocuklarına bakarken, çocukları da onlara uzaktan el sallayıp oyunlarına devam etmişler. Kendisine çocuğunun mahareti sorulan kadının oğlu ise, annesini görür görmez çok sevdiği oyunu bile bırakıp koşarak annesinin yanına gelmiş, “Hoşgeldin anneciğim!” deyip annesinin elinden poşetlerin yarısını almış. O sokakta oturan yaşlı bir amca varmış, ona hangi çocuk daha becerikli, daha iyi diye sormuşlar. Amca da annesine yardım eden çocuğu göstererek, “Şimdi oyunu bırakıp annesine yardım eden, yarın vatanı için de her şeyini feda edebilir. Zaten Peygamber Efendimiz de annelere hizmet etmeyi emretmiş. Bu yüzden, bu çocukların en iyisi ve en beceriklisi annesine yardım etmek için koşan şu çocuktur” demiş.

İşte böyle arkadaşlar; ben bu duygularla yatmaya hazırlanıyordum ki canım anneciğim geliverdi yanıma; bir taraftan, o yumuşacık ve pamukçuk elleriyle saçlarımı sıvazlarken, diğer yandan da bahar güneşi gibi aydın yüzüyle tebessümler saçarak bir öpücük kondurdu yanağıma ve şöyle dedi kulağıma:

Has bahçenin bal arısı

Sevgilerin en durusu

Bir kez istese yavrusu

Yüreğini verir anne…

Ben de atıldım annemin kollarına ve karşılık verdim ona:

İnsan kendi yaşamayınca anlayamıyor,

Bebeğe bir saat bakmak bile zorlardan zor.

Anneciğim, n’olur hakkını helal et bana,

Borcumu ödeyemem canımı versem sana.

Gece karanlığında odamı aydınlatan ve içimi ısıtan melek yüzlü annem kapıyı kapatırken ben de başımı yastığa mutluluk içinde bırakıverdim. Uykuya dalacağım ana kadar da içimden size şunları söylemeyi geçirdim:

Ödenmez asla hakkı annelerin,

Gelin artık kıymetlerini bilin.

“Anne seni çok seviyorum” deyin,

Bundan sonra onları hiç üzmeyin.

Arkadaşınız Talip 🙂

Dilim Evimi Yıkıyordu!

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Fen Bilgisi dersinden yeni çıkmıştık. Yan sıradaki arkadaşlar hararetle birbirlerine birşeyler anlatıyorlardı. Adımın geçtiğini duyunca ne konuştuklarını merak ettim ve yanlarına gittim. O gün okula gelmeyen bir arkadaşımızın hep hasta numarası yaptığını, yalan söylediğini, derste kopya çektiğini falan anlatıyorlardı. Bana da sordular “Sen de biliyor muydun?” diye. Bahsettikleri Engin’di. Hemen önümdeki sırada oturduğu için yaptıklarını görüyordum. Buna rağmen ben kötü bir şey söylemedim ama ben de katıldım aralarına ve dinlemeye başladım.. o-bu derken öğretmenlerimiz de dahil sınıftaki herkes hakkında ne biliyorlarsa anlattı arkadaşlarım birer birer…

Sonraki ders Din Kültürü’ydü. Dersin sonunda öğretmenimiz ödev olarak zeka sorusu gibi birşey sordu. Bedenimizin bir uzvunu soruyordu. Yıllarca büyük çabalarla, her türlü aleti kullanarak yaptığımız kocaman birşeyi, hiçbir alet kullanmadan bir dokunuşta yıkacak bir uzvumuzu… doğru cevabı bulan herkese çikolata hediye edecekti.

Eve gider gitmez ansiklopedileri, fen bilgisi kitabımı karıştırdım, anne-babama sordum, bulamadık. Nineme sordum, cevabını bildiğini ama ödevin çalışarak bulmam için bana verildiğini ve daha fazla araştırmam gerektiğini söyledi. Düşündüm, düşündüm, düşündüm… Çalışma masamda uyuyakalmışım ve bir rüya gördüm: Ben boş bir arazide oyuncaklarım, yapbozlarım, fotoğraflarım, çikolata ve şekerlerimle kocaman bir ev yapıyordum. Çok yorulmuş ve terlemişim. Tam bitirmek üzereyken evin damından aşağıya indim, dilimi çıkardım. Dilim büyüdükçe büyüyordu. Benden bile büyük hale geldi. Dilimle eve dokundum ve kocaman bina yıkılıverdi. Bütün emeğim boşa gitmişti. Aynı şeyi defalarca yapıyordum. Bin bir çabayla yaptığım evi dilimle yıkıyordum.

“Talip!..Talip!..” diyen annemin o güzel sesi, beni çok yoran kabusumdan uyandırdı: “Sabaha kadar masada uyunur mu oğlum? Okul saati geldi. Boynun da tutulmuştur şimdi!.” Masada uyumaktan çok, rüyamda yapıp yapıp yıktığım evler yormuştu beni. Rüyama bir türlü anlam veremedim. Anneme anlattım, o da “Hayırdır inşallah, ama okuldan sonra konuşuruz, derse geç kalacaksın yoksa!” deyip kahvaltı masasına çağırdı.

Gün boyu rüyam aklımdan çıkmadı. Tabiî öğretmenimizin sorduğu soru da… Eve geldiğimde din kültürüyle fen sorusunun ne bağlantısı olabilir diye düşünürken evdeki dinle ilgili kitapları karıştırmaya başladım. Tam pes edecektim ki, her gece yatmadan önce annemle beraber mutlaka bir kaç sayfa kitap okuyan ve “çok şükür bu gece de nurlandık” diyerek yatak odasının yolunu tutan babamın o an okudukları dikkatimi çekti: “Nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mâl-i sâlihayı yer bitirir.” Biliyor musunuz, birden beynimde şimşekler çakıyormuş gibi oldu.. acaba öğretmenimin sorduğu bu muydu? “Gıybet” ne demekti acaba? Sorsa mıydım hemen babama;

– “Hayrola oğlum bu saate kadar yatmadın mı?”

– “Hayır babacığım, sana birşey sorabilir miyim?”

– “Tabiî yavrum, ne demek? Bu saatte bile sana soru sordurtan şeyi çok merak ettim doğrusu!”

– “Gıybet ve a’mâl-i saliha ne demek babacığım?”

– “Ooo.. bu saat için çok hassas bir soru bu yavrum; ama dilimin döndüğü kadar anlatayım. ‘Gıybet’ bir insan hakkında onun olmadığı bir yerde ve duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek, hatta onu üzecek bir şekilde konuşmaktır. Çok masumca başlar insanlar gıybet etmeye ama o, konuşanı, dinleyeni ve toplumu zehirleyen bir yılan gibidir. Allah’ın en sevmediği günahlardan birisidir. Kul hakkına girilmiş olunur ve gıybeti yapılan kişi kendisi hakkında konuşulanları öğrenip o kimseleri affetmedikçe, Allah da gıybet edenleri affetmez.”

– “Ne gibi hoşlanmayacağı şeyler konuşulursa babacığım, mesela bir arkadaşımız yalancıysa bunu söylemek de mi günahtır?”

– “Evet yavrum, arkadaşınızın kötü huyları, vücudundaki sakatlıkları, boyu, kilosu, burnu hakkında bile olsa o kişiyi üzecek şekilde konuşmanın hepsi günahtır.”

– “Ama neden baba? Yalan değilse söylediklerimiz, hatta yüzüne karşı da söyleyebiliyorsak niye günah olsun ki?”

– “Bak yavrum! Yüzüne karşı söylediğinde zaten hakaret edip kırmış olursun, bu bir kul hakkıdır, e.. arkasından yalan söylesen iftira olur, o daha büyük bir günah; arkasından doğru, ama kötü şeyleri söylersen de gıybet olur. Gıybet çok sinsi bir günahtır. İftiracıları kimse sevmiyor, bu yüzden insanlar iftira etmeye kolay kolay cesaret edemiyorlar. Ama gıybet biz hiç farkında olmadan sohbetlerimize karışıveriyor. Doğruyu söylüyoruz deyip, gıybet yaptığımızı kabul etmek istemiyoruz.”

– “Peki öyleyse, hırsızları, katilleri polislere; yalancıları anne-babalarına, öğretmenlerine şikayet etmek de gıybet mi oluyor? Hep susalım, onlar da kötü insan olmaya devam mı etsinler?”

– “Allah’ın insanların kötü huylarını söylememize izin veridiği bir-iki yer var oğlum. Buralarda çok hassas davranıp, hem gıybete girmemeliyiz hem de o kimseleri o kötü alışkanlıklarından vazgeçirmeliyiz!”

– “Peki, söylenenlerin gıybet olmayacağı yerleri de annem söylesin, olur mu anneciğim?”

– “Tamam akıllı yavrum, onu da ben söyleyeyim: Allah, kötü huyu olan kimsenin o kötü huyunu bıraktırabilecek olan kişiye, başkasına duyurmadan ve durumu abartmadan, en hafif şekilde anlatmaya müsaade etmiştir. Yalnız oğlum, çok dikkat etmek lazım, eğer o kişi onu çözebilecekse anlatabilirsin.”

– “ ‘A’mâl-i saliha’ nedir anneciğim?”

– “O da ibadetler dahil Allah’ın hoşuna gidecek, insanı bir adım daha Allah’a yaklaştıracak olan her güzel davranıştır, yavrum. Namazını kılman, orucunu tutman, bir fakire yardım etmen, yiyeceğini, oyuncağını arkadaşlarınla paylaşman, büyüklerine saygılı olup sesini yükseltmemen, yalan söylememen.. bütün bunlar güzel davranışlardır.”

– “Şimdi anlıyorum… Meğerse rüyamda sorunun cevabı gizliymiş!”

– “Ne dedin oğlum?”

– “Hani dün bir rüya gömüştüm ya anne, sabah da sana anlatmıştım.. bütün gücümle ve eşyalarımla yaptığım koca bir binayı dilimle yıkıyordum. Demek ki, geçen gün sınıftaki arkadaşlarla gıybet edince kendi yaptığım cennet evimi kendi dilimle yıkmış, bütün a’mâl-i salihamı silmiş oldum..:(( Fakat, ben kötü bir şey dememiştim ki, sadece dinlemiştim anne.

– Bak yavrum, Peygamberimiz buyuruyor ki, “Gıybeti dinleyen de onu yapan gibidir.”

– Yaa.. peki şimdi ben ne yapacağım anne? Yaptıklarımın hepsi boşa mı gitti yani, Cennet’e gidemeyecek miyim?”

– “Dur oğlum! Öyle hemen ümitsizliğe düşme. Allah çok merhametli. Bu günahından temizlenmenin bir yolu var.”

– “N’olur söyle anne, bilmiyordum ve şimdi çok üzüldüm, ne yaparsam Allah beni affeder?”

– “Her şeyden önce, yaptığına pişman olup tevbe edecek ve aynı günahı tekrar etmemeye çalışacaksın. Sonra gıybetini yaptığın kişinin yanına gidip, olup biteni anlatacak ve helallik isteyecek, pişmanlığını ona da belli edeceksin.”

– “ Peki ya arkadaşım kırılır da beni affetmezse?”

– “Sen hakikaten pişman olur ve Allah’tan af dilersen, Allah da arkadaşının gönlünü yumuşatıverir. Tabiî bu Allah’a olan güvenine bağlı… Soracağın başka birşey yoksa, namazını kıl, Allah’a tevbe et, yarın yapacak çok işin olacak..”

İşte böyle arkadaşlar, bu hafta sizinle bir rüyamı ve onun açıklamasını paylaştım. Uzun lafın kısası:

Gıybet sanki bir ateş, sevapları yer bitirir,
Dinleyen kimseler de gıybet etmiş gibidir,
Siz siz olun o günaha girmeyin,
Cennet evinizi bir anda devirmeyin.

Düşmüşseniz bir kere onun alevlerine,
Her şey bitti demeyin, güvenin Rabbinize,
Koşun hiç beklemeden tevbe seccadenize,
Pişmanlıkla el açınca günah kalmaz geriye.

Arkadaşınız Talip Rıza 🙂

Yeni Bir Merhaba

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Merhaba Arkadaşlar! Ben Talip. Bana meraklı da derler. İsmimden de anlayacağınız gibi yeni ama güzel şeyler öğrenmeye talibim. Çevremi inceliyorum, arkadaşlarımın yaptıklarına, insanların başından geçen olaylara, televizyonda seyrettiğim hadiselere dikkatle bakıyorum. Bir sürü yeni şey öğreniyorum.

Bazen iyi ile kötüyü ayırdedemeyince hatalara düşebiliyorum. Aslında hataları işledikten bir süre sonra onların yanlış olduğunu anlıyorum ama ben hataları yapmadan önce farketmek ve hayatım boyunca onlardan uzak durmak istiyorum. Doğruyla yanlışı ayırdedebilmem için yardıma ihtiyacım oluyor. En büyük yardımı da nasihat dinlemek ve kitap okumak sayesinde elde ediyorum.

Ama, itiraf etmeliyim ki, büyük kitapları okumak, bir sürü sayfa ve küçücük yazılar arasından gerekli dersi çıkartmak bana çok zor geliyor; kısa ve ibretli hikayeler okumak hem daha kolay hem de çok zevkli.

Anne ve babalarından dinledikleri hikayeleri “Tomurcuk”ta bizimle paylaşan Zeynep ve Ömer, benim arkadaşlarım. Onlar başka bir şehre taşınınca “Tomurcuk” da uzun süre boş kaldı, bu haliyle belki de onlardan ayrılmanın üzüntüsünü yansıttı. Fakat hemen siz de hüzne kapılmayın öyle. Ömer ve Zeynep yeni arkadaşlarının yanına gitseler bile bizi de bütün bütün unutmadılar; giderken bütün hikaye kitaplarını bana bıraktılar. O kitapların çoğunu hemen okuyup bitirdim; fakat bir şeye çok şaştım: Bu hikaye kitaplarını yazanlar ya beni izliyorlar, hatalarımı görüp yazıyorlar, ya da bütün çocuklar benimle aynı hatayı yapıyorlar. Ben ne yapıp etmişsem sanki görmüş de onları anlatmışlar…

Bazı hikayeleri okuduğumda asıl anlatılmak istenileni anlayamayabiliyorum. O zaman da çevremdeki büyüklerime soruyorum; anneme, babama, nineme, dedeme, teyzeme, amcama, öğretmenime. Hepsi çok okumuş, çok bilgili insanlar. Hikayelerimi ve büyüklerimden öğrendiklerimi sizinle paylaşmak için sabırsızlanıyorum.

Biliyorum, Zeynep ve Ömer’in yerini dolduramam, ama birinizin güzel bir şey yapmasına vesile olursam veya diğer birinizi kötü bir şey yapmaktan uzaklaştırırsam Allah’ın beni çok seveceğini ve bana bir sürü sevap yazacağına inanıyorum. İşte bu niyet ve bir duayla başlıyorum sizinle olan beraberliğime… ben sizi şimdiden sevdim. Duam o ki Allah da hepimizi sevsin…

Eminim ki, siz de benim gibi çok hikaye okuyorsunuzdur. Onları insanlarla paylaşıp, kötülüklerden uzaklaşmalarına veya iyiliklere koşmalarına vesile olup sevap kazanmak istiyorsunuzdur. İsterseniz siz de hikayelerinizi bana ulaştırın, ben de onları bütün dünyaya duyurayım… Böylece hep beraber Allah’ın sevgisini kazanalım…

Değil mi arkadaşlar; Allah bizi severse her şey bize dost olur ve getirir pek çok yarar; ama O’nu bilmiyorsak ve O’nun tarafından sevilmiyorsak, her şey bize düşman olur ve verir binlerce zarar.

Not: Görüyor musunuz, sizinle tanışacağım için ne kadar heyecanlıyım!.. Sizden hikaye istedim ama adresimi söylemeyi unuttum.:)) Hikayelerinizi sizdenhurkule@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.

ARKADAŞINIZ TALİP RIZA 🙂

Zorluklar Karşısında Sabır

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer’in annesi mutfakta akşam için yemek hazırlamakla meşguldu. Tam çocukların okuldan gelme vakti idi. Kapı çalındığında “herhalde çocuklar geldi” diye düşündü. Ancak kapıda çocuklar yerine bir polis memuru bekliyordu. Anne polisi görünce birden heyecanlandı. Kendini toparlayarak:

– Buyrun, bir şey mi istemiştiniz, diyebildi.

– Siz Ömer’in annesi misiniz?

Anne içinde ılık ılık bir şeylerin aktığını hissetti. Dizlerinin bağı çözülür gibi olmuş, düşmemek için kapının kenarına tutunmuştu.

– Evet, ben Ömer’in annesiyim, ne oldu Ömer’ime memur bey?

Polis memuru çok soğukkanlıydı. Benzeri durumlarla kimbilir kaç kere karşılaşmıştı. Ama o da çocuk babasıydı. Anneyi daha fazla heyecanlandırmamak için gülümsedi.

– Merak edecek bir şey yok hanımefendi. Okuldan gelirken küçük bir trafik kazası atlattı. Ciddi bir şeyi yok, sadece bir-iki küçük yara. Şu anda hastanede, hatta şimdiye kadar tedavisi bitmiş olmalı.

– Hangi hastane? Hemen oraya gitmeliyim?

– Bana kalırsa babasını bekleyin. Zannedersem henüz işten dönmedi. Beraber hastaneye gidebilirsiniz, hem böylece onu da merakta bırakmamış olursunuz.

Polis memurunun soğukkanlı ama yumuşak tavrı anneyi biraz olsun rahatlatmıştı. Çok ciddi bir şey olmadığına kendini inandırmaya çalıştı. Ama yine de heyecanına mani olamıyordu. Polisin dediği gibi babayı beklemeye karar verdi. Hastanenin yerini söyleyen memur gitmek için arkasını döndüğünde annenin aklına birden Zeynep geldi ve gayrı ihtiyari haykırdı:

– Zeynep, Zeynebim nerede? Onun da şimdiye kadar gelmiş olması lazımdı.

Polis elini başına vurdu:

– Haa. Az kalsın unutuyordum. Zeynep Ömer’in küçük kardeşi olmalı.

– Evet, evet. Onun bir şeyi var mı memur bey.

– Yok canım. O gayet iyi. Kaza sırasında beraberlermiş. Ben onu buraya getirmek istedim ama hastanede ağbisinin yanında kalmak için ısrar etti. Çok şirin bir çocuk maaşallah.

* * *

Anne, babaya telefon etmeye lüzum duymadı. Çünkü şu anda yolda olmalıydı. Gerçekten de çok geçmeden baba eve ulaştı.

* * *

Hastanenin bekleme salonu ailenin tanıdıkları ile dolmuştu. Aileyi teselli etmeye çalışıyorlar bu arada hastanın durumu hakkında son bilgileri sabırsızlıkla bekliyorlardı. Kazanın nasıl gerçekleştiğini çoktan Zeynep’ten öğrenmişlerdi. Zeynep’in anlattığına göre ağbi-kardeş okuldan yürüyerek dönüyorlarmış. Bu arada Ömer kardeşine, bugün kimya dersinde yaptıkları deneyi heyecanla anlatmakta imiş. Bu işe kendisini o kadar kaptırmış ki yolun karşısına geçerken kendilerine yaklaşan arabayı farketmemiş bile. Bereket şoför çok tecrübeli imiş ve son saniyede yaptığı hamle ile olay ucuz atlatılmış. Yoksa –Allah korusun– her ikisi de ölebilirlermiş. Zeynep’i merakla dinleyen kalabalık zaman zaman söze karışıyorlar:

– Allah korumuş. Rabbim muhafaza etmiş..

diyorlardı. Bir tanesi:

– Her şey Allah’tan. Bu bir imtihan, Allah’ın takdiri..

dedi. Bir diğeri sesini yükselterek:

– Evet, her şey Allah’ın takdiri ile olur. Biz müslümanlar buna inanırız. Ancak çocuklarımızı sokaklarda dikkatli olmaları konusunda da eğitmeliyiz. Onları devamlı uyarmalıyız ki tedbirli davranmak âdetleri olsun.

Anne bu olay karşısında kimseye hissettirmemeye çalışarak sessiz sessiz ağlıyordu. O da her anne gibiydi. Zaten anneler hayat boyu hep böyle evlatları için ağlamazlar mı? Hem onların başarılarından dolayı hem de incinmeleri karşısında ağlayan hep annelerdir. Ömer’in annesi de üzüntüden neredeyse kendini kaybetmiş, elindeki beyaz mendili gözyaşları ile ıslanmıştı.

Baba biraz daha kendine hakim idi. Bir yandan oğlunu düşünürken, diğer yandan eşini teselli etmeye çalışıyordu. Aklına gelen duaları da mırıldanıyordu.

Ömer üç saattir ameliyathanedeydi. Bu süre sabırsızlıkla bekleyen aile için ne kadar da zor geçiyordu. Biraz sonra ameliyathanenin kapısı açıldı. Doktor Bey hafif bir tebessüm ile aileye doğru yaklaştı. Bekleyenlerin gönüllerine su serpen şeyler söyledi. Ameliyat çok başarılı geçmişti, endişelenecek bir şey yoktu. Ama hastanın dinlenmesi gerektiğini söyledi. İlaçların tesiri geçince hasta kendisini daha iyi hissedecekti. Doktor hastayı ziyaret için kimseye izin vermedi.

Anne, oğlunu görebilmek için doktora çok ısrar etmişti. Doktor söylediklerine riayet etmesi şartıyla buna müsaade etti. İzin sadece anne için idi.

Ömer ilaçların tesiri ile gözlerini zorlukla açmıştı. Elini sargı bezleri ile sarılmış olan başına götürmeye çalıştı ise de bunu başaramadı. Vücudunun her tarafının ağrıdığını hissetti. Hayati tehlikesi olmamakla beraber Ömer’in kolunda ve bacağında kırıklar vardı. Acıyla inledi. Annesi hemen yetişti ve oğlunun elini tutarak ona destek olmaya çalıştı. Hemşireler de yardıma koştular.

Ömer biraz kendini toparlayınca babası da odaya geldi ve başucundaki sandalyeye oturdu. Babası kendisine biraz da mahcup bir edayla bakan Ömer’in yanağını şefkatle okşadı:

– Sevgili oğlum! Bu tür olaylar her insanın başına gelebilir. Özellikle inançlı insanlar buna benzer olaylara hazırlıklı olmalılar. Sevgili Peygamberimiz: “Başa gelen kötü hadiseler karşısında sabırlı olmak felaketin yakıcı ateşini hafifletir.” buyurmuşlardır.

Yine bir seferinde yakın arkadaşları, Şefkatli Peygamberimiz’e: “Felaket ve acı hadiseler en çok kimlerin başına gelir” diye sormuşlardı. O da: “Belalar en çok Allah’ın Peygamberlerinin başına gelir. Onlardan sonra da derecesine göre Allah’ın sevdiği büyük insanların başına gelir.” diye cevap vermişti.

Oğlum, sen Eyyüb Peygamber’in başına gelenleri bilirsin. Nasıl bir çok hastalıklar çekmiş hatta hastalıktan dolayı çok acı çekmişti. Ama O bundan hiç şikayet etmemiş, her şeye sabretmişti. Sabredenlerin mükafatı da o ölçüde büyük olmaktadır. Kur’an-ı Kerim Eyyüb Peygamber’den şöyle söz ediyor: “Eyyüb sıkıntılar içinde iken ‘Ya Rabbi bana zarar dokundu, Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin!’ dediğinde biz O’nu sıkıntıdan kurtardık.”

İşte, benim biricik oğlum, sen de karşılaştığın bu sıkıntılara karşı sabırla karşılık vermelisin.

Bu sözleri söyledikten sonra baba biraz durakladı. Ömer:

– Lütfen babacığım devam et. Bu sözler beni çok rahatlatıyor!

Babası gülümsedi:

– Allah seni kamil imanla mükafatlandırsın, benim güzel oğlum.

Peygamber Efendimiz döneminde yaşayan yaşlı bir kadın vardı. Peygamberimiz kendisini iyi tanıyordu. Bir müddet bu yaşlı kadını göremeyince onu tanıyanlara sordu. Hasta olduğunu ve uzun bir zamandan beri yataktan kalkamadığını söylediler.

Sevgili Peygamberimiz, bir kaç arkadaşını da yanına alarak bu yaşlı kadını ziyarete gitti. Zaten O, hasta ziyaretlerine çok önem verir ve etrafındakilere bunu ihmal etmemelerini tavsiye ederdi.

Yaşlı kadının evine vardıklarında, onun ateşler içinde yatmakta olduğunu gördüler. Hastalığın şiddetinde dolayı inliyordu, hatta sesi kapının dışından bile duyuluyordu.

Peygamberimiz, yakınına bir yere oturdu, ona acil şifalar için dua etti. Sonra:

“Sabret! Halinden dolayı şikayet etme! Çünkü inanan bir kimse hasta olduğunda bu hastalık sebebi ile Yüce Allah o kulunun hatalarını bağışlar. Nasıl demir ve gümüş ateşte bekletildiklerinde içlerindeki yabancı maddeler dökülür, aynen inanan kimse de böyledir. Hastalıkları ile günahları bağışlanır.” buyurdu.

Yaşlı kadın acılarına rağmen anlatılanları can kulağı ile dinliyordu, hastalığının verdiği sıkıntılara sabretmek kararındaydı. Allah’ın Peygamberi de ona dua ederek yanından ayrıldı. Kısa bir süre sonra kadın eski sağlığına kavuştu.

Ömer babasının anlattıklarından çok şey öğrenmişti.

– Baba! Eve döndüğümüzde anlattıklarına devam etmeni istiyorum. dedi.

Evet. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kim sabretmede kararlı davranırsa Allah sabırlı olmasında ona yardımcı olur. Kendisine sabır bahşedilen kimseye çok büyük bir hayır verilmiş demektir.”

Başka bir Hadis de şöyledir:

“Sabır ışıktır.”

Bir Samimi Söz

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Zeynep o gün çok sevinçliydi. Annesi, babası ve ağbisi ile beraber oturuyorlardı.

– İzin verirseniz bugün ben size bir şey anlatayım.

Annesi:

– Aman aman! Kızımız bir şey anlatacak. Elbette kızım seni seve seve dinleriz.

Babası:

– Ooo! Çok güzel, çok güzel! Güzel kızımız iyi bir konuşmacı olmayı istiyor herhalde. Hadi bakalım seni dinliyoruz.

Zeynep anlatmaya başladı:

– Bugün Din dersi öğretmenimizin anlattığı şeyler bizi öylesine etkiledi ki, hepimiz adeta onun anlattığı olayı seyrediyor, hayır hayır, yaşıyor gibi olduk. Ben neredeyse sınıfta ve arkadaşlarımın arasında olduğumu unutuverdim.

Babası söze girerek:

– Zeynepciğim konuşmana usta bir konuşmacı gibi başladın. Çok ilgi çekici bir giriş yaptın ve hepimizi meraklandırdın. Peki söyle bakalım daha sonra ne oldu.

Zeynep devam ediyordu:

– Çok etkilenmiştik. O kadar ki dersin sonunda Allah’a olan imanımızdan doyasıya sevinç ve mutluluk duyduğumuzu hissettik. Hayatımız boyunca ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, Allah’a inancımız ve sevgimizden hiç vazgeçmemeye kendi kendimize karar vermiştik. Allah’ın koruması ve himayesinin bizim için hem bu dünyada hem de ahiret hayatımızda ne kadar önemli olduğunu anladık. Zaten Sevgili Peygamberimiz de bize Allah’ın himayesinin, en güvenli sığınağımız olduğunu bildiriyor değil mi babacığım?

– Zeynep’in söyledikleri ağbisi Ömer’i iyice heyecanlandırmıştı:

– Zeynep bizi ne kadar da meraklandırdın. Şu olayı hala anlatmayacak mısın?

Zeynep derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı:

– Peygamber Efendimiz zamanında müslümanlığı henüz kabul etmemiş bir kabile vardı. Bunlar müslümanlara karşı düşmanlık yapıyorlardı. O günlerde düşmanlıkları hepten artmış Peygamberimizin yaşadığı şehre yani Medine’ye saldırmayı planlıyorlardı. Kabilenin reisi insanları devamlı savaşa kışkırtıyor, onları galeyana getirecek konuşmalar yapıyor, şairler de kin ve düşmanlıkları körükleyen şiirler okuyorlardı. Eğer Medine’yi elde ederlerse, o bölgenin tamamına hakim olacaklarına inanıyorlardı.

O dönemde hemen her kabilede Peygamberimiz’i seven insanlar vardı. Bu insanlar kabilelerin durumları hakkında Medine’yi haberdar ederlerdi. İşte bu kabile ile alakalı son durum ve savaş hazırlıkları da Allah Rasülü’nün kulağına gelmişti.

Peygamberimiz, hem büyük bir öğretmen hem de büyük bir kumandan idi. Savaşta erken davranmanın ve akıllıca hareket etmenin ne kadar önemli olduğunu çok iyi biliyordu. Hemen bir ordu hazırladı ve hiç vakit geçirmeden yola çıktı.

Peygamber Efendimiz çok dikkatli davranıyordu. Ordu geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyordu. Bir savaş için çok iyi hazırlanmıştı. Bu dikkatli ve planlı ordu hedefine ulaştığında gece vaktiydi. Ani bir saldırıyla düşman ne yapacağını şaşırmıştı. Her şeylerini bırakıp dağa kaçmaktan başka bir çare bulamadılak. Mallarını, atlarını, koyunlarını yani her şeylerini arkalarında bırakarak büyük bir şaşkınlıkla dağlara kaçıyorlardı. Müslüman ordusu hiç kan akıtmadan bir zafere ulaşmıştı.

Güneş, ilk ışıkları ile etrafa aydınlık yaymaya başladığında, her şey daha belirgin görünmeye başladı. Dağa kaçan kabilenin savaşçılarından bazıları müslümanlar üzerine uzaktan ok atıyor, ama korkularından vadiye inemiyorlardı. Müslüman ordusu Peygamberimizin komutanlığında, düşmanı bulundukları yerlerden indirmek için harekete geçtiler.

Yarım gün böylece geçti. Bu geçen zaman içinde neticeyi değiştirecek bir şey olmamıştı.

Öğle vakti yaklaştığında yakıcı güneş çöle dayanılmaz bir sıcaklık indiriyordu. Sanki güneşten ateş okları yağıyor gibiydi. Bu sıcakta ortalıkta dolaşmak mümkün değildi, her iki taraf da bu saatte savaşmayı göze alamazdı, daha serin yerlere çekilmek en akıllıca şeydi.

Allah Rasülü de öyle yaptı. Kendisi de biraz istirahat edebilmek için bir gölgeye çekildi. Zırhını ve kılıcını çıkarmış bir ağacın dalına asmıştı.

Düşman kabile reisi ise durumlarının çok iyi olmadığını biliyor, yerinde duramıyordu. Belki bir umut vardı. Hazreti Peygamber’i öldürürse, müslüman ordusunu yenebileceğini düşünüyordu. Bu düşünce ile bir kayanın gölgesinde yardımcıları ile oturuyor yeni plânlar yapıyordu. Bir adamı şöyle bir fikir ortaya attı:

– Elimize belki de bir daha yakalayamayacağımız bir fırsat geçti.. Ben, Muhammed’i arkadaşlarından ayrı bir yerde zırhını ve kılıcını çıkarmış istirahat ederken gördüm. Hemen şu tepenin arkasında bir ağacın altında.

Liderlerinin gözü parladı. Eğer Onu öldürmeyi başarırsa hem büyük bir kahraman olacaktı, hem de o çevrenin en büyük kumandanı olarak tanınacaktı.

Ayağa kalktı. Gitmek ve vazgeçmek arasında biraz tereddüt geçirdi. “MUHAMMED” ismi kulaklarında çınlıyordu, işin hakikati bu işten korkuyordu. Bu korku damarlarındaki kan gibi vücudunun her tarafında dalaşıyordu. Etrafındaki insanlar da bunu fark etmiş olacaklar ki, onu alaya almaya başlamışlardı, bir yandan da onu bu iş için cesaretlendiriyorlardı. Ama hiçbirisi de onun yaşadığı korkuyu anlayamıyordu. Ama ne olursa olsun o bu işten kaçamazdı.

Kayalar arasından saklanarak aşağıya doğru inmeye başladı. Peygamberimiz’in gölgelenmekte olduğu ağacın altına çok yaklaşmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar kılıcını sıyırmış, Allah Rasülü’nün başı ucuna dikilmişti:

– Ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? Diye haykırdı.

Allah Rasülü gözlerini açtığında adamın elinde kılıç başında dikildiğini gördü. En küçük bir korku ve telaş göstermiyordu. Hiç tereddüt etmeden:

– Allah! dedi.

Allah Rasülü’nün ağzından bu kelime çıkar çıkmaz, adamın yüzü sapsarı olmuş, şiddetle titremeye başlamıştı. Kalbi göğsünden çıkacakmış gibi atıyordu. Gözleri kararıyordu. Önce elinden kılıcı düştü sonra sırt üstü yuvarlandı.

Peygamber Efendimiz ayağa kalktı. Kılıcı eline aldı yere yuvarlanan adamın başında durdu:

– Şimdi sen söyle, seni benden kim koruyacak?

Adam,ne diyeceğini şaşırmıştı, ne yapacağını bilemiyordu:

– Hiç kimse! Hiç kimse! dedi. Sonra sesini yumuşatarak:

– Beni bağışla Ey Muhammed. dedi.

Allah’ın Elçisi, onu bağışladı ve serbest bıraktı.

Adam hayatta kaldığına inanamıyordu. Kendi vücuduna hayret ve şaşkınlıkla bakıyor hala bu durumdan nasıl kurtulduğunun sebebini anayamıyordu.

Hemen oradan uzaklaştı. Arkadaşlarının yanına dönüp olanları anlatınca onlar da şaşırıp kalmışlardı. Sanki dilleri tutulmuşcasına ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Kabile reisi bu olaydan sonra bazı kararlara varmış gibiydi. Söylediklerinden bu anlaşılıyordu:

– Ey dostlarım ve arkadaşlarım. Hazreti Muhammed’in insanların en merhametlisi olduğunu gördüm. Ben O’nun Allah’ın Son Peygamberi olduğuna iman ettim, müslüman oldum. Sizin de bundan sonra O’na direnmemenizi tavsiye ederim. Siz de O’ na iman edin kurtulun. dedi.

Reislerini bu itirafları üzerine orada bulunanlar da fazla bir direnme göstermediler. Reislerinin dediğini kabul edip hepsi de İslam’a teslim oldular. Hazreti Peygamber’e haberci göndererek müslümanlığı kabul ettiklerini bildirdiler. Allah Rasülü buna çok sevinmişti, hemen onlardan alınan mal ve hayvanların kendilerine geri verilmesini emretti.

Zeynep’in babası:

– Kızım sözlerini başladığın güzellikte bitirmeni istiyorum. dedi.

Zeynep başını “tabii ki” manasında sallayarak devam etti:

– “Allah” kelimesinin insan ruhunda çok derin tesirleri vardır. Bu, hem bu kelimeyi söyleyen hem de işiten için aynıdır. Özellikle kalbi Allah inancı ile dopdolu olan insanlar bu tesiri çok iyi hissederler. Çünkü inanan insanlar bütün varlıkların bu kelime ile irtibatlı olduğunun farkındadırlar. Her türlü sıkıntı ve zorluklar karşısında tek sığınılacak yerin Allah’ın himayesi olduğunu çok iyi bilirler. Bu iman ile yeryüzündeki bütün insanlardan daha güçlüdürler. Onun için Bediüzzaman Hazretleri demiştir ki: “Allah’a inanan insan bütün kainata meydan okuyabilir”.

Zeynep sözlerini bitirince bütün aile fertleri konuşmasını bu derece güzel bitirdiği için onu tebrik etmişlerdi. Babası:

– Sana çok teşekkür ederim. İnsanın bildiği konuda bile olsa başka birisinden bir şeyler dinlemesinin ayrı bir tadı oluyor. Sen de bize bu zevki yaşatmış oldun güzel kızım.

Yolun Hakkı

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer ağlayarak eve girdi. Annesi onu bu halde görünce telaşla ne olduğunu anlamak için koştu. Ömer’in elbiseleri toz toprak içindeydi, saçları darmadağınıktı. Akan gözyaşları tozlu yüzünde iz yapmıştı. Elinde tuttuğu babasının yeni aldığı top, top olmaktan çıkmış işe yaramaz bir deri parçası haline gelmişti. Annesi:

– Oğlum bu halin ne! Sana bunu kim yaptı? Yeni topuna ne oldu? Sorularını birbiri ardına sıraladı. Ömer güçlükle:

– Arkadaşlarla beraber arkadaki yolda top oynuyorduk. Aramızdan hızla bir otomobil geçti. Topumu ezdi, maçı bize zehir etti.
Bu duyduklarından sonra anne iyice sinirlenmişti:

– Hemen lavaboya koş, ellerini ve yüzünü güzelce yıka ve elbiselerini değiştir. Bu halinle çok kötü görünüyorsun. Böyle bir olayı ucuz atlattığın için de Allah’a şükret.
Babası ve kız kardeşi Zeynep her Cuma günü adetleri olduğu üzere yakın akrabalarını ziyarete gitmişlerdi. Bu yüzden evde yoklardı. Yoksa babası Ömer’i bu halde görse idi iyice kızabilirdi.
Akşam ezanından az önce babası ve Zeynep eve döndü. Akşam namazına hazırlık yapmak için lavaboya giden baba, Ömer’in kirlenmiş elbiselerini ve patlayan topunu gördü. Babası olanları anladı; Ömer kendisine söylediklerini dinlememiş yine caddede top oynamış olmalıydı. Babası Ömer’e iyi bir ders vermesi gerektiğini düşündü. Ama tam bu esnada Akşam ezanı okunmaya başlayınca bu işi namazdan sonraya bırakmaya karar verdi. Bütün aile beraberce akşam namazını kıldılar.
Namazdan sonra babanın kızgınlığı biraz hafifletmişti. Ömer’i karşısına aldı:

– Oğlum seni daha önce uyarmıştım. Niçin daha dikkatli davranmıyorsun. Yine o tehlikeli yolda top oymamışsın, elbiselerini parçalamış, sana aldığım topu da patlatmışsın. O kalabalık caddede sen veya arkadaşlarından biri geçen arabaların altında kalıp can verebilir, öyle değil mi?
Ömer diyecek bir şey bulamıyordu. Başını önüne eğmişti. Sessizce ağlıyordu. Annesi de konuşmaya katıldı:

– Çevrede oturan insanları rahatsız etmeye de hakkınız yok. Evinde hasta yatan ve sessizliğe ihtiyaç duyan insanlar olabilir. Onlara karşı saygılı olmak zorundayız.
Zeynep bir şeyler söylemek için babasından izin istedi:

– Eğer ağbim bana gücenmezse ben de bazı şeyler söylemek istiyorum.
Ömer ise hala ağlıyordu. Babası gözyaşlarını silmesi için ona mendilini uzattı.

– Söyle kızım. Biz bir aileyiz, burada herkes birbirinin iyiliği için her şeyi yapmalıdır. Ağbin de sana darılmaz, ne söylemek istiyorsan söyle.

– Bugün arkadaşlarımla okuldan dönüyorduk. Konuşarak kaldırımdan yürüyorduk. Ama kaldırımdan rahatça yürümek ne mümkün. Satıcılar baştan başa sıralanmış ve insanların yürümesine fırsat vermiyorlardı. Biz de mecburen caddenin üzerinde yürümek zorunda kaldık. Otomobiller yanımızdan büyük bir hızla geçiyorlardı, her adım bizim için bir yeni tehlike taşıyordu.
Kaldırımları dolduranlar keşke sadece satıcılar olsa yine iyi! Bir çok kahvehane ve lokanta, masa ve sandalyeleriyle kaldırımları tamamen kapatmışlardı.
Sonra bir arkadaşımızı evine bırakmak için arka sokaklardan birisine saptık. Ne olsa iyi! Başımızın üzerinden bir şeylerin yağdığını gördük. Bir kadın bir kova suyu balkondan aşağıya boşaltıyordu. Biraz kenara çekilmeseydik, her tarafımız sırılsıklam olacaktı. Bu da yetmezmiş gibi bazı yerlerde çöplerden küçük tepecikler oluşmuş olduğunu gördük. Etrafa gerçekten kötü kokular yayıyorlardı.
Kızının anlattıklarının ciddi bir problem olduğunu bilen baba:

– Söylediğin şeyler hakikaten çok ciddi sorunlar sevgili kızım. Şu görünen hali ile manzara pek iç açıcı değil. Halbuki ortak olarak kullandığımız sokaklarımızı temiz tutmak toplumun bütün fertlerinin işidir. Bunun herkesin sahip çıktığı bir ahlak kuralı olması gerekir.
Ömer biraz sakinleşmiş ve yaptığı işin hiç de doğru olmadığını şimdi daha iyi anlamıştı:

– Baba, bir daha caddede top oynamayacağım ve insanları rahatsız edecek bir şey yapmayacağım. Babacığım insanlardan bir çoğu sokakta ve yollarda nasıl davranacağını bilmiyor. Bunun için ortak bir kural var mıdır?

– Ömer sen de ashabın, Peygamber Efendimiz’e sordukları bir soruyu hatırlattın. Medine şehri, o zamanlar şimdi olduğu gibi değildi. Sokaklarda çok toz olur, insanlar yürüdükçe etraftan toz toprak yükselirdi. Evlerin önünde de o zamana göre gölgelikler yapılırdı. İnsanlar buralara oturur dini meseleleri konuşur, hatıralarını tazelerlerdi.
Yollardan havalanan toz ve toprak insanları rahatsız ederdi. Ayrıca biliyorsunuz yoldaki mikroplar böylece sağa sola yayılabilir. Bu da bir çok hastalığın ortaya çıkmasına sebep olur. Halbuki dinimiz her zaman ve ortamda temizliğe çok dikkat edilmesini emretmektedir. Buradaki temizlik, sadece kişinin elbisesine ait olmayıp, kendi evinin önündeki pisliği temizlemekten tutun da, insanın dilini kötü konuşmaktan alıkoymasına kadar geniş bir manayı ifade etmektedir.
Sevgili Peygamberimiz, insanların kapılarının önünde oturduklarını görünce, bu alışkanlığın çok faydalı olmadığını onlara izah etti. Çünkü böyle bir davranış bir çok kimseyi rahatsız edebilirdi. Nitekim de öyle oluyordu; insanlar yolda yürürken zorlanıyorlardı. Ya da oturanların bakışları onları rahatsız ediyordu. Yahut orada çok gerekli olmayan konular konuşuluyordu. Bu rahatsız edici durumlardan dolayı Hazreti Peygamber, insanların yol kenarlarına oturup orada vakit öldürmelerini yasakladı. Ama mutlaka oturmaları gerekirse yani bu bir mecburiyetten kaynaklanıyorsa onlardan “yolun hakkı” nı vermelerini istedi. Onlar da:

– Ey Allah’ın Peygamberi, “Yolun hakkı” nedir? diye sordular.

– “Gözlerinizi her türlü kötü manzaradan korumalısınız. İnsanlara en küçük bir zararınız dokunmamalı. Size verilen selamı mutlaka almalısınız. Orada insanlara faydası olan şeyler yapmalısınız. İşte bunlar yolun hakkıdır.”
Baba, çocuklarına dönerek:

– Görüyorsunuz, yolun kendine ait bazı kuralları var. Herşey sadece top oynamak meselesine bağlı değildir. Ben sizlerden bunu anlamanızı istiyorum.
Cenab-ı Hakk bize iyi insan olmanın yollarını öğretsin.

Yağmur Rahmettir

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Zeynep babası ile konuşurken hapşırığı konuşmasını bölüyordu.

– Baba, bugün ne kadar çok yağmur yağdı. Tam okulun dağılma saatinde öyle bir bastırdı ki, bütün arkadaşlar sırılsıklam olduk. Çok üşütmüş olmalıyım ki, şimdi bütün vücudum titriyor.

Annesi de oradaydı:

– Ah yavrucuğum! Merak etme, ben şimdi sana nane ile limon kaynatırım, bir de ilaç alırsan sabaha bir şeyin kalmaz. Bu arada odanda iyice dinlenmelisin. Haydi bakalım hemen odana. Eğer dinlemezsen bir haftada kendine gelemezsin.

Babası:

– Annen doğru söylüyor kızım. İyice dinlenmelisin. Odana beraber gidelim, konuşmamıza orada devam ederiz.

Anne ve babası, Zeynep’in yatağı başında otururlarken yağmur şiddetle yağmaya devam ediyordu. Gök gürültüsü her tarafı inletiyordu. Sanki ses odanın içinden geliyordu. Sık sık çakan şimşeğin ışıkları pencereden girip odayı aydınlatıyordu.
Babası hem dua ediyor hem de okuduğu duaları Zeynep’in de duyabileceği bir sesle tekrar ediyordu:

– Allahım! Bu yağmuru bize rahmet ve bereketli yap…

Ömer odaya girerken babası bu kelimeleri tekrar ediyordu. Bu sözler onun çok ilgisini çekmiştı:

– Baba ! Bunlar ne güzel dualar. Bunları defterime yazmak ve ezberlemek istiyorum. dedi.

Babası:

– Tabii ki, kağıt, kalem getirirsen, bunları senin için yazarım. dedi.
Ömer’in annesi eşinin okuduğu duaların Peygamber Efendimiz’in yağmur yağarken okuduğu dualar olduğunu biliyordu:

– Peygamber Efendimiz’in duaları ne kadar içten ve samimi ve ne kadar çok mana içeriyor öyle değil mi?

Baba:

– Evet, aynen dediğin gibi. Peygamberimiz’in en büyük özelliklerinden birisi sayfalar dolusu anlamı kısacık bir özlü söz ile ifade etmesidir.

– Bir de Sevgili Peygamberimiz’in en çok yaptığı işlerden biri de sürekli dua etmesiydi. Hele yağmur yağdığı, şimşek çaktığı, gök gürlediği zamanlarda sürekli dua ederlerdi. Benim de biraz önce okuduğum dua O’nun yağmur fazla yağdığı zamanlarda etmiş olduğu duadır. Bunun ile alâkalı güzel bir olay anlatılır, isterseniz size anlatayım. Ama önce Zeynep bunu ister mi bir soralım, çünkü onun dinlenmesi gerekiyor. Kızım eğer şimdi dinlenmek istiyorsan, hikayeyi başka bir zaman da anlatabilirim.

Zeynep:

– Babacığım kendimi iyi hissediyorum ve anlatacağın şeyi sabırsızlıkla bekliyorum. dedi.

– Öyle ise başlayabiliriz. diyerek baba anlatmaya başladı:

– Peygamber Efendimiz döneminde Medine ahalisi çiftçilikle geçinirdi. O yıl Medine’ye sene boyunca hiç yağmur yağmamıştı. Aslında Medine oldukça fazla yağmur alırdı. Ama nedense bu sene kurak geçiyordu. Toprak yağmursuzluktan çatlamıştı. Bir çok ürün kurumuş, kuyuların suları çekilmişti. İnsanlar, hayvanların ve kendilerinin susuzluktan kırılacakları endişesine kapılmışlardı.

Bir Cuma günü, Peygamberimiz hutbe okumak üzere minberde bulunuyorlardı. İnsanlara, ahireti anlatıyordu. O esnada mescide uzun bir yoldan geldiği anlaşılan birisi girdi. Yüksek sesle konuşuyordu:

– Ey Allah’ın Sevgili Peygamberi, ürünler kurudu, çocuklar ve aileler perişan! Bizim için dua buyursanız da yağmur yağsa…

Allah Rasülü tebessüm etti. Ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:

– Bütün övgü ve şükürler bütün varlığın Rabbi Olan Allah’a mahsustur. O’ndan başka ilah yoktur. O, din gününün de sahibidir. Allah dilediğini yapar, bu hususta kimse O’na hiçbir şekilde müdahale edemez. Ey Allah’ım Sen hiçbir şeye muhtaç değilsin, ama biz senin rahmetine muhtacız. Ya Rabbi bize rahmet getirecek yağmurlar indir. dedi.
Bu olaya şahit olan ve bize kadar gelmesini sağlayan sahabi şunları ekliyor:

– Allah Rasülü ellerini dua için kaldırmadan önce gökyüzü açıktı. Bir tane bile bulut yoktu. Allah Rasülü ellerini indirdiğinde, size yeminle söylüyorum ki, Medine’nin üzerinde dağ gibi yağmur bulutları toplandı. Şiddetle rüzgar esmeye başladı. İnsanlar yağmurdan korunmak için bir şeyin altına girmeye fırsat bulamamışlardı. Allah Rasülü de hâlâ minberden inmemişti. Mübarek saçlarından yağmur suları damlıyordu.

Ömer merakını yenemeyip hemen atıldı:

– Baba o zamanlarda caminin üzeri örtülü değil miydi.?

– Elbette örtülüydü. Ancak o gün elde bulunan malzeme ile ancak güneşten koruyabilecek kadar örtülebilmişti. Yağmur yağdığı zamanlarda içeriye yağmur suları dolardı.

Olayı bize nakleden şahıs şöyle devam ediyor:

– Yağmur başladığı şiddette tam bir hafta devam etti. Yani bir hafta sonraki Cuma namazı için toplanıldığında yağmur daha dinmemişti. Vadilerde seller aktı. Bütün kuyular ve derin çukurlar su ile doldu. Yağmur suları zayıf ağaçları alıp sürükledi.
Peygamber Efendimiz yine minberde idi ve insanlara Allah’ın dinini anlatıyordu. Bir önceki hafta tam bu esnada giren şahıs yine aniden mescide daldı. Yine yüksek bir sesle:

– Ey Allah’ın Rasülü, binalar yıkıldı, vadilerde bir şey kalmadı her şey aktı. Yollar yürünmez halde, hayvanlar da telef olmak üzere. Allah’a dua buyurun da bize merhamet etsin, yağmuru hafifletsin.

Allah Rasülü ellerini kaldırdı. Yağmurun hafifletilmesi için ve bunun da rahmet olması için dua etti. Yağmur bulutları hızla Medine’yi terk etti ve dağlara doğru sürüklenmeye başladılar. Bir haftadır bulutlarla kaplı olan gökyüzü bir anda pırıl pırıl bir cam gibi açılmıştı. Bütün şehir bir hafta boyunca yağmur suları ile tertemiz oldu. Sonraki günlerde vadilerden bir ay boyunca sular durmaksızın aktı. Her tarafta bereketin olduğu gözleniyordu. Ürünler bir kat daha büyümüş, hayvanlar iyi beslendiği için o güne kadar verdiklerinden kat kat fazlası ile süt vermişlerdi.Bir senedir Medine’yi korkutan kuraklık Allah’ın sevgili Peygamberinin duası ile sona ermiş bereket ve bolluk her taraftan hissedilmişti.

Baba son sözlerini söylerken, Zeynep tatlı tatlı esnemeye başlamıştı:

– Baba sen konuşurken kendimi sanki Medine’deymiş gibi hissettim. Yorgunluğum azaldı sanki! Anlattıkların o kadar güzeldi ki rahatsızlığım iyice hafifledi.

Baba, hastalığının hafif ateşi yüzüne vuran kızının yüzüne bir öpücük kondurdu:

– İnşallah! Sabaha çok daha iyi olursun. Allah rahatlık versin.

Üç Adam Üç Olay

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Otomobil hızla yol alıyordu. Bütün bir aile köyde güzel bir gün geçirdikten sonra şehir merkezindeki evlerine dönüyorlardı. Otomobil içindeki herkes güzel günün yorgunluğu ile etrafı seyrediyordu. Zeynep:

– Baba çok güzel bir gün geçirdik. Ama Tahsin Efendi’nin gün boyunca bize gösterdiği misafirperverlik en güzeliydi. Bizim için samimiyetle evini açması beni çok etkiledi. Hele bize ikram ettiği yemeklerin tadını hiç unutamayacağım. Babacığım köydeki bu insanlar ne kadar içten ve samimi oluyorlar.

Babası dikkatle arabayı kullanıyor ve bir yandan da kızını dinliyordu:

– Kızım, bu Tahsin Efendi’nin vefasıdır. İşte bu özellik çok büyük bir ahlaki zenginliktir. Ayrıca bizim onunla olan dostluğumuz oldukça eskidir. Babalarımız da bizim şimdi dost olduğumuz gibi birbirleri ile samimi idiler. Aralarında iyi bir arkadaşlık kurmuşlardı. Ayrıca babamın yani dedenizin, Tahsin Efendi’nin babasına önemli bir iyiliği olmuştu. Hem babası, hem de Tahsin Efendi bu iyiliği hayatları boyunca hiç unutmadılar. Şimdi isterseniz size o olayı anlatayım, o zaman “vefa” ile neyi kasdettiğimi daha iyi anlayacaksınız.
Bir sene, çiftçi olan Tahsin Efendi’nin babası ciddi bir zarara uğramıştı. Alacaklıları her gün onu sıkıştırıyor, onun bu sıkıntılı halinden daha çok istifade etmeyi planlıyorlardı. Elindeki arazilerini daha ucuza hatta ücretini ödemeden borçlarının karşılığı olarak elde etmek istiyorlardı. Bu halini gelip babama anlatmıştı. Aralarında kardeşlikten de öte bir samimiyet olduğunu daha önce size söylemiştim. Elindeki malları başkasına satmaktansa babama satmayı tercih edeceğini dile getirmişti. Hem böylece mallarının yabancıya gitmemesi kendisini daha memnun edecekti. Arkadaşının hislerini çok iyi anlayan babam ona ihtiyacı olan parayı dilediği zaman ödemek üzere borç olarak verebileceğini söyledi. Şüphesiz ki bu teklif, borç içindeki adama yapılacak en güzel teklifti.
Böyle bir yardımdan sonra adam borçlarını ödedi. Çok çalıştı, çok gayret etti. Gece gündüz kendisi, hatta çoluk-çocuğu ve hanımı devamlı çalıştılar. Arazileri iyi ürün verdi, durumları düzeldi. Adam ilk iş olarak babama olan borcunu ödedi. İşte o günden beri babalarımız arasındaki sıcak dostluk bize de geçti. Tahsin Efendi bu bağlılığını hiç unutmadı. Kızım eğer “vefa”nın kısa bir tarifini istersen sana bir cümle söyleyebilirim; ancak bu açıklamayı yeterli bir tarif olarak görüp bununla yetinmeyin. Eve döndüğünüzde sözlüklerinizden bu kelimenin anlamlarına bakmanız gerekir. Ne yapalım otomobil içinde ancak zihnimizdeki ile yetinebiliriz. Evet, vefa; herhangi bir şekilde iyiliğini gördüğünüz birisinin bu iyiliğini hayat boyu unutmamak ve o kişiyle münasebetlerinizi sürdürmekteki ısrarınızdır. Bu oldukça zor bir iştir. Zor olduğu için de mükafatı çoktur. Cenab-ı Hak ve Sevgili Peygamberimiz bu özelliğe çok önem vermişlerdir.
Daha yolumuz uzun, isterseniz bu konu ile alakalı Peygamber Efendimiz’in kendi arkadaşlarına anlattığı bir hikayeyi ben de size anlatayım.
Cenab-ı Hak, zaman zaman kullarını bazı denemelerden geçirir, bununla kullar Allah’a olan bağlılıklarını ortaya koyarlar. İşte hikayemiz de bununla ilgili:
Uzun yıllar önce üç adam vardı. Birisi bütün vücudunu kaplayan bir cild hastalığına yakalanmıştı. Ötekinin bütün saçları dökülmüştü. Üçüncüsünün ise gözleri görmüyordu. Bu halleri onlar için ciddi birer problemdi çünkü insanlar hep onlardan uzak duruyorlardı. Cenab-ı Hak ilk önce cild hastalığı olan adama bir melek gönderdi. O sırada bu adam bir ağacın altına oturmuş içli içli ağlıyordu. Melek ona yaklaştı:

– Şu anda en çok istediğin şey nedir? Şu hastalığından kurtulmak ve insanlar arasında eski itibarını kazanmak ister misin?

– Sen beni bu dertten kurtarabilir misin ki?

– Ben Allah’ın bir rahmeti olarak sana gönderdiği bir meleğim. Sana söylediklerimi yapabilirim.

– Eğer öyleyse, şu hastalıktan kurtulmak ve kadife güzel ve pürüzsüz bir tenim olmasını diliyorum. İnsanları benden kaçıran bu halimin düzelmesini istiyorum.
Melek “Bismillah” diyerek adamın tenine dokundu. Birden hastalığı iyileşiverdi. Adam sevinçten nerede ise kanatlanıp uçacaktı. Melek adamın bu sevincini görünce:

– İnsanlara muhtaç olmayacak kadar bir mala sahip olmak ister misin? Adam daha da çok sevindi:

– Evet!

– Hangi türden bir mal istersin?

– Deve isterim. Çünkü deve buralarda en kıymetli hayvandır.
Melek ona doğurmak üzere olan bir deve verdi. “Al! Senin için iyiliklere vesile olsun!”
Daha sonra Melek, önemli bir derdi olan diğer adama gitti. Bu adamın saçlarının tamamı dökülmüştü. Çok üzgün görünüyordu. Bir çöplüğün kenarına oturmuş, yiyecek bir şeyler arıyordu. Sinekler başının üzerinde dolaşıyor, adam elini başına götürüp bunları kovmaya bile gerek duymuyordu. Melek ona yaklaştı:

– Seni bulunduğun bu durumdan kurtarmamı ister misin?

– Söylediğin şeyler çok güzel. Ama sen bunları gerçekleştirebilir misin?

– Ben Allah’ın vazifeli bir meleğiyim, sana bu iş için gönderildim.

– Öyleyse çok güzel saçlar isterim.
Melek, adamın kafasına dokunur dokunmaz ışıl ışıl, göz alıcı ve simsiyah saçlar beliriverdi. Adam ne yapacağını şaşırmıştı, sevinçten oraya buraya koşuyordu. Sonra Vazifeli Melek daha önceki adama sorduğu gibi mal olarak ne istediğini sordu. Çok güzel saçlara sahip olan adam “inek” isteyince, bu isteği hemen yerine geliverdi…
Son olarak Melek, gözleri görmeyen adama uğrayacaktı. Adam elindeki eğri bir baston ile yürümeye çalışıyordu. Bazen ağaca çarpıyor, bazen taşlara takılıyor, kimi zaman da dengesini kaybediyor ve yere düşüyordu. Hiçbir kimse de ona yardım eder görünmüyordu. Melek ona yaklaştı, daha önceki iki adama yaptığı gibi onu bu halden kurtarabileceğini söyledi. Sonra da önceden yaptığı gibi Allah’ın adını anarak adamın gözlerine dokundu. Görmeyen gözleri açılan adamın ağzından çıkan ilk söz; “Yüce Rabbim’e sonsuz şükürler olsun!” idi. Bu adam diğer ikisine nazaran daha dikkatli davranıyordu. Meleğin kendisine, mal olarak ne istediğini sorması üzerine:

– Beni gözlerime kavuşturdun. Başka bir şey istemem, bu bana yeter.

– Ama mutlaka bir şey istemelisin. Bu Allah’ın bir emri.

– Peki, mutlaka öyle gerekiyorsa, bana yetecek bir koyun olursa bu bana yeter.
Melek ona istediğini verdi ve dua ederek ayrıldı.
Bu olanlar üzerinden aylar ve yıllar geçti. Cilt hastası olan adam kısa bir süre sonra zengin oldu. Vadiler dolusu devesi olmuştu. O kadar ki, kendisi bile sayısını bilmiyordu.
Başından hasta olan adamın sahip olduğu inekler de ovalar ve çayırlar dolusunca idi. O da zenginleştikçe zenginleşmişti.
Koyun isteyen son adamın durumu da oldukça iyi idi. O da diğer iki arkadaşının sahip olduğu zenginliğe ulaşmış, koyunların sütü, yünü ve bunlardan elde ettiği gelirler dillere destan olmuştu.
Hikayenin burasında baba, bir açıklama yapma ihtiyacı duydu:

– Hikayeye başlarken, zaman zaman Cenab-ı Hakk’ın kullarını imtihan ettiğinden, onları denediğinden bahsetmiştim. İnsanların başına gelen felaketler de kendilerine bahşedilen mal, mülk ve sıhhat de bu imtihanın değişik görünümünden ibarettir. Bununla kulların Allah’a bağlılık dereceleri ortaya çıkmış olur.
Hikayemizde, kendilerine sağlık ve zenginlik verilen kişiler için şimdi bir imtihan bekliyordu.
Cilt hastalığı olan adam, çadırında oturmuş zengin bir sofrada karnını doyuruyor ve bütün bir vadiyi kaplayan develerini seyrediyordu. Vadi, develerin seslerine karışan çobanların şarkıları ile adeta inliyordu. Melek, cildi hastalıktan dökülmüş bir adam görünümünde çadıra girmeye çalıştı. Hakikaten görüntüsü deve sahibinin hasta halinin nerede ise aynısı idi. Melek adamın yanına yaklaşarak:

– Ben fakir bir adamım, bütün malımı mülkümü kaybettim. Memleketime varabilmem için senin yardımına ihtiyacım var. Sana bu güzelliği ve böylesine rahat bir hayatı bahşedenin hatırına bana bir deve verirsen, onunla memleketime varabilirim. Sana da çok dua ederim. dedi.
Adamın birden kaşları çatıldı. Bütün neşesi kaçmıştı:

– Hadi başka kapıya! Ben zaten yeterince hayır ve iyilik yapıyorum. Başka insanların ihtiyaçlarını temin ediyorum.

– Ben seni tanıyor gibiyim. Hani sen bir zamanlar, bütün vücudu hastalıktan pul pul dökülen ve insanların kendisinden tiksinerek kaçtığı, sokaklarda dilenen adam değil misin?. Sonra Allah acıyarak seni dertlerinden kurtarmış ve sana çok mal vermemiş miydi.?

– Yok, hayır! Sen yanılıyorsun. Gördüğün bütün bu zenginlik benim babamdan ve dedelerimden kaldı.

– Eğer sen bu hususta yalan söylüyorsan, Allah seni daha önceki durumuna geri döndürecek.
dedi Melek ve yoluna devam etti. Saçları dökülen adam da bir çayırda kurulmuş olan çadırında oturuyordu. En güzel elbiselerini giymişti. Çayırı dolduran hayvanlarını seyrediyordu. Melek ona da fakir bir insan suretinde gelmişti:

– Ben fakir bir adamım. İnsanlar beni aralarına almıyor ve bana yardım etmiyorlar. Günlerdir ağzıma bir tek lokma girmedi, açlıktan ayakta duramayacak haldeyim. Ne olur, sana bu güzelliği veren ve seni bu derece zengin eden Cenab-ı Hakk’ın hatırı için bana yardımcı ol. dedi.
Adam, daha öncekinden daha kaba ve nezaketten uzak idi. Kendisine ihtiyaç için gelen birine yardımdan kaçınıyordu. Fakir adam kılığındaki melek:

– Ben seni tanıyorum. Sen daha önce saçları dökülmüş, kötü görünümlü bir adam iken Allah seni bu derdinden kurtarmış ve sana şimdi sahip olduğun serveti vermemiş miydi?

– Ben doğuştan böyle güzelim ve saçlarım da bildim bileli hep böyle güzeldi. Mal ve servetim de babamdan bana kaldı.

– Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni daha önce olduğun hale çevirecek.
diyen Melek, daha sonra da yoluna devam ederek üçüncü kişi olan ve gözlerine kavuşan koyun sahibine uğradı.
Bu adam, bir ağacın altında oturmuş,bütün bir ovayı dolduran koyunlarını seyrediyordu. Yanında ne bir yardımcı ne de bir çoban vardı. Anlaşılan koyunlarına kendisi bakıyor, işleri ile kendisi ilgileniyordu. Melek ona da daha öncekilere yaptığı gibi fakir bir adam kılığında gelmişti:

– Ben fakir bir yolcuyum. Günlerdir yollardayım. Sığınacak bir yer bulamadığım gibi ağzıma koyacak bir kaşık sıcak çorba da bulamadım. Sana gözlerini bahşeden ve sana bunca mal veren Allah hatırına bana bir koyun verebilirsen, onunla ihtiyaçlarımı gideririm. Böylece sıkıntılı günlerim sona ermiş olur, ben de sana dua ederim.

– Doğru söylüyorsun. Benim daha önce gözlerim görmüyordu. Allah gözlerimi açtı ve bana çok mal verdi. Ey garip adam, değil mi ki Allah adına istiyorsun, bir değil, dilediğin kadar koyun al ve bana da dilediğin kadar bırak. Çünkü bunların hepsi Allah’ın bana bahşettiği şeyler.

– Malların sana mübarek olsun. Allah seninle beraber üç insanı bir imtihana tabi tuttu. Senin dışındakiler eski durumlarını unutup, malları ile gurura kapıldılar. dedi.
Nefesini tutmuş büyük bir dikkatle babasını dinleyen Zeynep:

– Baba, diğer iki kişi nasıl bir cezaya çarptırıldılar?

– Kızım, deve sahibinin o davranışından hemen sonra, develer arasında bir salgın hastalık başladı. Birbiri ardına sürüler telef oldu. Adam da eski hastalığına tekrar yakalandı.
İnek sürüleri olanın da sonu, talihsiz arkadaşı gibi oldu. Bir gün gökyüzü iyice kapandı. Simsiyah bulutlar çayırın üzerini kaplamıştı. Şimşekler çakıyordu. Ardından şiddetli yağmurlar yağdı ve seller meydana geldi. İnek sürüleri azgın sularda boğuldular. Bu ani felaket karşısında adam, deliye döndü ve başındaki saçları birden bire önüne döküldü. Yani eski hastalığına tekrar yakalandı. Daha sonra onu yine çöplüklerde yemek için bir şeyler ararken gördüler.
Böylece bir kez daha Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de sık sık uyardığı, nimetler ve felaketlerle imtihan neticelenmiş oldu.
Otomobil eve dönüş yolunda uzun bir yol kat etmişti. Şehre girdiklerinde, trafik sıkışık olduğu için, yavaşlamak zorunda kalmışlardı. Ömer:

– Baba, Tahsin Amca’nın durumu ile gözlerine kavuşan adamın “vefa” sı arasında biraz fark var gibi görünüyor.!

– Evet oğlum, onu sen çok iyi anlamışsın. Tahsin Amca, insanlıkla ilgili ve bu dünyaya ait bir vefa örneği sergilemektedir. Diğer kişi ise bu dünya hayatı ile ilgili ve düşünceleri bir kenara bırakıp sadece Allah’a ait kulluk borcunun gereğini yerine getiriyor. Ama her iki halde de “vefa” olarak isimlendirdiğimiz bu davranış güzel ahlakın bir göstergesidir. Bu, olgun insanın en güçlü özelliğidir; ne mal ile, ne kuvvet ile ne de başka bir şey ile elde edilebilir.

Bunlar babanın otomobildeki son sözleri oldu. Çünkü artık eve gelmişlerdi.

TutsaK Kedi

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Maviş, çok güzel bir kediydi. Bembeyaz, ipek gibi yumuşacık tüyleri vardı. Gözlerinin hemen üzerinden başlayıp kulaklarına kadar uzanan bir siyahlık da ona ayrı bir sevimlilik katıyordu. Kulaklarını her an bir ses duyuyor gibi dimdik tutardı.. Gözleri, mavi misketler gibi parlardı. İsmini de işte ışıl ışıl yanan mavi gözlerinden almıştı.
Maviş, evin iki çocuğu Ömer ve Zeynep’i çok severdi. Onların okuldan döneceği saatlerde Maviş’te bir canlılık gözlenirdi. Evin kapısından girdikleri zaman hemen koşar ikisinin ayaklarına sürtünür, ayrı bir sevimliliğe bürünürdü. Sanki bu onun her okul dönüşünde iki kardeş için hazırladığı bir karşılama merasimiydi.

Tatlı tatlı miyavlamaya başlayınca Ömer onu kucağına alır ve beyaz tüylerini okşadıkça neşesinden doğan mırıltılarını siz de duyabilirdiniz.

Aynı güzel dostluk Zeynep için de geçerli idi. Hatta Maviş Zeynep’in kendisini okşamasını daha çok arzulardı. Çünkü Zeynep’nin minicik elleri ağbisininkilerden daha yumuşaktı.

Maviş evin her tarafını dolaşırdı. Onun ayak basmadığı hiçbir yer yoktu. Evdeki farelerin can düşmanıydı. Onları yakalar ve kendisine güzel bir ziyafet çekerdi.
Maviş evde anneye adeta bir yardımcı ve yakın bir dost idi. Çünkü iki kardeş okula babaları da işe gittiğinde annenin evdeki tek arkadaşı bu güzel kedi oluyordu.
Çok sevimli bir kedi olan Maviş kendi cinsinin bütün özelliklerini de taşıyordu şüphesiz. Kuvvetli bir koku alma kabiliyetine sahipti. Özellikle balık, et ve peynir kokusuna dayanamıyordu. İlgilendiği bir şey karşısında büyük bir ustalıkla önce yay gibi belini esnetiyor, ayakları ile zemini iyice kavrıyordu. Yavaş yavaş ve sabırla yaklaşıp hedefine ani bir hareketle ulaştıktan sonra, aynı süratle kendine güvenli bir sığınak aramak için kayboluyordu. Birinin onu bu halde yakalayabilmesi adeta imkansızdı. Hele kapıp götürdüğünü geri almak yakalamaktan daha zor bir işti.

Şimdi sıra kahramanı Maviş olan bir olayı anlatmaya geldi:

Ömer o gün okul çantasını hazırlamakla meşguldü. Maviş onun etrafında dolaşıp paçalarına sürtünüyordu. Masanın üzerindeki yeni hazırlanmış tostu gözüne kestirmiş gibiydi. Ömer ise işine daldığı için bu hareketlerin manasını anlamamıştı. Maviş birden masanın üzerine sıçradı, tostu kaptı, aynı hızla odadan dışarı fırladı.
Ömer kendine geldiğinde çok geç kalmıştı. Maviş’in yaptığına çok kızmıştı. Bu kızgınlıkla ona bir ceza vermeyi düşündü.

Odanın içinde bir kovalamaca başladı. Her taraf birbirine karıştı. Sonunda Ömer kediyi yakaladı. Her ikisi de nefes nefese kalmışlardı. Maviş korkusundan Ömer’in elini birkaç yerden tırmalamıştı. Tabii bu arada tostun da yenilecek hali kalmamıştı.

Ömer, artık kendisinin yiyemeyeceği tostu Maviş’e de yedirmedi. Onu cezalandırmaya kararlıydı. Bir iple Maviş’i boynundan kanepenin ayağına bağladı. Neye uğradığını şaşıran hayvancağız, acı acı miyavlıyordu.

Ömer biraz önce hazırladığı çantasını alarak odasından çıktı. Kapıyı arkasından kapattı. Büyük bir iştahla yemeyi düşündüğü, tostunu kaybetmiş olmanın kızgınlığı hala üzerindeydi.

Ömer’in annesi ev işleri ile uğraşıyordu. Evi temizliyor ve akşam yemeği için hazırlık yapıyordu. Mutfağın yolu üzerindeki Ömer ve Zeynep’in odalarının önünden geçerken içeriden yükselen acı miyavlama seslerini işitince aceleyle odaya daldı. Kediyi o halde görünce şaşkına döndü. Hemen ipi çözdü, Maviş’i kucağına alarak hırçınlığını yatıştırmaya çalıştı. Onu kucağında mutfağa götürdü, önüne bir tabak süt koydu. Maviş, iştahla sütü içmeye koyuldu.

Biraz sonra karnı doyan hayvan kurtarıcısının ayaklara arasında dolaşmaya başladı. Sanki bu haliyle ona minnettarlığını iletiyordu.

Öğleye doğru, Ömer ve Zeynep okuldan döndüklerinde, annesi Ömer’in bakışlarından Maviş’i bağlayanın o olduğunu anlamıştı. Bu yaptığından dolayı Ömer’i azarladı:

– Oğlum bak beni iyi dinle! Sevgili Peygamberimiz, senin yaptığın gibi küçük görünen ama sonucu fena olan bir davranışı davranışı bize nasıl anlatıyor:

– Yalnız yaşıyan yaşlı ve huysuz bir kadın vardı. Küçük evinde tek başına yaşardı. Soğuk bir kış gecesinde şiddetli bir fırtına sırasında kadın kapının önünde acı acı bağıran bir kedinin sesi ile uyandı. Kapıyı açınca, sırılsıklam ıslanmış ve soğuktan titreyen bir kedinin içeriye girmek için kapıyı tırmaladığını gördü. Kadın kediyi içeri aldı ve hemen kapıyı kapattı.

Anne bu esnada biraz durakladı. Hala kızgınlığı geçmemişti. Ömer’a biraz kırgın bir bakışla baktı. Zeynep:

-Anne! Kadın sonra ne yaptı. dedi. Anne kızarak:

-Ne yapacak, Ömer’in yaptığını yaptı. Kediyi içeri aldıktan sonra onu bir yere kapattı. Kedinin ne çıkabileceği bir delik ne de yiyebileceği bir şey vardı. Sonra kadın kendi sıcak yatağına girdi. Zavallı kedinin orada hayatını nasıl sürdüreceğini düşünmeden rahatça uyuyabilmişti. Demek ki acıma hissi bu kadardı.

Ertesi sabah hava açılmıştı. Gece her tarafı sarsan rüzgar ile şiddetli yağmur kesilmişti. Bu arada minik kedinin sesi de kesilmişti.

Yaşlı kadın kediyi kapattığı yerin kapısını kediyi cansız halde yatarken buldu. Kedi ölmüştü. Ama kadın bundan hiç etkilenmişe benzemiyordu. Onu kuyruğundan tutup, herhangi bir çöpmüş gibi merhametsizce evin dışına atıverdi. İşte kadının bu merhametsizce davranışı onun cehenneme girmesine sebeb oldu.

Ömer çok korkmuştu:

– Anneciğim! Hayvanlara kötülük yapınca ceza görür müyüz?

– Elbette ki oğlum! Onlar da Allah’ın kendilerine verdikleri bir can taşıyorlar. Acı çekiyorlar, acıkıyorlar. Onlara iyi davranmakla sevap kazandığımız gibi zarar vermekle büyük bir cezayı hak etmiş oluyoruz. Bu kadının durumu unutulmaması gereken bir örnektir.

Bakın size bu konu ile ilgili başka bir hikaye daha anlatayım. Konunun önemini daha iyi kavrayacağınızı zannediyorum. Bunu da Peygamber Efendimiz, sahabelere anlatıyor:
– Her kötülüğe bulaşmış bir adam vardı. Bütün şehir halkı onun bu kötülüklerinden bıkmıştı ve ondan çok çekinirlerdi. Bir gün toplanıp onu şehirden uzaklaştırmayı kararlaştırdılar. Adam durumu fark edince hemen şehirden kaçtı. Çölde uzun bir yolculuk yaptıktın sonra, yolunu kaybeti. Yol azığı ve suyu da tükenmişti. Güneş o kadar sıcaktı ki neredeyse beynini kavuracaktı. Susuzluktan ağzı kurumuş, dudakları çatlamıştı. Gözleri de artık hiçbir şey göremez olmuştu.

Ama Allah’ın rahmeti nerede olursa olsun kullarının imdadına yetişiyordu.
Adam birdenbire biraz ilerisinde bir kuyu olduğunu fark etti. Ayaklarında kalan son kuvveti ile kuyuya koştu. Hemen kuyuya indi ve kana kana su içti. Suyu içince biraz olsun kendisine gelmişti.

Kuyudan çıkınca birden şaşırdı. Çünkü kuyunun yakınlarında susuzluktan bitkin düşmüş bir köpek vardı. Dili sarkmıştı ve birkaç adım atıyor, sonra düşüyor, tekrar kalkıyor ve böylece yürümeye çalışıyordu.

Adam köpeğin bu halini görünce, biraz önceki kendi hali gözleri önüne geldi. Eğer şu hayvana yardım etmezse, zavallı hayvan mutlaka ölecekti. Bir an ne yapacağını şaşırdı. Suyu kuyudan ne ile çıkaracaktı? Sonra aklına bir fikir geldi.
Ayakkabısını çıkardı. Kuyuya indi. Onu su ile doldurup tekrar yukarı çıktı. Suyu köpeğin önüne koydu.

Köpek suyu içince canlılığına kavuşuverdi. Başını havaya kaldırarak teşekkür edercesine havlamaya başladı.

Cenab-ı Hakk adamın yaptığı bu işten hoşnut oldu. Daha önce bir çok kötülük yapan bu adamın bütün günahlarını affetti.

Allah Rasülü’nün arkadaşları bu ilginç hadiseyi dinleyince:

– Ey Allah’ın Peygamberi! Hayvanlara yaptığımız iyilikten dolayı sevap alır mıyız? diye sordular.

Allah Rasülü:

– “Susuzluğunu giderdiğiniz her bir canlı için size bir mükafat vardır” buyurdular.
Anne diyeceklerini bitirmişti;

– Peki oğlum! Şimdi sen ne diyorsun bakalım?

Ömer annesinin kucağına koştu.

– Allahım beni affetsin. Bir daha kesinlikle hiçbir hayvana kötülük etmeyeceğime söz veriyorum anneciğim.

Önce Deveni Bağla

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer yeni bisikletine binmiş hızla pedallara basıyordu. İkindi Ezanı’na az bir vakit kalmıştı. Henüz abdest almamıştı. Namazdan sonra İmam Efendinin dersine katılacaktı. Ramazan ayı boyunca bu sohbetleri hiç kaçırmamıştı.

Aceleyle camiye ulaşan Ömer bisikletini camiin dış duvarına dayadı. Abdestini aldıktan sonra gelip kilidini takmayı düşünüyordu. Abdest aldıktan sonra camiye girdi, ancak bisikletini kilitlemeyi unutuvermişti.


Namazı büyük bir huzur ile kılan Ömer, namaz sonrası can kulağı ile dersi dinledi. Hoca Efendi’nin tatlı sesi insanı ne kadar da etkiliyordu. Bunda Ramazan ayının o güzel havasının da tesiri vardı şüphesiz.


Dersten sonra cemaat kalktı. Bir bir Hoca Efendi’nin elini sıktıktan sonra camiden çıkıyorlardı. Herkesle beraber dışarı çıkan Ömer bisikletini bıraktığı yere geldiğinde şaşkına döndü. Bisikleti bıraktığı yerde yoktu. Küçücük yüreğinin titremesine mani olamıyordu. Üzüntü içinde etrafına bakındı. Ama bisikleti ortalarda görünmüyordu. Ümitsizlik içinde ğlamaya başlayınca camiden çıkan insanlar etrafında toplandılar. Ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı ancak Ömer ağlamaktan derdini zor anlatıyordu.
Herkes bir şeyler söylemeye başlamıştı. Bazıları bisikletini kilitlemeden bıraktığı için Ömer’e çıkışıyor, kimisi de bisikleti çalanlara verip veriştiriyordu.


İmam Efendi, camiden en son çıkanlar arasındaydı. İnsanların toplandığı yere yöneldi. Onlara yaklaştı ve ne olduğunu sordu. Olan biteni anlayınca elini şefkatle hâlâ ağlamakta olan Ömer’in omuzuna koydu. Tatlı sözlerle onun heyecanını yatıştırmaya çalışıyordu:

– Ömer bisikletini kilitlemiş miydin?

– Ben… ben biraz gecikmiştim, yani geldiğimde ezan bitmişti. Daha sonra kilitlerim diye öylece bırakmıştım, sonra da unuttum. İçimden de “nasıl olsa bir şey olmaz, Allah korur” demiştim.

– Allah’a güvenmek, dayanmak, işlerin sonucunu ona bırakmak elbette çok önemlidir. Bize emredilen de zaten böyle davranmaktır. Ancak bunun bazı şartları vardır…

Herkes, Hoca Efendiyi dinliyordu. İçlerinden birisi:

– Hocam, bu şartlar nelerdir? diye sordu.

– Bu konu biraz uzun, ama ben kısaca birkaç şey söyleyeyim, belki daha sonra devam ederiz.

Her işin meydana gelmesinde bir takım şartlar vardır. Başka bir deyişle bir işin meydana gelmesi bu şartların bir araya gelmesine bağlıdır. Alınacak tedbirler, ihtiyatlı davranmak, sakınılması gereken şeyler… bunların hepsi bahsettiğim bu şartların içindedir. İnsan bu istenen şeylerde elinden geldiğince dikkatli olmak zorundadır ki, kendisinden kaynaklanan hatalardan dolayı zarara uğramasın. Size konuyla alakalı bir hadiseyi anlatayım:

Asr-ı saadette bir adam uzak bir yerden, Allah Rasülü’nü görmek için yola çıkmıştı. Bu ne güzel bir düşünce öyle değil mi? Allah’ın Son Peygamberi’ni görmek kadar ulvi bir maksat olabilir mi?
Bineğine bindi, yollara düştü. Dağları-tepeleri, vadileri-ovaları aşıyordu. Yollarda karşılaştığı sıkıntıları da hiç umursamıyordu. Uzun bir zaman sonra Medine’ye ulaştı ama çok yorulmuştu. Bineğinden indi, ipini salıverdi. Gitsin karnını bir yerlerden doyursun istiyordu.
Mescide girdi. Hemen Allah Rasülü’nün dizleri dibine koştu. Geliş sebebini söyleyince Peygamberimiz memnun olmuştu. Onun İslam dini hakkındaki sorularına tebessüm ederek tatlı sesiyle cevap veriyordu.
Peygamberimiz, adamın halinden uzak bir yoldan geldiğini anlamıştı. Nasıl ve nereden geldiğini ona sordu. Adam uzun bir yoldan geldiğini söyleyince Allah Rasulü:

– O halde senin ağır bir yükün olması gerekir, onları nereye bıraktın?

– Hayır, yok. Sadece bir bineğim var. Onu da dilediği yerden karnını doyursun, suyunu içsin diye salıverdim

– Yani onu hiçbir yere bağlamadan salıverdin öyle mi? Ya kaçar veya bir yerden yuvarlanır ve ölürse!

– Ey Allah’ın Rasülü, onun ipini saldım ve işimi Allah’a bıraktım. Yani Allah’a tevekkül ettim.

Allah Rasulü tebessüm etti:

– İpini bir yere bağlayıp sonra Allah’a tevekkül etsen daha iyi olurdu.
Adam bunu duyunca hemen dışarıya koştu. Bineği bıraktığı yerde yoktu. Sağa sola baktı, bir zaman sonra bin bir güçlükle onu buldu ve getirdi bir ağaca bağladı.

İmam Efendi sözlerine devamla:

-Allah Rasülü bize adeta şunu öğretiyor: İşinizi sağlam yapın, sonra Allah’a tevekkül edin. O dönemin ifadesine göre “Önce deveni bağla sonra Allah’a tevekkül et”.
Ömer’in, İmam Efendi’yi dinleyince üzüntüsü biraz hafiflemişti. Hemen durumu bildirmek için Polis Karakoluna koştular. Hadiseyi karakola bildirip işin neticesini bekleyeceklerdi. Artık yapılacak olan sadece bu idi. Sonra da Allah’a tevekkül edeceklerdi. İşte tevekkülün manasına uygun olanı buydu.
Karakola vardıklarında Ömer sevinçle bağırdı:

– Hocam! Hocam! İşte benim bisikletim!
Sonradan öğrendiklerine göre bisikleti çalan hırsız, kaçarken yaşlı bir bayana çarpmış, daha sonra da bisikleti de bırakarak kaçmıştı. Olayı görenler de bisikleti getirip karakola bırakmışlardı. Kısa bir işlemden sonra bisikleti Ömer’e teslim ettiler. Ömer polis memuruna teşekkür etti. İmam Efendi ile de vedalaştılar. Ayrılırken İmam Efendi:

– Ömer sakın unutma, “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et” tamam mı?

– Bunu asla unutmayacağım Efendim! Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bugün anlattığınız şeylerden çok şey öğrendim.
Ömer eve dönünce olanları ailesine anlattı. Olayları dinleyen babası şöyle dedi:

– İnsanın yaşadığı olaylar büyük bir okuldur. Bu okulda bizim en büyük öğretmenimiz Sevgili Peygamberimiz’dir. Her gün ondan yeni yeni şeyler öğreniyoruz öyle değil mi?

Ev Alma Komşu Al

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer çalışma odasından öfkeyle ve ağlayarak, televizyon seyreden anne-babasının yanına geldi. Anne ve babası, derslerine iyi hazırlansın diye mümkün olduğu kadar Ömer’i rahatsız etmemeye çalışıyorlardı. Hele imtihanların yaklaştığı şu günlerde Ömer’in buna oldukça ihtiyacı vardı.

Annesi oğlunun ağladığını görünce: “Evladım ne oldu?” dedi.
Ömer sadece “Yeni komşumuz…” diyebildi. Hıçkırıklara boğulmuştu, ağlamaktan konuşamıyordu.

Babası araya girdi:

“Oğlum neden ağlıyorsun”

Ömer; “Yeni komşumuz televizyonun sesini sonuna kadar açmış, penceresi de açık. Okuduklarımdan hiçbir şey anlayamıyorum. Ondan, ya penceresini kapatmasını veya televizyonun sesini biraz kısmasını rica ettim. Bana hiçbir cevap vermedi; çok umursamaz davrandı. Bu sefer ben kendi penceremi kapatıp gürültüye mani olmaya çalıştım. Ama bu defa da oda sıcaktan bunaltıcı bir hal aldı. Pencereyi tekrar açtığımda ise, televizyonun gürültüsü aynen devam ediyordu. Bir kere daha ona ders çalışmam gerektiğini anlatmaya çalıştıysam da beni dinlemedi. Kendi evinde yaptıklarına kimsenin karışamayacağını söyledi.”

Ömer’in annesi, oğlunun üzüntüsünü hafifletmek için şefkatle:

“Yavrum, üzülme… Senin için başka bir oda hazırlarız, rahatça derslerini bitirirsin. Haydi hemen kitaplarını getir, vakit kaybetme.”
Ömer’in babası da konuşmaya katıldı:

“Yeni komşumuz, hiç de anlayışlı davranmıyor. Herhalde konuşmak bir fayda sağlamayacak. Ama onu bu huyundan vazgeçirmek için bir çare düşünmeliyiz…”
Bir sonraki akşam… Ömer, çalışma masasının başında derslerine çalışıyordu. Bu akşam yeni komşularından hiçbir ses duyulmuyordu, halbuki komşunun penceresi dün olduğu gibi yine açıktı.

Ömer derslerini bitirdi. Oldukça yorulmuştu, tatlı bir uyku adeta bütün vücudunda dolaşıyordu. Yatağına uzanmaya karar verdi… Yalnız dün gürültüsünden rahatsız olduğu komşuya ne olmuştu? Penceresi açık olduğu halde neden hiç ses duyulmuyordu? Yatmadan önce kafasına takılan bu soruları, salonda oturan anne-babasına sormayı düşündü.
Babası Ömer’i görünce, gülerek;

“Oğlum, bu gece nasılsın? Ödevlerini bitirmiş gibisin.” dedi.

Ömer: “Evet baba! Derslerimi bitirdim. Yalnız aklıma takıldı da, komşumuza ne oldu? Onu polise mi şikayet ettin?”

Baba: “Aslında tam bir şikayet sayılmaz; aksine komşumuza onu incitmeden bir ders vermeyi daha uygun buldum!”

Ömer babasının yanına oturdu, biraz önce uykudan gözleri kapanırken, şimdi merakla babasını dinliyordu.

-Baba nasıl bir ders verdin, bana anlatır mısın?

-Polis müdürü, yeni komşumuzu, halkın huzurunu bozmaktan dolayı polis merkezine getirtmişti. Ben de polis memurundan komşumuzla konuşabilmek için bir ricada bulundum, o da kabul etti. Sonra komşumuza şunları söyledim:
“Sizinle tartışmadan size sadece iki kısa hikaye anlatacağım: birisi Sevgili Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) in döneminde geçiyor.”
Ben böyle söyleyince, komşumuz saygıyla başını eğdi ve kendisine çeki düzen verdi.
Sonra ben devam ettim: “Peygamberimiz döneminde müslüman bir kadın vardı. Etrafındaki insanlara kaba davranıyordu. Ağır sözler söylüyordu. Bu haliyle komşularını rahatsız ediyordu.

Bir gün bu kadın yine bir komşusuna ağır sözler söylemiş, onu incitmiş, kendisine yapılan uyarılara da kulak asmamıştı. Komşusu bu durumu Peygamberimiz’e anlatmaktan başka bir çare bulamamıştı. Bu sırada, orada bu kadının yakın akrabalarından birisi de bulunuyordu. Meseleyi duyunca:
-Ey Allahın Rasulü, bu kadın gündüzlerini oruç gecelerini de namazla geçiren, ibadete çok düşkün birisidir dedi.

Allah Rasulü: “Onun yaptığı cehennemlik bir davranıştır.” buyurdular.
Sonra: “O kadın, oruç da tutsa, namaz da kılsa, komşularına verdiği zarardan dolayı tam manasıyla imanı anlamış değildir. Şu haliyle çok kötü bir durumdadır.” dedi.
Allah Rasulü’nün etrafında bulunan yakın arkadaşları, bu sözler karşısında çok korktular.

“Bu ağır ceza nedendir, ey Allahın Rasulü?” dediler.
Sevgili Peygamberimiz şöyle dedi:

“Baksanıza, bu insan, başkalarına, komşularına zarar veriyor, onların huzurunu kaçırıyor, aile hayatlarını onlara zehir ediyor. Halbuki inanan insan komşularının, kendisinden memnun oldukları ve kendilerine zarar vermeyeceğinden emin oldukları kimsedir.”

Ömer’in babası devam etti: Sonra ikinci hikayemi de ona anlattım. Bu hikaye büyük alim İmam Azam Ebu Hanife ile alakalı idi.

“Bağdatta, büyük alim Ebu Hanife’nin, ayakkabı tamircisi bir komşusu vardı. Bu adam, çok içki içiyordu. Bütün gece sarhoş olana kadar içerdi, sonra kendini kaybeder, ne söylediğini ve ne yaptığı bilemez hale gelirdi. Bir ayakkabı tamircisi iken, sarhoş olunca kendisini, savaş meydanlarının bileği bükülmez büyük savaşçısı zanneder; “Hey! Hey! bu savaş meydanlarının kahramanı benim, bana iyi bakın.” diye bağırır dururdu. Çünkü içki bütün düşünce dengesini bozardı. Sabahlara kadar bu sözleri avazı çıktığı kadar bağırır dururdu. Tabii ki bu durum, bütün mahalle halkının rahatını kaçırır, uykularını dağıtır, gecelerini zehir ederdi.

Bu durumdan en çok rahatsız olan da ayakkabı tamircisinin en yakın komşusu büyük alim İmam Azam idi. O, gecenin bu sessiz saatlerini ilim öğrenmek ve bilgi edinmek gibi faydalı şeylerle geçirirdi. Ama ne var ki, yakın komşusu onu oldukça çok rahatsız etmekteydi.

Bir gün bu duruma daha fazla katlanamayan komşular, içki düşkünü ayakkabıcıyı bu huyundan vazgeçmesi için hapse attırmışlardı.

O gece İmam Azam, ayakkabıcı komşusundan ses seda işitmeyince sebebini sordu. Hapse atıldığını söylediler. O hemen şehrin valisine koştu; komşusunun affedilmesi rica etti. Vali, Ebu Hanife’ye büyük saygı duyardı. Onun hatırına ayakkabıcıyı, yanına getirtti. Yaptıklarından pişman olması, içkiyi bırakıp, bir daha komşularına zarar vermemesi şartı ile, bu suçunun affedilebileceğini söyledi. Ayakkabıcı hem komşusu Ebu Hanife’den hem de validen çok utanmış elleri önünde başını eğmiş susuyordu.
Sonra Ebu Hanife ile beraber, oradan ayrıldılar. Yolda Ebu Hanife: “Kendini özlettin delikanlı? deyince ayakkabı ustası gözyaşları ile büyük alimin ellerine sarılıp kendisini affetmesini istedi.

O günden sonra çok temiz, pırıl pırıl bir insan haline gelen mahallenin bu genç ayakkabıcısı bir daha komşularını hiç rahatsız etmedi.”

Ömer’in babası sözlerine şöyle devam etti. “Bu iki hikayeyi anlattıktan sonra yeni komşumuza döndüm ve şöyle dedim.

“Polis müdüründen rica edeyim de seni bıraksın; genç ayakkabıcı gibi halini düzeltmeyi mi istersin yoksa hakkında verilecek cezanın uygulanmasını mı tercih edersin?”

Bunun üzerine adam, hatasını anladı; polis müdürüne bir daha komşularını rahatsız etmeyeceğine dair kesin bir söz verdi.”

Ömer, babası sözünü bitirince kendinin tutamayarak haykırdı; “Mükemmel! Babacığım, sana polis müdürüne ve değerli komşumuza çok teşekkürler!”
Evet, Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuşlardı:

“Cebrail (aleyhisselâm) bana, komşunun hakkını gözetmek konusunda öylesine çok tenbihte bulundu ki, komşuyu vârislerden sayacak zannettim.”

Vâris: Bir kişi vefat ettikten sonra geride kalan mallarını, eşi çocukları ve diğer yakınları alırlar. İşte bu kişilerden her birisi ölen bu adamın en yakınları oldukları için onun vârisleri olurlar.

Hadis-i Şeriften anlaşılıyor ki Cebrail (aleyhisselam) komşu hakkının önemini anlatmak için komşuyu, kişinin birinci dereceden akrabaları gibi değerlendirmiştir

İyilikleri Gizlemek

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer babasını anlatıyor:

– Babam Cuma günleri camiden dönerken, annem öğle yemeğini hazırlamakla meşgul olurdu. Babam eve gelince içinde yiyecekler olan iki torbayı alır ve bir yerlere giderdi. Yarım saat kadar sonra da neşeyle tebessüm ederek eve dönerdi. Sonra hep beraber sofraya oturur ve öğle yemeğini yerdik. Defalarca bu işin sırrını öğrenmeye çalıştım, yani babamın her Cuma nereye gittiğini… Babama her sorduğumda o derdi ki:

– Oğlum kazandığım bütün sevapların boşa gitmesini mi istiyorsun?

Ben de diyecek bir şey bulamazdım. Ama yine de babam benim gönlümü almayı ihmal etmezdi:

– Canım oğlum, bu cevabım seni üzmesin. Ben Sevgili Peygamberimiz’in tavsiyelerine riayet etmek için böyle davranıyorum. Bak O ne buyuruyor: “Gizli yapılan iyilikler, suyun ateşin yakıcılığını gidermesi gibi Cenab-ı Hakk’ın gazabını hafifletir.” Evet, ben senden bunu anlamanı istiyorum.

Ben de: “Peygamber Efendimiz ne buyurmuşlarsa doğru olan odur.” derdim ve konu kapanırdı. Günler ve haftalar böylece geçti. Babam yine her Cuma benim sebebini çok merak ettiğim âdetini aksatmadan sürdürüyordu.
Bir Perşembe akşamıydı. Aniden babamın ateşi yükseldi. Başında şiddetli bir ağrı olduğunu söylüyordu. Hemen bir doktor çağırdık. Annem, ben ve kardeşim Zeynep çok korkmuştuk, göz yaşlarımıza engel olamıyorduk.
Doktor, endişelenecek bir şey olmadığını, babamın soğuk algınlığına yakalanmış olduğunu söyleyerek bizi teskin etti. Sonra babam için bir reçete yazıp anneme verdi. Doktor ayrılırken, ben de hemen reçetedeki ilaçları almak için en yakın eczaneye koştum.
Elimde ilaçlarla babamın istirahat ettiği odaya girdiğimde renginin biraz sararmış olduğunu gördüm, uyuyordu. Annem elindeki bir mendil ile babamın alnında biriken terleri siliyordu. Kardeşim Zeynep hemen annemin yanında sessizce oturuyordu. O geceyi babamın odasında uyumadan geçirdik. Babam bir şey isteyince hemen yerine getiriyorduk.
Gece yarısından sonra babamın durumu düzelmeye başladı, gözlerini açmıştı. Annem başının altına bir yastık daha koydu. Babam beni ve kardeşimi görünce yorgunca tebessüm etti. Biz hepimiz sevinçle: “Allah’ a çok şükürler olsun” diye mırıldandık. Annem ilaçları babama verirken, doktorun istirahat etmesi konusundaki tenbihini hatırlattı. Biraz sonra babam yine derin bir uykuya dalarken annem bize odamıza gidip uyumamızı söyledi.

Zeynep ve ben gece boyunca oturduğumuz koltuktan kalktık ve odalarımıza gittik. Ama ne ben ne de kardeşim yorgunluğumuza rağmen uyuyamıyorduk. Babamızın hasta olması bizi çok etkilemişti. Kendimizi teselli edecek şeyler düşünmeye çalışıyorduk.
Güneş doğmaya başlamıştı. Yorgunluğa daha fazla dayanamayan gözlerimiz çoktan uykuya dalmıştı.

Güneş iyice yükselip her tarafa sıcaklığını yaydığında uykudan uyanmıştık. Gün çoktan başlamıştı. İlk işimiz hemen babamızın odasına koşmak oldu. Annem oradaydı. Oldukça yorgun görünüyordu, herhalde hiç uyuma fırsatı bulamamıştı. Bize eliyle sessiz olmamızı işaret etti. Babamızın durumunun iyi olduğunu söyleyerek bizi dışarı aldı.
Cuma namazını kılıp eve dönünce babamın odasına girdim. Beni görünce yattığı yerden kollarını açtı, ben de koşarak boynuna sarıldım. Beni göğsüne bastırdı. Sonra dedi ki:

– Güzel oğlum, dinle! Bugün sen benim bir sırrımı paylaşacaksın. Bu sırrımı çok dikkatle korumanı senden istiyorum.

– Elbette senin sırrını saklarım babacığım!

– Caddenin sonundaki, Bakkal Tahsin amcayı biliyorsun sanıyorum.

– Nasıl bilmem babacığım!

– Tamam öyleyse. Şimdi şu çantaları al, Tahsin amcanın dükkanının bulunduğu sokağa gir. Yol boyunca biraz yürüdükten sonra soldaki sokağa sap. İşte o sokağın sonunda kapısı olmayan, girişi bir perde ile örtülmüş eski bir ev bulacaksın. Oraya varınca “Hatice Hanım!” diye seslenirsin ve şu birinci çantayı ona bırakırsın. Sonra o evin yakınında küçük ahşap bir ev bulacaksın. Onu hemen tanırsın çünkü oldukça eski bir ev. Önce kapıyı birkaç kez çal, sonra hafifçe kapıyı araladığında orada yetmiş yaşlarında, oldukça zayıf Şakir Amcayı bulacaksın. Muhtemelen onu yere uzanmış vaziyette göreceksin, çünkü o fazla hareket edemiyor. Diğer çantayı da oraya bırakıp hemen eve dön. Anlatabildim mi?

– Çok iyi anladım babacığım. dedim.

Uzun bir zamandan beri merak ettiğim sırrı öğrenmenin heyecanı ve bir iyiliğe ortak olmanın sevinciyle kalbim çarpıyordu. Annem hemen çantaları hazırladı. İki çantayı önemli iş yapanların ciddiyetiyle sırtlandım. Sokaklardan süratle geçtim. Önce babamın dediği gibi Hatice Hanım’ın evine uğrayacaktım. Eve vardığımda girişi sadece eski bir perdenin örttüğünü gördüm. İçeriye doğru seslendim. Orta yaşlı bir kadın perdenin önünde belirdi. Elimdeki çantaları görünce sordu:

– Bu çantaları getiren adamı sen nereden tanıyorsun.?

– Ben onun oğluyum. dedim.

Sözlerinden kadının babamı fazla tanımadığını, sadece kendilerine iyilikte bulunan biri olarak bildiğini anladım. Hatice Hanım babama ne olduğunu sorunca, onun hastalandığını bu yüzden bir sefere mahsus olmak üzere bu işi benim yaptığımı söyledim. Kadın gönül dolusu bir samimiyetle babamın bir an önce iyileşmesi için dualar etti. Başka hiçbir şey söylemeden ayrıldım. Sadece babamın bana verdiği görevi harfiyen yerine getirmeyi düşünüyordum.

Sonradan öğrendiğime göre Hatice Hanım genç yaşta kocasını kaybetmiş dul bir kadındı. Üç tane şirin mi şirin çocuğu vardı. Geçimlerini sağlayacak bir gelirleri yoktu.
Daha işim bitmemişti. Şimdi Şakir Amcaya uğrayacaktım. Az bir yürümeden sonra ahşap bir evin önündeydim. Kapıyı hafifçe çaldım, sonra elimle ittim, kapı gıcırdayarak açıldı. İçerisi kapkaranlıktı. Gözlerim karanlığa alışınca yerde hareket eden bir karaltı gördüm. Derin bir kuyudan geliyormuşçasına zayıf bir ses:

– Kim o? dedi.

– Ben, Şakir Amca! Beklediğin çantayı getirdim.

– Bu ses bir gencin sesi. Oysa… Sen kimsin?

– Ben her Cuma size bu çantayı getiren şahsın oğluyum. Babam yataktan kalkamayacak kadar hastalandı. Bu emanetleri yerine ulaştırmam için bu kez beni görevlendirdi.

– Yaa, öyle mi? Allah acil şifalar nasip etsin ve onu her türlü fenalıktan korusun. Allah seni de ona hayırlı bir evlat yapsın.

Şakir Amca, ağaçtan düşmüş bir dal gibi, hanımı, çocuğu, yakın ve uzak akrabası olmayan yoksul bir adamcağızdı. Yaşlılık ve hastalık belini bükmüştü. Herhangi bir geliri yoktu, hayır sahiplerinin yardımları ile yaşamaya çalışıyordu.
Bu iki muhtaç insanı görünce içimi büyük bir hüzün kaplamıştı. Ama büyük bir iş yapmış olmanın rahatlığı da beni birazcık teselli ediyordu. Her şeyden önemlisi de neydi biliyor musunuz: Sevgili babam gözümde bir kat daha büyümüştü; çok önemli bir hayır işinde bulunuyor ve bunu herkesten gizliyordu. Bu, yaptığı iyilikler kadar önemli bir özellikti.

Eve gelir gelmez hemen babamın odasına koştum. Küçük kollarımı sevgili babacığımın boynuna doladım ve onu öpücük yağmuruna tuttum. Babam:

– Yavaş oğlum! Yavaş ol! Neler oldu anlat bakalım… Neler hissettin? deyince uzun uzun yaptıklarımı anlattım. Bu arada bir taraftan annem ve kardeşimin olanları bilmemeleri için fısıltıyla konuşuyordum. Çünkü babama bunun için söz vermiştim.

Babam gözyaşlarını tutamadı ve şefkatle beni göğsüne bastırdı:

– Oğlum, bugün çok önemli bir iş başardın. Allah için cephelerde savaşan yiğit askerler gibi bir fedakarlıkta bulundun. Gece ve gündüzlerini namaz ve oruçla geçiren büyük insanların yaptığını yaptın. Çünkü Peygamber Efendimiz’in bu konuda müjdesi var. Yaşlı, muhtaç ve yoksulların yardımına koşanlar büyük bir mükafatı hak etmektedirler.

– Babacığım! Senden bir şey isteyecektim.

– Nedir oğlum?

– Bundan sonra Cuma günleri bu işte sana yardımcı olmak, Hatice Hanım ile Şakir Amcayı tekrar ziyaret etmek istiyorum.

– Neden olmasın! Bundan sonra bu işte benim en yakın yardımcımsın.

Sevinçle babamın yüzüne bakarken kulaklarımda Sevgili Peygamberimiz’in şu sözleri yankılanıyordu:

“Yaşlı, muhtaç ve dul kimselere yardım edenler, kazandıkları sevap açısından Allah yolunda mücadele eden asker; hiç ara vermeden devamlı namaz kılan ve her günü oruçla geçiren ibadet düşkünü şahıslar gibidirler.”

İyiliğin Karşılığı

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Zeynep, eve girerken gayet neşeliydi. Küçük kollarını annesinin boynuna doladı. Onu defalarca öptü.

Annesi:

-Kızım bugün ne kadar da neşelisin! Allah neşeni daha da artırsın.
-Evet annelerin en güzeli, bu gün çok sevinçliyim. Çünkü çok iyi bir iş yaptığımı zannediyorum.

Anne kızının bu derece tatlı neşesine ortak olmak istedi:

-Peki ne yaptığını bana söylemeyecek misin?

Zeynep:

-Bugün Din Dersinde öğretmenimiz, Sevgili Peygamberimiz ile alakalı çok güzel bir olay anlattı. Bu olayı dinledikten sonra hemen aynısını tatbik etmeyi denedim. İşte senin gördüğün mutluluğum bundan kaynaklanıyor. Annesi:

-Peki bahsettiğin olay neydi? diye sordu.

Zeynep:

-Anneciğim, öyle ayaküstü anlatılacak gibi bir şey değil. Hadi gel beraberce oturalım ve hemen anlatmaya başlayayım.

Annesi:

-Tamam! Haydi öyleyse, ben hazırım.

Zeynep anlatmaya başladı:

-Medine’de kimse ile geçinemeyen bir kadın vardı. Konuşmaları oldukça kaba ve inciticiydi. Bu huyundan dolayı kimse ona yaklaşmaz, uzak durmayı tercih ederdi. O günlerde Peygamberimiz Medine’ye daha yeni gelmişti. İnsanlar yeni yeni İslam Dinini tanıyorlardı.

Bu kadın pazarda geziyor ve insanlardan bir şeyler istiyordu. İnsanlar onu kötü huyları ile tanıdıkları için hiçbir şey vermiyorlardı. O da pazar yerinde ağzına ne gelirse söylüyordu. Ama açlıktan bitkin bir duruma düşmüştü. Pazarı arkasında bırakarak bir sokağa girmişti. Ayakları onu Sevgili Peygamberimizin yaşadığı eve sürüklemişti. Bitkinlikle kapıyı çaldı. Kapıyı Hazreti Ayşe Annemiz açmış ve kadına ihtiyacını sormuştu. Kadın dün geceden beri ağzına bir lokma bir şey koymadığını söyledi.
Ayşe Validemiz kadının durumundan çok etkilenmişti. Evde bulunan hurmalardan birazını ona verdi. Başka da yiyecek bir şeylerinin olmadığını üzülerek söyledi.
Kadın kendine uzatılan hurmaları aldı ve gitti.

Sevgili Peygamberimiz eve dönünce Hazreti Ayşe o gün gelen kadının durumunu O’na ayrıntısıyla anlattı.

Hazreti Peygamber, anlatılanları dinledi, ama hiçbir şey söylemedi.
Çok az bir zaman geçmişti ki Vahiy Meleği olan Cebrail, Peygamberimize bir vahiy getirdi: Cenab-ı Hakk’ın bugün gelen kadının bütün günahlarını affettiğini bildiriyordu. Affedilmesinin sebeplerini de söylemişti. Sevgili Peygamberimiz daha sonra kadının durumunu, Hazreti Ayşe’ye anlatmıştı.

Bu garip kadın, hurmaları aldıktan sonra evinin yolunu tutmuştu. Biraz uzaklaşınca, zayıf bir ses duydu. Geriye dönüp baktığında sesin sahibinin ihtiyar bir adam olduğunu gördü. Adam çok yaşlıydı ve yiyecek bir şeyler istiyordu. Yıllar belini bükmüş, yoksulluk da onu iyiden iyiye bitirmişti.

Kadın bu yaşlı adama çok acıdı. Arkasını dönüp gidemedi. Adama yaklaştı ve hurmaların yarısını ona verdi. Kalanlarını da kendisi yedi. Adam bu iyiliksever kadına öyle içten dua etmişti ki, bu dua sebebiyle Allah o kadının günahlarını affetti.
Allah Rasülü daha sonra mescide geldi. Zaten evi mescide çok yakındı. Orada bulunanlara:

-Ey İnsanlar! Bir hurmanın yarısı kadarlık bir iyilikle bile olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyun! dedi. Sonra da kadının durumunu onlara da anlattı. Zaten olayın kahramanı kadını bu durumdan haberdar etmişlerdi. Kadıncağız buna o derece sevindi ki, günlerce daha önce yapmış olduğu hatalardan dolayı ağlayarak Allah’a tevbeler etti.

Zeynep anlatmaya devam ediyordu:

-Anne öğretmenimiz, bütün bunların Allah’a samimi ve içten bir kulluk ile mümkün olabileceğini söyledi. Kur’an-ı Kerim’den de; “Ey iman edenler, Allah’a karşı saygılı olun , yarın için (yani ahiret hayatı için) ne hazırladığınıza çok dikkat edin.” ayetini okuyarak uzun uzun açıklamalar yaptı.

Daha sonra da muhtaç olanlara yardım ile ilgili bir güzel olay daha anlattı: Peygamber Efendimizin yakın arkadaşlarından birisi o döneme ait bir hatırasını şöyle nakletmiş:
-Biz, Peygamber Efendimiz ile beraber bir yerde oturuyorduk Vakit öğle öncesiydi. Şehir dışından bir topluluk şehre gelmişti. Uzak bir yoldan geldikleri belliydi. Çok fakir görünüyorlardı. Giydikleri şeyler bedenlerini bile örtmüyordu. Allah Rasülü onların bu durumlarına çok üzüldü. Bu üzüntü ile evine gitti, biraz sonra tekrar geldi. Belli ki, canı çok sıkılmıştı. Ezan okunmasını emretti. Ezan okundu, ardından namaz kılındı. Allah’ın Rasulü’nün insanlara bir şey söylemek ister gibi bir hali vardı. Sonra:
-Herkes bir şeyler vermeye çalışsın, parası olan parasından versin. Fazla elbisesi olan birini versin. Buğdayı olan buğday, arpası olan arpa versin. Ama her halde mutlaka bir şeyler vermeye bakın. O kadar ki, bir tek hurmanız varsa yarısını şu muhtaç olanlara verin. dedi.

Medineli bir adam Allah Rasülü’nün bu ısrarlı teşviki üzerine, iki eli ile zor taşıdığı bir torbayı getirip, Hazreti Peygamber’in önüne yavaşça bıraktı. Bunu gören insanlar ne yapılacağını anlamışlardı. Artık herkes birbiri ardına sahip olduğu şeylerden getirip, biraz önceki adamın bıraktığı yere bırakıyorlardı.

Allah Rasülü’nün yüzü tebessümle parladı. İlk kez ortaya bir şey getirip bırakan adamı ve diğer insanları kastederek buyurdu ki:

-Kim faydalı ve hayırlı bir âdet başlatırsa, hem onun sevabını alır hem de kendisinden sonra o işe devam edenlerin sevaplarından bir pay alır. Hiçbirinin alacağı sevapta da bir eksiklik olmaz.

Zeynep öğretmeninin anlattıklarına bir nokta koyduktan sonra kendi ile ilgili kısma geçti:

-Ders tam bitmek üzereydi. Gözüm, arkadaşım Leyla’ya takıldı, ağlıyordu. Benim kendisine baktığımı görünce ağladığını gizlemeye çalıştı.

Uzun bir zamandır tanıdığım için durumlarını biliyordum. Babası çok çalışkan ve iyi bir insandı. Bütün imkansızlıklarına rağmen kızını okutmak için her türlü fedakarlığı yapıyordu. Elinden ancak bu kadar geliyordu.

Leyla ise ismi kadar güzel, cana yakın, nazik ve bir o kadar da çalışkandı.
Dersten sonra, kendisiyle konuşmaya karar verdim. Tenefüs zili çaldı, tam sınıftan çıkarken ona yetiştim. Beraberce ders konularını konuşarak bahçede gezintiye daldık. Bir fırsatını bulup harçlığımın bir kısmını onun cebine koydum. Bana kızarak baktı, yüzü kıpkırmızı olmuştu, neredeyse bağıracaktı. Ben ona fırsat vermeden hemen Peygamber Efendimiz’in sözlerinden örnekler verdim, arkadaşlar arasında bu tür şeylerin olabileceğini anlatmaya çalıştım. Başarılı olmuştum. Utanarak başını eğdi, diyecek bir şey bulamadı.

-Anne, bundan sonra karar verdim, harçlığımı Leyla ile paylaşacağım ve bunun sevabını Yüce Allah’tan bekleyeceğim. Bunu da senden başka kimse bilmeyecek. Başka bir deyişle sağ elimin verdiğini sol elim dahi fark etmeyecek.

Eğer sen annem olmasaydın, yaptığım bu işi ve bundan sonra yapacaklarımı sana da söylemezdim. Ama sen benim biricik annemsin.

Anne kızının bu çok nazik anlayışına ne kadar da çok sevinmişti:

-Bu, senin bana emanet ettiğin bir sırdır. Allah seni bu işinde hayırlara vesile kılsın. Bu günden sonra ben de senin harçlıklarını iki katına çıkaracağım. Böylece senin sevaplarına ortak olmak istiyorum.

Zeynep yüzünü annesinin sımsıcak yüzüne dayadı. Bir müddet öylece kaldılar. Biraz sonra Zeynep yüzüne birkaç damla gözyaşının damladığını hissetti.

Aldatan Bizden Değildir

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer’in babası sabah evden çıkarken şöyle seslendi:

– Eve dönerken almamı istediğiniz bir şey var mı?
Yaz mevsimi idi. Meyvelerin en güzel ve en lezzetli olduğu bir zamandı; hepsi de olgunlaşmış, tam yenecek hale gelmişlerdi.

Zeynep:

– Babacığım, dün eve gelirken köşedeki manavda çok güzel incirler gördük. Öyle değil mi ağbi? Sen ne dersin?
Ömer’in nerede ise ağzının suyu akıyordu:

– Meyveler içinde en çok sevdiğim incirdir Zeynep. Sen de bunu iyi biliyorsun değil mi?
Mutfağa doğru yürüyen anneleri de bu fikri beğenmiş çocuklarının söylediklerine tebessüm ediyordu. Baba:

– Tamam çocuklar dediğiniz olsun.
diyerek işine gitmek üzere evden ayrıldı. Akşam üzeri eve dönüşte çocukların dediği manava uğradı. Dükkan sahibi gösterişli ve göz alıcı incirlerin dizili olduğu bir kasayı, dükkanın en iyi incirleri olduğuna yemin ederek müşterisine uzattı. İncirler iyi olduğu için oldukça da pahalıydı.
Baba, çocuklarının nasıl sevineceklerini düşünerek incir kasasını aldı. Eve vardığında kasayı hanımına verdi. İncirlerin hemen iyice yıkadıktan sonra sıcaktan etkilenmemeleri için buzdolabına konulmaları gerekiyordu.
Baba elbiselerini değiştirip ev kıyafetlerini giymek üzere odasına çıkmıştı. Mutfaktan eşinin sinirli bir şekilde söylendiğini duydu. Hemen mutfağa koştu. Bu sese Ömer ve Zeynep de koşmuşlardı. Anne:

– Bey! İncir kasasının alt kısmını görüyor musun?
Hakikaten, incirlerin ikinci sırasından itibaren bir çoğu kurtlanmış, çürümüş, ezilmiş ve üsttekilere göre daha küçüktü. Hatta bir çoğu daha olgunlaşmadan kasanın alt kısmına doldurulmuştu. Anne bu manzarayı görünce şaşkınlığına hakim olamamış ve bağırmıştı. Eşine:

– Bunu manava götürüp değiştirmesini isteyecek misin?
dedi. Ömer hemen atılarak:

– Ben götürür değiştiririm!

dediyse de babası:

– Hayır! Buna gerek yok! Böyle bir davranış bize yakışmaz.

Sonra bir müddet sustu. Belli ki, biraz üzülmüştü. Üzüldüğü şey meyvelerin çürük olması, ezilmiş olması değildi. İnsanların işlerinde dürüstçe olmayan şeyler yapmalarıydı. Kızarak şöyle söylendi:

– Allah Rasülü asırlarca önce insanlara böyle kötü işlerden uzak durmalarını öğütlemişti. Bu insanlar kendilerine yapılan öğütleri ne çabuk unutuveriyorlar. Hani dürüstlük, doğruluk, samimiyet, işine hile karıştırmamak nerede kaldı?

Zeynep babasının üzüntüsünü anlıyordu:

– Baba, böyle bir işte birçok insan beraber hareket etmiş oluyorlar. Kasaları dolduran bahçe sahibi, meyveleri şehre getiren, bunları kontrol eden kimseler ve son olarak bunların sağlam olduğuna yemin eden manav efendi bu işe ortak olmuş olmuyorlar mı? Birkaç gün önce Sevgili Peygamberimiz’in bir hadisini okumuştum: “Bizi aldatan bizden değildir.” buyuruyorlardı. Bu uyarıyı bilen ve duyan insanlar yaptıkları işin neticesinden hiç korkmuyorlar mı?

Kızının bu akıllıca sözlerini beğenen baba kızına sevgiyle baktı:

– Ağzına sağlık kızım! Gelin size buna çok benzeyen bir olayı anlatayım. Böylece gereksiz konuşarak günaha girmemiş oluruz.
Allah Rasülü, bildiğiniz gibi arkadaşlarına, dostlarına daha geniş bir ifade ile kendisine inananlara son derece düşkün idi. Onların hem dünya hem de ahiret hayatlarına ait işlerinde dürüstlükten ayrılmamalarını isterdi. Bir gün Medine Çarşısında geziyordu. O, zaman zaman böyle gezintiye çıkar dostlarını ziyaret edip gönüllerini alırdı. Bunun yanısıra çarşı ve pazarın ne durumda olduğunu kontrol eder, insanların şikayetleri varsa onları dinlerdi. İşte yine bu maksatlarla çarşıya çıkmıştı. Buğday, arpa, mısır satıcılarının bulunduğu sokağa girdi. Çarşıda yürürken önünde bir arpa yığını olan bir satıcının malları dikkatini çekmişti. Sapsarı arpa yığını güneşte âdeta bir altın küme’si gibi parlıyordu. Peygamber Efendimiz biraz dikkat ettikten sonra, arpa yığınının altındaki bez parçasının ıslanmış olduğunu gördü. Mübarek ellerini yığının içine daldırdı ve bir avuç arpa çıkardı. Avucunda tuttuğu arpaların ıslanmış ve çürümeye yüz tutmuş olduğunu gördü. Buna çok celallendi. Çünkü bu arpalar kullanılamaz halde idi.
Dükkan sahibine seslendi:

– Bu malının hali nedir böyle?

Satıcı:

– Afedersin, Ey Allah’ın Rasülü! Gün boyu yağan sağanak yağmurdan dolayı bütün malım ıslandı. Benim bir kabahatim yok
dedi. Allah Rasülü, satıcıya yaptığı şeyin insanları aldatmak olduğunu, bunun asla doğru olamayacağını söyledi. Sonra da “Bizi aldatan bizden değildir!” buyurdular.

Baba, kızının biraz önce bahsettiği hadisin işte tam bu olayla ilgili olduğunu hatırlattı. Kızını yanına çağırarak onun bu ince dikkatinden dolayı alnından öptü:

– Sizin gibi akıllı ve düşünceli çocuklar verdiği için Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Allah sizi bir ömür boyu sevinç içinde yaşatsın.”
diye de dua etti. Zeynep bunu fırsat bilerek babasına bir soru daha sordu:

– Baba inanan insanlar yalnız kendi çevrelerindekiler için değil, tüm insanlar için doğru ve dürüst olmalılar değil mi?

– Elbette kızım. Aldatmak, insanları yanıltmak dinimizin kesinlikle yasakladığı kötü bir davranış tarzıdır. İnanan bir insan bütün insanların güvenini kazanabilecek kadar dosdoğru olmak zorundadır. Ayrıca doğruluk ve dürüstlük sadece ticari işlere ait bir durum değildir; daha geniş bir sahayı ilgilendirmektedir. Mesela bir memur insanların işlerini vaktinde yapmadığı zaman, onların haklarına riayet etmemiş, dürüst davranmamış olur. Aynı şekilde bir mimar insanların evlerini yaparken doğruluktan ayrıldığında insanların hayatlarını tehlikeye atmış olur. Bir doktor insanların hastalıklarını teşhis ederken insanları yanlış bilgilendirirse görevini tam manası ile yapmamış sayılır. Bu örnekleri siz zihninizde daha da artırabilirsiniz.
Baba ve çocukları konuşurlarken, anne de odaya girmişti. Kızına ve oğluna:

– Herhalde bu günlük bu kadar yeter. Hâlâ acıkmadınız mı? Acele etmezseniz yemek buz gibi olacak.
dedi. Ömer babasına dönerek:

– Baba anlattığın şeyler ne kadar da güzeldi. Annem gelinceye kadar açlığımızın bile farkına varmadık. Ama şimdi açlıktan ölmek üzere olduğumu anladım.
dedi. Ömer’ın babası çok düşünceli bir insandı. Biraz önce satıcıya olan kızgınlığının çocuklarının kafasında yanlış bir düşünce uyarmasını istemiyordu:

– Ancak çocuklar, bu tür insanlara sadece kızmaktansa onlara dua etmeli, doğruyu bulmalarını istemelidir. Haydi!Annenizi daha fazla kızdırmadan sofranın başına gidelim.

Helal Mal

Arkadaşınız Talip Rıza :) | | TOMURCUK

Ömer, “Anne! Anne!” diye bağırarak elindekini annesine gösteriyordu.
Annesi, oğlunun böyle heyecanla bağırdığını duyunca, kötü bir şey olduğunu zannederek süratle kapıya yöneldi.

Ömerin çamura bulanmış elinde bir şey parıldıyordu. Annesi uzun bir zaman önce kaybettiği bileziğini görünce gözlerine inanamadı. Eşinin düğün hediyesi olarak aldığı bu bileziği kaybettikten sonra onu bir daha bulabileceği ümidini kaybetmişti. Bu kıymetli hediyeyi tekrar bulmanın sevinci ile gözleri yaşardı.

Oğlunu şefkatle kucakladı;

– Evladım bunu nereden buldun, dedi.

Ömer:

– Bahçedeki su yolunu tıkayan ot ve dalları temizlerken bir şeyin parladığını gördüm, üzerindeki çamuru kaldırınca ortaya çıkıverdi; bir de baktım ki bu altın bilezikmiş.
Anne derin bir nefes aldı. Ağır bir yükten kurtulmuş gibi rahatlamıştı. Pencereden gökyüzüne bakarak: “Allah ne kadar yüce! Kulları için ne büyük lütuflar gizliyor. Helal mal hiçbir zaman sahibini utandırmaz ve mahcup etmez.” dedi.

Oğlunun biraz önceki heyecanlı sesiyle uyanan Ömer’in babası da konuşulanların bir kısmını duymuştu, gözlerini ovuşturarak odaya girdi.

– Evladım nedir bu heyecanın, umarım hayırlı bir şeydir.! Hanım sen neler söylüyorsun…

Anne sevinçle elindeki bileziğini eşine gösterince baba şaşkınlıkla ve aynı sevinçle:

– Ooo! Kaybolan bilezik!

– Evet! Ömer, bahçedeki arkı temizlerken topraklar içinde onu bulmuş. Ben de Cenab-ı Hak’a şükrettim ve “Helal mal hiçbir zaman sahibini üzüntüde bırakmaz.” diyordum.
Baba:

– Evet hanım doğru söylüyorsun, helalinden elde edilen şey er veya geç mutlaka sahibine döner. Biliyor musunuz Allah’ın Sevgili Peygamber’i bu hakikatı bir hikaye anlatıyor. Ömer hemen atıldı: “Baba bana o hikayeyi anlatır mısın?”

Ömer’in babası oğlunun bu samimi ve içten isteğine sevindi:

– Olur, ama Cuma Namazı’nın vakti çok yaklaştı. Namazdan sonrasını beklemen gerekiyor. Hem bu arada kardeşin, Zeynep de gelir, böylece o da dinlemiş olur, dedi.
Ömer namazdan sonrasını sabırsızlıkla bekliyordu. Babası ile birlikte camiden eve döndüler ve baba anlatmaya başladı:

– Bir zamanlar hem sesi, hem de çehresi güzel bir adam vardı. Ticaretle uğraşıyordu. Oldukça dürüst olan bu adam etrafındaki insanlara güven veriyordu. Kazandığı ile hem geçimini sağlar hem de hayırlı işlerde bulunurdu.

Zamanla bu adam çok zenginleşti. Güzel ahlakı, zenginliğinin artmasına çok yardımcı olmuştu.

Ama dünya hali bu. Cenab-ı Hak kullarını zaman zaman bazı imtihanlardan geçirir ki onlara kendisini hatırlatsın. Kullarının kendisine olan bağlılıklarını artırmak için, sahip oldukları şeylerden onları mahrum eder. Bu deneme ve imtihanlar ile kulların Allah’a karşı bağlılıkları bir kat daha artar. İşte böyle bir imtihan ve deneme sürecini bu iyi ahlaklı adam da yaşayacaktı.

Günün birinde bu adam öyle bir zarar etti ki sahip olduğu her şey birden yok oluverdi. O eski tatlı ve güzel günlerin yerini şimdi sıkıntılı ve zor günler alıvermişti. O kadar ki sığınabilecek bir yer, karnını doyurabilecek bir ekmek dahi bulamıyordu.

Böylesi günlerin, Cenab-ı Hak tarafından kullarına bir imtihan olduğunun farkında olan bu güzel insan, kendi kendine şöyle düşünüyordu: “Bu durumumdan yine çalışma ve gayretimle kurtulabilirim. Oturarak ve üzülerek durumumu daha fazla zora sokmamalıyım.”

Ertesi sabah erkenden, eski tanıdıklarından birinin yanına gitti. Bu eski dostundan, kendisine bir kese altın borç vermesini istedi. O çevrede bu iyi insanı herkes tanırdı. Ayrıca onun iyi bir tüccür olduğunu herkes kabul ederdi. Arkadaşı ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

– Arkadaşım! Ben seni çok iyi tanırım ve sana güvenirim. Ama ben senden sana verdiğim bu borca karşılık bir şahit istiyorum.

Ahlaklı tüccar, arkadaşının bu isteğine karşı, kendinden gayet emin bir şekilde:

– Aramızdaki anlaşmaya Allah şahittir! dedi.

Adam;

– Allah elbette her şeye şahittir, ancak, sana verdiğim bu bir kese altın için birisini şahit göstermen gerekiyor, deyince o yine:

– Bu konuştuklarımıza şahit sadece “Allah’tır” dedi.

Bu samimi ısrar karşısında, arkadaşına güvenen adam kasasından bir kese altın çıkardı, dürüstlüğü ile bilinen arkadaşına:

– Al! Tamam, aramızda şahit Allah’tır. O, senin çalışmanın ve gayretinin mükafatını verecektir, haydi uğurlar olsun! dedi.

Aralarındaki bu ticari anlaşma için bir süre belirlemeleri gerekiyordu. Bu sürenin bir ay olmasına karar verdiler. Yani her şeyini kaybeden kahramanımızın borcunu ödemek için bir aylık bir zamanı vardı.

Hemen işe koyuldu. Yeni işi için bir gemi ile başka bir şehre gitmesi gerekiyordu. Bir gemi sahibi ile bu yolculuk için anlaştı. Borç aldığı yakın dostu ile vedalaştıktan sonra Allah’a dua ederek yola çıktı. Gemi limandan ayrıldı, adam yolculuk boyunca yeni işinde başarılı olması ve arkadaşına verdiği sözü yerine getirebilmesi için Allah’ın yardımını istedi ve dua etti.

Yolculuk oldukça tatlıydı. Hoş bir rüzgar eşliğinde bir tüy gibi süzülen gemi kısa bir süre sonra şehre ulaştı; mallarını indirdi. İyi kalbli tüccar, mallarını limana indirirdi, işleri çok iyi gitti; fazla beklemeden getirdiği mallarını çok kar elde ederek sattı. Bu işler olurken sevgili dostumuz hep Allah’a şükrediyordu; çünkü işlerinin bu kadar yolunda gitmesinin hep Allah tarafından olduğunu biliyordu.

İşlerini tamamladı. Çok kar etmişti ve dönüş vakti gelmişti. Ama bir problem ortaya çıkmıştı. Dönüş için bir gemi bulamıyordu.

Her sabah erkenden limana geliyor yeni bir gemi gelmesini bekliyordu. Günler geçiyor ama beklediği gemi bir türlü gelmiyordu. Her geçen gün endişesi bir kat daha artıyordu. Arkadaşı ile anlaştıkları gün hızla yaklaşıyordu. Evet, dostuna söz vermişti. Bu sözünün gereğini yerine getirmeliydi. Ama nasıl? Bu sıkıntıyı nasıl aşacaktı? Verdiği söze nasıl bağlı kalacaktı? Bu imkansız gibiydi, zira şartlar oldukça elverişsizdi.

Sonra aklına bir çare geldi. Bir mektup yazdı. Bu mektupta elinde olmayan gecikmeden dolayı arkadaşından özür diliyordu. Borcu olan bir kese altını ve yazdığı mektubu alarak denizin kıyısına geldi. Deniz tatlı bir rüzgarla sallanırken pırıl pırıl parlıyordu. Kıyıda kalın bir ağaç parçası buldu. Cebindeki çakıyı çıkardı. Ağaç parçasının arkasına ustaca bir oyuk açtı. Altın kesesini ve arkadaşına yazdığı mektubu güzelce bu boşluğa yerleştirdi. Sonra bu ağaç parçasını denizin dalgalarına bıraktı. Allah’a şimdiye kadar kendisine yardım ettiği gibi şimdi de verdiği sözü tutabilmesi için dua dua yalvardı.

Denizin dalgaları ağaç parçasını her dalgalanışta biraz daha uzağa götürüyordu. Biraz sonra mektup ve altın kesesini taşıyan ağaç parçası görünmeyecek kadar uzaktaydı. Uzun uzun denizin dalgalarını seyreden adam gözyaşlarını tutamadı. Daha sonraki günlerini de gemi bekleyerek geçirdi.

Öbür tarafta borcu veren arkadaşı süratle geçen zamanın farkındaydı. Birkaç kez tüccar arkadaşına rastlar ümidi ile gemilerden inen yolculara baktı.

Günlerden bir gün dalgalar kıyıya iyice ıslanmış bir odun parçası taşımıştı. Bu tahta parçası kıyıda dolaşmakta olan bir adamın dikkatini çekti. Bu, tüccara borç veren arkadaşından başkası değildi. “Ocakta yakarım, ya da başka bir iş için kullanabilirim” düşüncesiyle aldığı tahta, onu çok şaşırtacaktı.

Adam kıyıdan omuzlanıp getirdiği ağaç parçası içinde bir mektup ve bir kese altını görünce şaşkına döndü. Mektubu okudu, kesenin içindeki altınları saydı. Sevinç ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır bir hale geldi. Bu ilginç hadise karşısında Cenab-ı Hakk’a çok şükretti.

Denizin bu tarafında ise kahramanımız, hala kendisini götürecek bir gemi beklemekteydi. İşte o gün de gelmişti, şimdi limana yanaşan gemi, yarın dostumuzu vatanına ulaştıracak gemiydi.

Eşyalarını topladı, hazırlığını yaptı, kendisini gemiye attı. Güneş daha doğmadan, sabahın üfül üfül esen rüzgarı ile gemi hareket etmişti. Denizin dalgaları üzerinde bir kuş gibi salınıyordu; uçsuz bucaksız deniz suları geminin altında adeta atlastan bir halı gibiydi.

Günler ve geceler böyle geçti. Ne var ki, bu süre kahramanımız için hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Çünkü o hala arkadaşına verdiği sözü yerine getirememenin utancını yaşıyordu. Gemi, kıyıya yanaştığında ilk inen o oldu. Çok telaşlı görünüyordu. Daha evine uğramayı bile düşünmeden süratli adımlarla borç aldığı arkadaşını bulmak için çarşıya yöneldi.

Arkadaşını buldu, gecikmesinin sebeplerini anlattı, kendisini affetmesini istedi. Sonra bir kese altını çıkarıp arkadaşına uzattı ve şöyle dedi:

– Sevgili dostum, al bu sana olan borcum. Sana çok teşekkür borçluyum, bu iyiliğini hayat boyunca unutmayacağım. Sayende daha önce kaybettiğim mallarımı tekrar kazandım. Geç kaldığım ve sana olan borcumu geciktirdiğim için beni affetmeni isterim.

Arkadaşı bu içten sözleri dinlerken tebessüm ediyordu:

– Ey aziz dostum bunu vermene gerek yok. Allah umulmadık bir şekilde seninle aramızda olan hesabı gördü, dedi ve arkadaşının gönderdiği mektup ile bir kese altının eline nasıl ulaştığını anlattı. Sonra şöyle dedi:

– Hani hatırlıyor musun, benden borç istediğini gün, ben senden bir şahit istemiştim. Sen de hiç tereddüt etmeden “Allah aramızdaki anlaşmaya şahittir. Şahit olarak Allah yeter!” demiştin. İşin sonucunu büyük bir güvenle Cenab-ı Hakk’a bırakman senin içtenliğini gösteriyordu. Allah da kendisine bu derece bağlı olan kullarının işlerini boşa çıkarmaz, dedi.

Sonra iki arkadaş büyük bir sevinçle birbirlerine sarıldılar. Bundan böyle bir dertleri olduğunda birbirlerine destek olacaklarına dair anlaştılar.

– Ömer’in kız kardeşi Zeynep, hikayeyi can kulağı ile dinliyordu:
– Allah Allah! Sevgili Peygamberimiz’in anlattığı bu hadise ne kadar ilginç, dedi.

Ömer’in annesi:

– Evet! Helal mal hiçbir zaman sahibini mahcup etmez, görüyorsunuz. Deniz ağaç parçasını yutmadı, onu omuzlarına yüklenmiş bir emanet gibi sahibine ulaştırdı.

Zeynep’in babası söze karıştı;

– O namuslu tüccar arkadaşından borç alırken söz verdiği günde gelip borcunu ödeyeceği ümidini taşıyordu. Bunda çok kararlıydı, çok samimi idi. Allah da onun bu samimiyet ve ciddiyetine her şeyi yardımcı kıldı.

Ayrıca zaten namuslu olan bu insan malını elinin emeği ve alnının teri ile kazanmıştı; yani kazandıkları helal idi.