Babamla annem daha önceden yolculukla ilgili bütün işlemleri halletmişler ve bana da büyük bir sürpriz yapmışlardı. Geçen hafta babam bana “Seni suyun ötesine götüreceğim” diye söz verince sözünü bu kadar çabuk yerine getireceğini tahmin etmemiştim. Dokuz saatlik uçak yolculuğundan sonra suyun ötesindeki topraklara ayak bastık. Daha önce hiç uçağa binmemiştim. Cam kenarına oturmak istedim ama tam kanat hizasına oturduğumuzdan dolayı bulutları ve üstünde uçtuğumuz yerleri iyice göremedim. Görebilmek için başımı geriye çevirmem gerekiyordu. Sonunda biraz boynum ağrısa da değdi doğrusu! Daha sonra dört saatlik bir araba yolculuğunun ardından varabildik misafir kalacağımız yere. Araba yolculuğumuz boyunca bizi sağlı sollu geçen lüks arabaları izlemekten kendimi alamadım. Aynı yabancı filmlerdeki gibiydi. Hiç bu kadar güzel arabayı bir arada görmemiştim.
Gece boyunca uyumama rağmen hâlâ yol yorgunluğunu atamayınca sabah namazından sonra da yatağa hafifçe uzanmıştım ama öğlene kadar uyuyakalmışım. Öğle namazını evde kıldıktan sonra babamla beraber yaprağı dökülmüş ağaçlarla dolu o uzun, ince yolda üç katlı bir binaya doğru yürüdük. Etrafta kar vardı. Bizim oralar bu kadar soğuk olmadığından yanımıza aldığımız kıyafetlerim çok fazla kalın değildi; bu yüzden oraya varana kadar dondum. Bir sürü çocuk vardı etrafımda, kimisi benimle aynı yaştaydı. Onlarla tanışmayı iple çekiyordum.
Çok farklı hissettim kendimi üç katlı evden içeri girince. İlk önce soğuktan sıcacık bir yere geldiğim için zannettim. İçerideki amcalar çok iyi insanlara benziyorlardı. Oraya gitmeden evvel babam bana iyice tembih etmiş; “Aman oğlum içeride koşayım, konuşayım deme. Benim yanımdan da ayrılma. Seni bazı amcalarla tanıştırmak istiyorum.” demişti.
Orada, ne zamandır babamın hayranlıka bahsettiği bazı yazar arkadaşları da vardı;
“Baba, hani “bunlar suyun ötesinden” deyip internetten bazı şeyleri anlatıyordun ya, onu hazırlayanlarla da tanışabilecek miyim?” Babam “evet” manasında kafasını sallayınca neredeyse havalara uçacaktım. Aslında asıl sormak istediğim başkasıydı ama soramadım. Bazı arkadaşlarım, her zaman kasetlerden sesini duyduğumuz, televizyonda gül yüzünü seyrettiğimiz o büyük insanı görmenin herkese nasip olmadığını söylemişlerdi. Gerçi bir sürü kusur ve hatamla onun karşısına çıkmaya da çekiniyordum. Çünkü onun gibi kimselere Allah’ın, insanların içinden geçenleri hissettirdiğini, günahlarla kirlenen ve yaralanan kalbleri okutturduğunu duymuştum. Keşke o beni görmese ama ben onu uzaktan da olsa görebilseydim.
Bu duygularla öğle yemeğini yiyeceğimiz yere gittik. Annemin evde hazırladığı çeşit çeşit yemekler yoktu burada. Yemekler pek sadeydi ama tatları çok güzeldi. Recep yanımda olsaydı, “psikolojik” derdi. Ama ne yapayım buradaki her şey çok güzel görünüyordu bana. Yusuf Dede; “Mekanı güzelleştiren insanlardır.” derdi hep. Sanki binlerce kilometre uzakta değil de, Türkiye’deymişim gibi hissediyordum kendimi o güzel insanların arasında.
Normalde çok konuşkan olmama rağmen, nedense ilk kez gittiğim yerlerde, çevreye alışana kadar bir süre kimseyle konuşmadan etrafımı seyreder, insanları tanımaya çalışır, kitapları, eşyaları incelerim. Arkadaşlarım hep dalga geçerler benimle, “çok yabanisin” derler. Anlamıyorum onların bu tavrını, ne var ki bunda, ben insanlardan önce eşyalarla tanışıyor, kitaplarla dost oluyorum. Böylece bir odada tek başıma kalsam bile sıkılmıyorum. Furkan’la oynadığımız tefekkür oyununu herkes bilmiyor; bu yüzden ben de tek başıma etrafımdaki eşyalardaki farklı özellikleri bulmaya çalışıyorum, tefekkür oyunu oynuyorum.
Ben etrafımdaki bir sürü amcaya, arkadaşlara rağmen çevreye alışmaya çalışırken bir ezan sesiyle kendime geldim. Bizim mahalle camisindeki ezan gibi değildi, mikrofonsuz okunuyordu. Doğruca sesin geldiği yere koştum. Kocaman, nur gibi bir abi güzel sesiyle ikindi ezanı okuyordu. Hani ezansız yerler varmış demiştim ya, işte bu ülke de öyle, ama nasıl ki bir gül gittiği her yeri kendisi gibi gül kokutur, buradaki abiler de burayı kendileri gibi güllerle bezemiş, gülşene çevirmişler. (Bu çocuk gülşeni nereden biliyor demeyin; Gül Yüzlü’yü dinlemişseniz, onun gül bahçesi demek olduğunu siz de bilirsiniz.) Ezan bitince ilk o abiyle tanıştım. Namazı camideki gibi cemaatle kılacağımızı öğrenince koşup abdest aldım; o ezan okuyan abiyi buldum ve hemen yanına gidip namazı yanında kılıp kılamayacağımı sordum. İstediğim yerde kılabileceğimi söyledi. Her şey gibi orada namaz kılmak da çok güzeldi. Farz için imamı bekliyorduk. O abiye “Namazı kim kıldıracak?” diye sordum; tam abi cevap verecekken salonda bir hareketlilik oldu, herkes ayağa kalktı. Abi sorumu gözleriyle işaret ederek cevaplamıştı. Abinin işaret ettiği yere doğru baktığımda gözlerime inanamadım. Aramızda bir kaç adım bile yoktu. Rüyamda bile görmeyi hayal edemediğim insana çok yakındım. Hemen amcaların arkasına doğru saklandım. Beni görüp ne kadar kötü bir çocuk olduğumu anlayacak diye korkuyordum.
Namazımızı kılıp dua ettikten sonra bizim olduğumuz geniş salona geldi yine Ayyüzlü insan. Ben hemen kalkıp odanın dışına çıktım ve kapının bir köşesinden onu seyretmeye koyuldum. Bütün çocuklar onun yanına gidip elini öpmeye çalışıyorlardı; fakat, tavırlarından el öptürmeyi sevmediği anlaşılıyordu. O, yanına gidenlere çikolata veriyor; ellerini öptürmeden hepsinin başlarını okşayıp mütebessim bir çehreyle onlara bakıyor ve sonra da dua eder gibi dudaklarını kımıldatıyordu. Ben de yanına gitmeyi çok istedim ama bir türlü cesaret edemedim. O sırada Ayyüzlü, “Kapının yanındaki tomurcuğu da çağırın, yanıma gelsin” deyince herkes bana bakmaz mı? Az kalsın heyecandan kalbim duracaktı. Kaçmak istedim ama herkes bana doğru bakınca yapamadım. Ya benim ne kadar yaramaz bir çocuk olduğumu anlarsa ve beni sevmezse? Yanına gitmekten çekiniyordum ama ona biraz yaklaşınca bütün korkularımın birden bire geçtiğini hissettim ve garip bir cesaretle elini öpmeye yeltendim. Kimseye izin vermemesine rağmen, herhalde benden öyle bir şey beklemiyordu ki, o daha ne olduğunu anlayamadan ben o pamukçuk elleri alnıma sürmüştüm bile. Babama benimle beraber fotoğraf çektirme sözü de vermiş, onu da isteyecektim ama daha sonraya sakladım. Başımı okşayıp bana da çikolata verdi.
O sırada bir abi “Hocam, çocuklara çikolata verdikten sonra dua eder gibiydiniz. Neler söylüyordunuz?” dedi. O da cevap verdi. “Şu çocuklar küçücük ellerini açıp önüme gelince, onlara karşı o kadar merhamet ve şefkatle doluyorum ki, canımı isteseler veresim geliyor. Sonra da içimden Rabbime sesleniyorum. “Allahım, ben şu çocuklardan daha muhtacım. Sen de herkesten daha merhametli ve daha cömertsin. Senin rızan için şu çocukları sevindirdiğim gibi, Sen de benden hoşnut olarak bu aciz kulunu sevindir. Ellerimi boş çevirme Allahım” diyorum.”
O anı bir görmeliydiniz. O kadar içten konuşuyordu ki, onun neden bu kadar çok sevildiğini şimdi daha iyi anlıyordum. O an kendi kendime bir karar da verdim: Artık ben de hem çikolata isterken hem de birine çikolata verirken aynı zamanda ellerimi Allah’a uzattığımı düşünecek ve beni de sevmesini isteyeceğim.
Daha sonra iki tane abi soru sordular, Ayyüzlü onlara cevap verirken duyduklarım beni çok şaşırttı. Kendisine çok büyük kötülükler yapan birileri varmış. Onlara tam beddua edecekken Cehennemi hatırlamış ve onların Cehennemde yanma ihtimalleri aklına gelince hemen hakkını helal ettiğini söyleyerek “Allahım onlara hidayet eyle” diye dua etmiş ve ağlamış. Bunu anlatırken de yanaklarından yaşlar akıyordu. O kadar kötü insanlara bile kötü bir şey olsun istemiyor, halbuki ben öyle miyim? Bir keresinde bizim mahalleye yeni taşınan bir komşumuz vardı. Onun çocuğu biraz yaramaz birisi. Hem o kadar çağırmamıza rağmen bizim oyunumuza katılmıyor, hem de topumuzu kapıp patlatıyordu. Birgün, benim topumu alınca çok sinirlenmiş ve “Kolu kırılsın da yaptığını anlasın” diye beddua etmiştim. Şimdi anladım ki, meğer o gün çok yanlış yapmışım. Bir insan dinimize zarar vermek için bir şey yapmadığı sürece onun başına kötü bir şeyin gelmesini istemek yanlışmış. Hatta öyle büyük bir günah işleyenler hakkında bile en fazla “Allahım, ona da doğru yolu göster; fakat, onun kalbi tamamen ölmüşse, o zaman da Sana havale ediyorum” denirmiş. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” gibi bir sözü nakletmişti babam. Galiba, böyle merhametle hareket etmek, Allah’ın merhametini kazanmak için de gerekliymiş. Ama artık akıllandım; bundan sonra topumu alıp patlatsalar, kitaplarımı karalayıp sayfalarını yırtsalar, odamda eşyalarımı karıştırıp oyuncaklarımı benden izinsiz alsalar bile kızmayacağım; kızsam da onların başına kötü bir şey gelmesini istemeyeceğim.
Keşke bütün arkadaşlarım buraya gelebilseler de onun elini öpüp ondan çikolata alabilseler. Biliyor musunuz, çikolatalarımı yemeyip saklayacak ve Türkiye’ye dönünce Recep ve diğer arkadaşlarımla paylaşacağım!.. Eğer hepinize yeteceğini bilseydim ve gücüm de yetseydi, evlerinizi tek tek ziyaret edip bir parça çikolata da size vermek isterdim. Fakat, onu yapamasam da, Kırık Testi ve Bamteli vesilesiyle büyüklerimizin aldığı tatlar gibi, ben de burada kaldığım süre içinde Ayyüzlü’den dinlediklerimi size aktarmaya ve görüp duyduklarımı sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Ne olur bana dua edin de her duyduğumu anlayayım, her gördüğümü değerlendireyim ve size de daracık bir pencereden küçük küçük ışıklar yansıtayım.
Arkadaşınız Talip Rıza 🙂