Cuma Hutbesi: Mürîd

Cuma Hutbesi: Mürîd
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Dileyen ve irade eden mânâlarıyla karşılığını vermeye çalıştığımız bir kelime.. sofilerce o, el tutan, birine intisap eden, mânevî hayatı adına bir kâmil insanın rehberliğine giren; dahası, şahsî istek ve dileklerinden vazgeçerek dinin emirleri çerçevesinde bir mürşid-i kâmil ve üstada teslim olup inkıyat eden hak yolcusunun unvanıdır ki –Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde temas edilmişti[2]– henüz sülûk yoluna girmemiş/girememiş dervişler hakkında kullanılan bir tabirdir.. ve bu unvan altında ulaşılan mertebelerin ilki de “fenâ fişşeyh” mertebesidir.

Muhyiddin İbn Arabî, mürîdi, kendi hesabına bakma, görme ve dilemeden tecerrüd etmiş, Allah’a müteveccih sâlik şeklinde tarif eder ki, bunlar erbâbı arasında bilinenden çok farklı şeylerdir. Ona göre hakikî mürîd, iradesini Allah’tan bilir; arzu ve temayüllerini de O’nun meşîetinin aksi sayar; başka bütün dilemeleri ve istemeleri ise tamamen izafî görür. Bu görüş ve duyuş şayet bir hâl ve zevk meselesi ise, ona kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur; öyle değilse, burada “Usûlüddin” ulemâsının söyleyeceği bazı şeyler olabilir… Hz. Muhyiddin gibi düşünen zatlar, ulûm ve maarif konusunda “irade” deyip bir bakıma her şeyi insanî meyelâna bağlasalar da, ilâhî meşîetin söz konusu olduğu yerde hemen her zaman târik-i iradeyi tebcil ederler. Aslında bu kabîl şeylerdeki mütebâyin beyanlar biraz da zevk u şuhûd kaynaklıdır ve şahıstan şahısa, mizaçtan mizaca, hâlden hâle bir kısım farklılıklar arz edebilirler…

Mürîd, kime intisap ederse etsin asıl muradı, herkesin de maksudu ve matlubu olan Allah’tır. Ancak her mürîdin aynı olmadığı ve seyahatini farklı bir yörüngede sürdürdüğü de bir gerçektir: Mürîd vardır ki –buna “mutlak mürîd” derler– hiçbir hususta üstad ve mürşidine itiraz etmez, muhalefet sayılacak tavırlarda bulunmaz ve onun her dediğini hemen kabul eder, söylediği sözlere başka kapılarda delil aramaz. Mürîd de vardır ki, bu ölçüde hassas davranmasa da zâhir u bâtınıyla üstadının emrine tâbi olur ve artık farklı yol ve yöntem arama lüzumu hissetmez. Böyle birine de “mecâzen mürîd” demişlerdir. –Ona da mürîd denilecekse– bir mürîd de vardır ki, mürşidine zâhiren muvafakat içinde görünse de, onun gıyabında ve iç mülâhazalarında sürekli ona karşı muhalefet soluklar, farklı hareket etmede beis görmez ve hemen her zaman gelgitler yaşar. Sofiye böyleleri için de, dönek mânâsına “mürted” kelimesini yakıştırmışlardır.

Mürîdde aranan en önemli vasıflar sıdk, emanet, istikamet… gibi mukarrabînde bulunan sıfatlardır. Bir mürîd için doğru olma, doğru düşünme ve arz u semaca her zaman emniyetle yâd edilme, açık-kapalı her hâliyle çevresine güven telkin etme; bunların yanında iradesinin hakkını yerine getirip tam bir azim ve azimet insanı olma… gibi hususiyetler de onun önemli vasıflarından sayılagelmiştir.

Mürîd, henüz mebdede bir hak yolcusu olsa da, bir sülûk eri hassasiyetiyle her zaman şer’î kıstaslara saygılı, mârufa riayetkâr olmalı ve münkerden de olabildiğine uzak durmalıdır. Ezkaza bir münkeri irtikâp ya da bir mârufu terk ettiğinde de, Allah’ın sevmediği bir fiil ve bir davranışın isini-pasını üzerinde fazla taşımama, günah ve hatalara hakk-ı hayat tanımama mülâhazasıyla hemen bir tevbe, inâbe ve evbe kurnasının altına koşmalı; bir an evvel, kalb ve ruhunda yaralar açan o virüs ve o lekelerden mutlaka arınmalıdır.

Ayrıca, Hak yolunda olan ve her an O’nun rızasını arayan böyle bir yolcu, elinden geldiğince gönlünü o biricik Matlub’a bağlamalı; kesben olmasa da kalben mal-menâl düşüncesini, makam-mansıp sevdasını; hatta rahat etme arzusunu, mâsivâ muhabbet ve alâkasını gönlünden söküp atmalı; dahası, olma ile olmamayı, belli şeylere mazhariyetle onlardan mahrumiyeti, kazanma ile kaybetmeyi, gelenle gelmeyeni, kalanla gideni, kabulle reddi bir bilmeli ve ruh dünyasında bütün bu zıtları müsavî tutmaya çalışmalıdır.

Müntehâsı, harfiyen Rabbin iradesine uyup O’nun muradında erimek olan mürîdlik, mebdede de muallim ve üstada tam tebaiyetten geçer. Mürîdin, şer’-i şerif dairesinde yapılan tekliflere, “Bu niçin böyle?” demeden itaat etmesi, tavsiye edilen şeyleri hemen yerine getirmesi, üzerine aldığı evrâd ü ezkârı asla aksatmaması devamlılığa terettüp eden teveccüh ve iltifatlar açısından fevkalâde önemlidir.. ve aslında bunlar, Kitap ve Sünnet’e ittiba etme mevzuunda birer bileme, hazırlama ve onun hassasiyetini artırma ameliyeleri mesabesindedir. Üstadına veya mürşidine bağlılıkta iradesinin hakkını milimi milimine yerine getiren bir hak yolcusunun, Hakk’ın emir ve yasakları karşısında da ne denli duyarlı olacağı açıktır; elverir ki, aynayı güneşin yerine koymasın, vesile ve vasıtayı da gaye gibi görmesin…

Mürîdin, Allah karşısındaki tavrı, kendine ve diğer insanlara bakışı ve değerlendirmesi; ilâhî mevhibe, vâridât ve nimetler hakkındaki yorum, tevil ve takdirleri de fevkalâde önemlidir. Her şeyden evvel, o kendini herkesin dûnunda görmeli, böyle bir tespiti dayanaksız bırakmamak için de, nefsi hakkında tevsi-i tahkikat üzere tevsi-i tahkikat yapıyor gibi yanlışlarını derinlemesine gözden geçirmeli; gözüne ilişen kusur, hata ve günahlarını, gönlünde yeni işlenmiş gibi hep dipdiri ve canlı duymaya çalışmalı; her an, her saat, her gün kendisiyle meşgul olmalı ve başkalarının yakasından mutlaka elini çekmelidir. Varsa kendinde, gözüne, kulağına ilişen bir kısım meziyetleri, –müzekkâ olmadığından– onları da istidraç olabileceği mülâhazasıyla titreyerek karşılamalı; en büyük hizmetlerinden en içten ibadetlerine, en tahammülfersâ çilelerinden en zahmetli seyr u sülûk denemelerine kadar hiçbir hareket ve faaliyetinde ne kendinde bir şey görmeli ne de fevkalâdeden beklentilere girmelidir. Başından aşağıya sağanak sağanak boşalan –şayet boşalıyorsa– lütufları, “Değildir bu bana lâyık bu eltâf / Bana bu lütf ile ihsan nedendir.” (M. Lütfî) deyip her türlü mazhariyeti, ibtilâ olabileceği endişesiyle karşılamalı, liyakat düşüncelerini silip süpürüp kafasından atmalı; olmuş veya kendi kendine gelmiş şeyleri, nankörlük sayılmadığı durumlarda bir daha hatırlamayacak şekilde nisyana gömmeli, Hakk’a karşı küfran-ı nimette bulunmuş olma endişesini de bir kelâm-ı nefsîyle “tahdis-i nimet”e emanet edip işin içinden sıyrılıvermelidir. Aksine, böyle davranılmadığı takdirde çok defa kazanma yolu gider bir haybet çukuruna dayanır; mevhibe gibi görünen şeyler de birer hizlân sebebi oluverir.

Aslında, kalbi ve kafası mevhibe ve vâridât beklentisinde, hisleri fevkalâde zuhurlar peşinde olan bir mürîdin Cenâb-ı Hak’la sağlam bir münasebet içinde olması da düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, o, bir “beyt-i Hudâ” olan gönlünü Hak’tan gayrı her şeyden temizleyip iç âleminde hep O’nunla meşgul olacağına, vazife ve sorumluluklarının dışında kendini aşan şeylerle vaktini israf etmekte ve sürekli, istek-talep inhirafları yaşamaktadır.

Mürîdin, Kur’ân’ın yeterliliğine, Sünnet’in Peygamber sesi-soluğu olduğuna itimat ve güveni sağlam olmalı; bu kaynakları bizzat kullanabilecek seviyede olmasa bile, onlara derin bir saygı içinde sımsıkı merbut bulunmalı, onlar vasıtasıyla aradığı her şeye ulaşabileceği inancını hep korumalı; hayatını Kur’ân’la içli-dışlı geçirmenin bir mazhariyet olduğunu düşünmeli ve bütün benliğiyle her zaman O’na yakın, maddî-mânevî, kalbî-ruhî yararı olmayan bilgi görünümlü dedikodulardan ve fantastik şeylerden de uzak durmalıdır.

Bir rehber vesâyetinde Hakk’a yönelmiş her irade eri ve aynı zamanda bir disiplin kahramanı sayılan her hak yolcusu, şahsî hayatından Rabbiyle münasebetlerine kadar her hususta dikkatli yaşamalı, kalbiyle davranışları arasında herhangi bir çelişkiye meydan vermemeli, her zaman temkinli davranmalı; az yemeli, az içmeli, az uyumalı, az konuşmalı; yiyip içmesini, uyuyup istirahat etmesini, konuşup başkalarına bir şeyler anlatmasını zaruret ve ihtiyaçlarla sınırlı tutmalı ve daha fazlasını israf sayarak her zaman durması gerekli olan yerde mutlaka durmalıdır. Evet, hakikî mürîd, nefsiyle muamelelerinde her zaman kararlı bir muhalefet sergiler; nefsine muhalefeti Allah’a kurbiyet vesilesi, onun arkasından sürüklenip gitmeyi de bir haybet ve hüsran sebebi sayar. Zaten hevâ ve hevesiyle barışık yaşayan birisi hakkında mürîd tabirini de mecaza hamletmişlerdir. Zira, murad ve maksuduna yönelmiş birinin, dönüp yeniden Hudâ’nın yerine hevâyı ikame etmesi, onun, yürüdüğü bu yoldan geriye dönmesi mânâsına gelir ki, bu da erbabınca riddet demektir. Mürîd teveccüh ettiği kapıda, yürüdüğü yolda hep sabit-kadem olmalı ve derin bir sadâkat ruhu sergilemelidir. Yoksa, daha işin başında iradesi adına yenik düşmüş birinin ne sadâkat ne emanet ne de istikametinden bahsedilemeyeceği gibi, o kapıda iğreti duran bu tür bir riddet namzedinin, ne ef’âl-i ilâhîyi tam ve doğru okuması ne esmâ-i rabbâniyeden bir şey anlaması ne de sıfât-ı sübhaniyeyi duyup kavraması söz konusu değildir. Onun her düşüncesi zann ü tahmin, her tavır ve davranışı da mürîdliği gibi yamuk-yumuktur.

Başta mürîd olmak üzere, hemen her seviyedeki hak yolcusu için şu hususlar da fevkalâde önemlidir:

Hak yolcusunun, “nefy-i vücud” esasına bağlılık çerçevesinde kendisini sıfırlaması, yürüdüğü yolda Allah’ın ilk mevhibelerini, santimini zayi etmeden veriliş gayeleri istikametinde kullanması, dünya adına hırslara girmeden mevcuda kanaat edip her zaman Allah’a güven içinde bulunması; hizmetlere mükâfat ve beklentilerin söz konusu olduğu yerlerde, nefsini bütün bütün unutup birileri tarafından görülür ve hatırlanırım endişesiyle bulunduğu yerden dahi birkaç adım geriye çekilmesi, çekilip gerilerin gerisinde durması; sa’yine terettüp eden iyiliklere kendi dışında bir kısım sebepler, saikler bulmaya çalışması; bazı olumsuz sonuç ve hezimetlerin ise, şöyle-böyle mutlaka altına girip “Bunlara ben sebebiyet vermiş olabilirim.” diyerek sorumluluğu üzerine alması ve kat’iyen atf-ı cürüm vartasına düşmemesi… evet bütün bunlar çok önemli esaslardır.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendinin Sızıntı Dergisi Şubat 2004 sayısı için kaleme aldığı “Tâlib, Mürîd, Sâlik, Vâsıl” makalesinin bir bölümüdür.