Cuma Hutbesi: Hayat Tutkusu

Cuma Hutbesi: Hayat Tutkusu
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Hayata perestiş, ruhun sefilleşmesi ve insanın, insanî melekelerini kaybederek içten içe çürümesidir. Yaşama zevki, insanı yüceltecek duygular üzerine oturmuş bir dev, azim ve iradenin başına indirilmiş bir balyozdur. Hayat tutkusu, ferdi bohemleştiren bir maraz ve toplumun boynuna takılmış bir kementtir. Fert bu marazdan kurtulacağı, toplum da bu kemendi boynundan atacağı âna kadar, millet meflûç ve bahtsız; vatan da bir “dârülaceze”den ibarettir.

Yaşama zevki, daha doğrusu yaşamak için yaşama, hangi millete çengel atmışsa, onu baştan çıkarmış, azdırmış, sonra da yerle bir etmiştir. Bu “devvâr u gaddar”ın[1] eline düşüp de sağ kalan, onun iklimine uğrayıp da erimeyen yok gibidir.

Evet, bugün, varlıklarını sadece tarihin sayfalarında görebileceğimiz eski kavim ve milletler, hep bu içtimaî hemoroitle kan kaybede-ede, vücutlarına cemre düşmüş gibi eriyip gitmişler ve geride esefli, yıkık birer rüya bırakmışlardır.

İşte ibret sayfalarıyla Pompei! İşte eski Mısır! İşte Roma! İşte Endülüs! Ve işte koca Osmanlı İmparatorluğu… Evet, hep aynı kader çizgisinde ve birbirine yakın felaketlerle, hem de geriye dönmemek üzere silinip giden bu medeniyet ve bu milletler, zevkin, safânın, rahat ve rehavetin öldürücü cazibesiyle evvela mahmurlaşıp kendilerinden geçtiler. Sonra da birer enkaz yığını hâline geldiler.

Ah! Keşke, geçmişi bütün dehşetiyle yâda getirip de bu enkaz yığınını görebilse ve bu üst üste yıkılıştaki çığlıkları duyabilseydik!. Heyhât.! O iz’an kimde var? O irfan nerede..? Şimdiye kadar kaç kişi bu birbirini takip eden derslerden ibret aldı..?

Tarihî tekerrürler birbirini takip edip durdu. Sefahat ve ruh sefaletleri hep yeni felaketler doğurdu. Ve medeniyetler kurmuş koskoca milletler, hiç ama hiç mukavemet gösteremeden sessizce yıkılıp gittiler. Aslında gitmemeleri de düşünülemezdi. Zira ruhlarına duyurulan gerçekleri çoktan unutmuş; çoktan bin bir değişikliğe uğramış ve özlerinden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sonra da bir istidrac[2] olarak yığın yığın nimetlere mazhar oldular. Artık hayallerinde hep yaşama sevdası; gönüllerinde rengârenk zevk ve hayatın her yönünden istifade etme humması hüküm-ferma idi. Bu sarhoşluk ve bu hissizlikle “ilelebed” yaşayamazlardı ve öyle de oldu. Gök, parça parça üzerlerine döküldü. Yer, bütün gayz ve nefretiyle onların üstüne yürüdü.

İğrenç hamamları, lüks saraylarıyla müstehcenin kucağında can veren Pompei ne açık bir dil, ne ibret-âmiz[3] bir tablodur! Keşke Endülüs’e, yeni bir ruh, yeni bir mânâ götürenler bu dili anlayıp, bu tablodan ders alabilselerdi.! Ya şu Mısır’ın, Roma’nın, Endülüs’ün takallüs[4] etmiş çehresinde, kendi kaderini okuma imkânına sahip olan Osmanlı? Evet, bari o, sarayların duvar ve tavanlarına altın sıvamadan; kuğu tüyü döşeklerde gecelemeden; atlas elbiseler ve pırıl pırıl formalarıyla çalım satmadan vazgeçerek, kendini yenileyip, eski ataları gibi ordularının başında serhat boylarına dönebilseydi.! Heyhât! Dönmedi… Ve hükümdarın, “Asker-i Hümayun”dan ayrılıp saraylara kapandığı aynı anda, hareketsiz kalan devlet erkânı da, içten içe birbirini kemirmeye başladı. Rahatın ve rehavetin kucağında balmumuna dönen devlet ricalinin bu acıklı ve esefli hâli, askere de sirayet edip onu da çürüttü. Artık, bir zamanlar, gülbanklara sığmayan kudsîler ocağı, o dâsitanî müessese, bir kısım sefil istek ve arzulara dilbeste, gerildikçe geriliyor ve her defasında, kendi devletinin, kendi sarayının ve kendi hükümdarının başına boşalıyordu.

Bu, asırlarca Asya ve Afrika’ya hükmeden, batı yakasını tutup yolları kendine bağlayan yüce ve muhteşem bir devletin çürümesi ve kokuşmasıydı ki, gayrı bundan öte, o da, “azametli, bahtsız; şanlı, tâli’siz” devletler arasına karışıyordu.

Ah, o ne feci bozgun, o ne ümitsizce sönüştü!

  “Hayalimden geçerken şimdi; fikrim hercümerç oldu;

  Salahaddîn-i Eyyubîlerin, Fatihlerin yurdu.”

                                                 (M. Âkif)

Karanlık ve upuzun yılların sahnelendirdiği, yığın yığın felaketler içinde didinip duran ve düşe kalka yürüyen günümüzün bahtsız nesilleri, ancak geçmişten alacakları ibret dersleriyle geleceği kurabileceklerdir. Yoksa onlar için de aynı akıbet kaçınılmaz ve mukadderdir. Ah, keşke ders alınabilseydi…! Ne acıdır ki, daha hayatımızın baharında iken, bizden evvelkileri batıran aynı levsiyâta[5] hem de göz göre göre gidip gömüldük ve henüz dirilmenin yolunda iken, ölüme davetiye çıkarmaya başladık. Yani, rahata, rehavete dalarak, bu toprak ve bu ülkenin insanlarını bütün bütün unuttuk. Ötelere ait yumuşak yaşayışı, çekip buraya getirdik ve bedenî hazlarından başka bir şey düşünmeyen nefsinin esiri yığınlar hâline geldik. Bin şevk yürümeye koyulduğumuz kudsîler yolundan geriye dönerek, en büyük iş ve vazifeleri, dünyanın aldatıcı süs ve ziynetine feda ettik. Evet, bir kelepir uğruna okçular tepesini[6] terk ettik…

“Eyvah! Aldandık. Şu dünya hayatını sabit zannettik. O zan sebebiyle de bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat[7], bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür de çay gibi akar gider.”[8] Ve bizler, binlerce paradoksla üst üste yara alırken, özümüze ait her şeyi yitirirken, hâla Belh hükümdarı gibi, müdebdeb saraylarda, muhteşem koltuk ve yumuşak döşekler üzerinde, sevgiliye vuslat türküleri söylemekle kendimizi aldatacaksak, bir gün bize de: “Çatıda deve aranmaz!”[9] diyenler çıkacaktır.

Bu mütalaamızı, herkesin ganimete koştuğu, her şeyin rahat ve rehavete feda edildiği bir devirde, maddî-mânevî hazlarını ve füyûzat hislerini unutmaya âmâde bulunan, mukaddes neslin dikkat nazarına arz ediyoruz.

[1]   Devvâr u gaddar: Durmayıp dönen ve çok zulmeden.

[2]   İstidrac: Kişinin hakkı ve kabiliyeti olmadığı hâlde, yığın yığın nimetlere mazhar olup bunları Hak’tan bilmeyerek nankörlüğü yüzünden azap ve ilahî gazaba yakalanması.

[3]   İbret-âmiz: İbret verici.

[4]   Takallüs: Kasılma.

[5]   Levsiyât: Kirli, pis şeyler.

[6]   Okçular tepesi: Uhud savaşı sırasında Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ne pahasına olursa olsun okçulara ayrılmamasını sıkı sıkıya tembih ettiği meşhur tepe.

[7]   Güzerân-ı hayat: Geçici hayat.

[8]   Bediüzzaman, Sözler s.227 (On Yedinci Söz, İkinci Makam).

[9]   Çatıda deve arama: Belh Padişahı olan İbrahim b. Edhem, bir gün sarayında yatarken çatıda bir gürültü işitir, ne olduğunu sorunca yukarıdaki kişi, kaybettiği develerini aradığını söyler. Bunun üzerine Padişah; “Çatıda deve mi aranır?” diye çıkışır. Kendisini irşad etmek için bu yolu seçen Hak dostu da: “Ya atlas döşeklerde, Hakk’a vuslat mı aranır?” diye cevap verir. Bu sözün tesiriyle Padişah Hakk’ın rızası yolunda dünya saltanatını terk eder.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendinin Sızıntı Dergisi Aralık 1981 sayısı için kaleme aldığı makaledir.